Cümleye ma’lûm olduğu üzere Devlet-i Aliyyemiz’in bidâyet-i zuhûrundan beri ahkâm-ı celîle-i Kur’âniyye ve kavânîn-i şer’iyyeye kemâliyle riâyet olunduğundan saltanat-ı seniyyemizin kuvvet ve miknet ve bi’lcümle tebe’asının refâh u ma’mûriyyeti rütbe-i gâyete vâsıl olmuş iken yüz elli sene vardır ki, gavâ’il-i müte’âkıbe ve esbâb-ı mütenevviaya mebnî ne şer-i şerîfe ve ne kavânîn-i münîfeye inkıyâd ü imtisâl olunmamak hasebiyle evvelki kuvvet ve ma’mûriyyet bilakis za’f u fakra mübeddel olmuş…” Tanzimat fermanı böyle başlar.

Günümüz Türkçesine şöyle çevrilebilir; “Herkese malum olduğu üzere, Devlet-i Aliyyemizin kuruluşundan beri, yüce Kur’an’ın hükümlerine ve şer’i kanunlara kemaliyle uyulduğundan, ulu saltanatımızın kuvvet ve kudreti ve bütün halkının refah ve gelişmişliği istenilen dereceye ulaşmışken, yüz elli sene vardır ki, art arda gelen sıkıntılar ve çok çeşitli sebeplere dayalı olarak, ne Şeriat kanunlarına ve ne de faydalı diğer kanunlara bağlı kalınmadığı ve uygun hareket edilmediği için, evvelki kuvvet ve gelişmişlik bilakis zayıflık ve fakirliğe dönüşmüştür.”

Tanzimat bürokrasisi bunları söylerken samimi midir? Gerçekten Osmanlı’nın bu olumsuz halinin nedenini şeriat kurallarından uzaklaşma olarak mı görüyorlar? Yoksa yapacakları yeniliklere karşı Müslüman halktan gelebilecek tepkileri bu dille engellemeye mi çalışıyorlar? Aslında ikisi de. Tanzimat bürokrasisi, Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu yenilgi durumundan kurtarma pragmatizmi doğrultusunda hem Müslüman kamuoyunu teskin etmeye çalışmaktadır, hem de İslam’ın esas olarak güçlü, merkezi ve medeni bir Osmanlı Devleti projesine karşı olabileceğini düşünmemektedir. Sorun onlar için gayet nettir; Osmanlı Devleti’ni nasıl ayakta tutabiliriz? Çünkü Osmanlı’nın yenilgisi İslam’ın yenilgisidir. Osmanlı yok olursa ortada ne İslam kalır ne din, ne millet.

Bu çerçevede Osmanlı Devleti’ni ayakta tutabilmek için çözülmesi gereken en önemli mesele devletin bütünlüğünü sağlamaktır. 1829 yılında Yunan isyanının başarıya ulaşarak Yunan bağımsızlığının gerçekleşmesi, gayrimüslim halkların ayrılıkçı eğilimler geliştirebileceğine dair tehlike çanlarını çalmaya başlamıştır. Bu anlamda Tanzimat bürokrasisi gayrimüslim tebaayı devlete bağlayacak bir çözüm üretmek zorundadır. İlk başlarda adı net olarak konmasa da bu politika “İttihad-ı Osmanî” politikası, yani Osmanlıcılıktır.

Tanzimat bürokrasisi 1830’lardan itibaren adı konmamış olsa da, net bir Osmanlıcılık politikası izler. Buna göre hangi din, ırk veya mezhepten olursa olsun tüm Osmanlı tebaası padişahın nezdinde eşittir. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’nın temel dayanaklarından biri de açıkça belirtilmemiş olsa da budur. Dolayısıyla Tanzimat bürokrasisi için bir modernleşme ve İslam karşıtlığı durumu yoktur. Osmanlıyı ayakta tutmak zaten İslam’ı ayakta tutmaktır. Buna rağmen, o güne kadar “millet-i hâkime” olan ve ayrıcalıklara sahip olan Müslüman toplum hoş karşılamaz bu durumu.

Ancak Müslümanlar için kabul edilemez olan ve büyük tepkilere neden olan asıl durum 1856 yılında Islahat Fermanı’nın ilanıyla olur. Büyük oranda İngiltere ve Fransa’nın baskısıyla kabul edilen ve hatta bizzat Fransızca yazılarak Osmanlıya yollanan ve çevrilerek ilan edilen bu fermanla gayrimüslimlere sadece eşitlik değil belirli imtiyazlar da verilir. Ayrıca eşitlik fikri net biçimde hem hukuken hem sosyal olarak belirtilir. Gayrimüslimlerin Müslümanlarla birlikte aynı okullarda okuyabilecekleri, devlet görevlisi olabilecekleri, fazla vergi vermeyecekleri, karma mahkemelerde yargılanacakları gibi hükümler yanında, örneğin bedel karşılığında zorunlu askerlikten muaf tutulacakları gibi imtiyazlar elde etmeleri, sadece Müslüman toplum içerisinde değil bizzat Tanzimat elitleri içinde de tepki çekmiştir.

Islahat Fermanından sonra Osmanlıcılık fikrinin daha net bir devlet politikası şeklinde uygulandığını görmekteyiz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Tanzimat bürokrasisi ülkenin bütünlüğü açısından, Osmanlı nüfusunun neredeyse  yüzde kırkını oluşturan gayrimüslimlerin devlete bağlılığının sağlanmasını temel bir mesele olarak görmekteydi. Ancak bu düşünceye karşı muhalif bir bakış açısı da oluşmaya başlamıştı.

1860’lı yılların ortalarından itibaren İttihad-ı Osmanî fikrine karşı bir İttihad-ı İslam fikri  dile getirilmeye başlanmıştır. Aralarında Yeni Osmanlılarında bulunduğu kimi aydınlar ve bürokratlar, gayrimüslimleri devlete bağlayacağız diye Müslüman tebaayı küstürmenin büyük bir hata olduğunu, gayrimüslimlere ayrıcalıklar tanınmasının ve üstelik yabancı devletlerin baskısına boyun eğilerek bunun yapılmasının yanlış olduğunu ve Osmanlının asıl gücünün İslam milletinin birlik ve dayanışması olacağını yazmaya başlarlar. İlk İslamcılar diyebileceğimiz bu elitin de amacı aslında aynıdır, Osmanlı devletini güçlendirmek ve ayakta tutmayı başarmak. Bu anlamda İslamcı düşüncenin kökeninde yatan şey Osmanlı Devleti’nin güçlü bir şekilde ayakta tutulması düşüncesidir denebilir. 1870’lerden itibaren Osmanlı eliti içerisinden bazı zevat, Osmanlıyı asıl güçlü kılacak şeyin bir İttihad-ı İslam hareketi olacağı fikrini açıkça dillendirmeye başlamıştır.

Bunun yanında aynı süreçte sadece Osmanlı topraklarında değil Osmanlı toprakları dışında da bir İslamcı siyasetin şekillenmeye başladığı görülmektedir. 1774 yılında Küçük Kaynarca sonrası Rusların bir İslam toprağını yani Kırım’ı ilhakı, ardından İngiliz ve Fransızların birçok Müslüman toprağını sömürgeleştirmesi, bu bölgelerdeki Müslümanlar içerisinde bir yenilgi olarak algılanmış ve aynı zamanda “Bbu yenilgiye karşı Osmanlı halifesiyle birlikte bir karşı çıkış fikri oluşturulabilir mi?” sorusu ortaya atılmıştır.

Hem Osmanlı içerisinde hem dışarısında İslam toplumunun Hıristiyan batıya karşı yaşadığı bu yenilmişlik duygusu 1873 sonrası yaşanan büyük krizle perçinlenir. Bu Tanzimat elitinin karşılaştığı en büyük krizdir. 1853- 1856 Kırım savaşı sırasında ve sonrasında Fransa ve İngiltere’den aldığı borçlarla ekonomisini ayakta tutmaya çalışan Osmanlı devleti, borçlar ve neredeyse borçların anaparasını aşan faizlerini ödeyemez hale gelmesiyle büyük bir ekonomik krize girer. Zaten aynı dönemde yaşanan dünya ekonomik krizinin de etkisiyle Osmanlı Devleti 1875 yılında borçlarını ödeyemeyecek durumda olduğunu ilan eder. Bu büyük ekonomik krize aynı tarihlerde Balkan halklarının çıkardığı isyanlar da eklenince, durumun faturası otoriter baskıcı Tanzimat bürokrasisine ve elbette kısmen Osmanlıcı ideolojiye kesilir. Tanzimat eliti içindeki Meşrutiyetçi/anayasacı hizip bu fırsatı değerlendirir ve bir darbeyle padişah Abdülaziz’i tahttan indirir ve Anayasaya dayalı bir meşrutiyet ilan edeceği sözü veren V. Murat’ı tahta geçirir.

Kriz, yapılan bu darbeyle de son bulmaz, ruhsal durumu yaşananları kaldıramayan V. Murat’ın padişahlık yapamayacağı anlaşılınca yerine aynı sözü veren II. Abdülhamit getirilir. Yeni padişah tümüyle Tanzimatçı, modernist ama otoriteryen bir zihniyete sahip olan, dedesi II. Mahmut gibi aydın despot monark tipolojisine uygun biridir. Ancak yapabileceği bir şey yoktur ve 1876 yılında Meşrutiyeti ilan eder. Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası Kanun-i Esasi ilan edilir ve ilk Meclisi bir süre sonra açılır. Meclis 130 vekilden oluşmaktadır ve bunların 40’ı gayrimüslimdir. Ancak 1877 yılında başlayan, 93 harbi olarak bilinen Rus savaşı Osmanlı Devleti için yeni bir dönüm noktası olur. Savaşı bahane eden Abdülhamit Kanun-i Esasi’nin sonuna eklenmesini şart koştuğu meclisi fesih yetkisini kullanarak, koşullar uygun olduğunda yeniden ilan edilmek üzere anayasayı askıya alır ve meclisi fesheder.

93 harbi Osmanlı Devleti açısından tam bir hezimetle sonuçlanır. Osmanlı devleti çok ağır bir yenilgi alır, bu yenilgi sonrasında imzalanan Ayastefanos ve Berlin anlaşmaları sonucunda topraklarının beşte ikisini kaybeden Osmanlı devleti, tebaasının da beşte birini kaybeder. Kaybettiği tebaanın çok büyük bir bölümü gayrimüslimdir ve kaybettiği toprakların da yine çok büyük bir bölümü Balkanlardadır.  Bu büyük başarısızlıklar Tanzimat döneminin bürokrasisine ve bu dönemde uygulanmış politikalara bağlanır. Elbette en büyük eleştiriyi devleti bir arada tutma projesi olan Osmanlıcılık alacaktır. Osmanlıcılık fiilen yenilgiye uğramış ve devleti bir arada tutabilme iddiasını da kaybetmiştir.

Özetle Osmanlı Devleti 1878 Berlin anlaşması sonrasında artık başka bir imparatorluktur. İmparatorluğun demografik ve coğrafi yapısı büyük oranda değişime uğramıştır. İmparatorluğun denge noktaları tamamen farklılaşmıştır. Artık topraklarının büyük bir bölümü merkez Anadolu olmak üzere Asya olan ve tebaasının ekseriyeti Müslüman olan bir devlet söz konusudur. Dolayısıyla devletin bu yeni duruma göre yeniden örgütlenmesi, ideolojik tercihlerini yeniden şekillendirmesi gerekmektedir.

II. Abdülhamit tipik bir Tanzimat padişahıdır ve Osmanlı Devleti’nin modern merkezi bir imparatorluk olma projesini kararlı bir şekilde sürdürür. Hatta son çalışmalar Abdülhamid’in bu konuda Tanzimat döneminden bile daha başarılı işlere imza attığını ortaya koymaktadır. Ancak Abdülhamit anayasal bir monarşi yerine otoriter bir anlayışın devleti ayakta tutabileceğini düşünüyordu. Bununla birlikte devleti bir arada tutabilecek temel ideolojik ekseni de Osmanlıcılıktan İttihad-ı İslam yani İslamcılık politikasına kaydırmak yanlısıydı. Bu iki düşünce Abdülhamit döneminin özetini oluşturuyordu. Otorirert modernleşme ve İslamcılık.

İslamcılık bu tarihlerden itibaren Osmanlı Devleti’nin temel ideolojik yönelimi olmuştur. Bununla Osmanlıcılığın tamamen yok edildiğini söylemiyoruz. Osmanlı tebaasının hala yüzde yirmisi gayrimüslimdir ve bu rakam küçümsenemeyecek kadar ciddidir. Ancak devletin nüfusunun yüzde sekseni Müslüman’dır ve padişah aynı zamanda Hhalifedir. Bu durum, İslam milleti fikriyatı etrafında devleti bir arada tutabilecek bir çözüm olarak düşünülür. Devlet, yatırımlarını hem ideolojik hem ekonomik olarak artık buraya yapacaktır. Tanzimat döneminin küstürdüğü Kürtler, Araplar ve tarikatlar yeniden devlete bağlanacak, İslam birliği fikri etrafında Osmanlı toplumu yeniden bütünleşecektir. Bu arada belirtmek gerekir ki burada bahsedilen İslam elbette Sünni/ Hanefi İslam’dır.

Bu sadece içe dönük bir aksiyon değildi, İslam birliği politikası bir bakıma dış ilişkilerde de kullanılabilecek bir kozdu. Halife olarak Abdülhamit, milyonlarca Müslüman’ı sömürgeleştirmiş İngiliz, Fransız ve Rus devletlerine karşı bu pozisyonunu kullanabilecekti.

Özetle II. Abdülhamit dönemi İslamcılığı; “Bunun bütün İslam dünyasına dönük bir siyasi birlik arayışı olmadığını, halifelik müessesi de devreye sokularak, içte ortak bir hissiyat ve dayanışma, dış politikada ise pazarlık ve denge unsuru olarak çevre Müslüman bölgeler inşa etme teşebbüsü olduğunu biliyoruz.” ( Kara, 2001, sayfa 236) şeklinde özetlenebilir.

Bunun için başta Nakşibendî ve Kadiri tarikatı olmak üzere tarikat şeyhlerine maaşlar bağlandı, tekkeler yapıldı, eski tekkeler onarıldı, Kürt aşiretlerden Hamidiye Alayları oluşturuldu, Arap ve Kürt aşiret reislerinin çocuklarının eğitimi için İstanbul’da özel bir okul “Aşiret Mektebi” açıldı. Arap aşiret reislerine maaşlar bağlandı, rütbeler verildi. Eğitim müfredatı giderek İslamileşti. Dönemin önemli bürokratlarının dilinden düşmeyen ifadeyle, “her köye bir okul ve bir mescit” zihniyeti devlet tarafından uygulandı. Kızılbaş Alevilerin Sünnileştirilmesi için planlar yapıldı, kitaplar hazırlandı, özel görevliler tayin edildi. Sünni/Hanefi İslam bağlamında toplumsal zihniyet yeniden inşa edilmeye çalışıldı. “” Bir yandan mevcut bütün maddi imkânlar ve temel yatırımlar Müslümanların yaşadığı bölgelere yönlendirilirken; diğer yandan birbirinden çok farklı özellikler taşıyan Müslüman unsurlar ( Türkler, Araplar, Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler) arasında eğitim yoluyla ortak bir kimlik yaratılmaya çalışılmıştır… Bir başka deyişle Müslüman devlet Müslüman milletini arıyordu… Bu da dini ve seküler öğelerin birlikte yer aldığı modern eğitimle sağlanacaktı… Yeni Müslüman millet ortak bir ideoloji, ortak bir kimlik etrafında şekillenmeliydi.” ( Çetinsaya, 2001, sayfa 270-271)

Bu milletin ötekisi de, artık bir iç tehlike olarak kodlanan gayrimüslimler ve özellikle de Ermenilerdi. Çünkü 1878 Berlin anlaşmasıyla Osmanlı Devleti altı vilayette (vilayet-i sitte) Ermeniler lehine ıslahatlar yapacağına söz vermişti. Bu süreç sonucunda Anadolu’da önce özerk sonra bağımsız bir Ermenistan kurulacağını düşünen Osmanlı Devleti bu ıslahatları yapmamakta kararlıydı. Buna karşı ıslahatların yapılması için örgütler kuran Ermeniler birinci düzeyde iç tehlike olarak kodlanmış ve yeni Müslüman kimlik Ermeni karşıtı duygular beslenerek oluşturulmuştu. Nitekim II. Abdülhamit döneminde 1893-1896 yılları arasında gerçekleştirilen pogromlar sonucunda on binlerce Ermeni katledilmiş ve Anadolu’da büyük bir servet transferi gerçekleşmişti. Yeni rejim Ermenilere açık bir göz dağı vermişti. Bu günden bakıldığında bu İslami dayanışmanın ve Ermeni karşıtlığının I. Dünya Ssavaşı sonuna kadar devam etmiş olduğunu görüyoruz. Hatta Arapları ve Arnavutları dışarıda bırakırsak Kürt, Türk ve Çerkezlerin kurtuluş savaşına da katıldıkları ve bu dayanışmayı 1924 yılına Hhalifeliğin kaldırılışına kadar sürdürdüğü rahatlıkla söylenebilir.

Bu başarıya rağmen II. Abdülhamit’in neden iktidarını koruyamadığı sorusu başlı başına ayrı bir yazı ve tartışma konusudur. Ancak özetlemek gerekirse, otoriter yönetim anlayışını dönüştüremeyen Abdülhamit giderek yalnızlaşırken kendisine karşı olan muhalefet çeşitlenerek büyümüştür. Ülkedeki gayrimüslimler, açtığı modern okullarda yetişen sivil ve asker bürokrasi, bu okullarda yetişen aydınlar, ekonominin toparlanmaya başlaması sonucu oluşan yeni Müslüman burjuvazi, 1905 ve 1906 yıllarında Rusya ve İran’da yaşanan anayasalcı devrimler ilk bakışta listeye eklenebilir. Bütün bunların sonucunda 1908 yılında Balkanlarda askerlerin başlattığı ayaklanmaya ciddi bir sivil destek de gelince padişah Abdülhamit askıda olan anayasayı yani Kanun-i Esasiyi yeniden ilan ederek meşruti sisteme geçildiğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Elbette bu yeni Kanun-i Esaside padişahın meclisi fesih yetkisi olmayacaktır.

İşin aslı 1908 devriminin ilk yılları Osmanlıcı düşünceyi yeniden canlandırmış ve İslamcı ideolojiden uzaklaşıldığı düşüncesini güçlendirmiştir ancak çok kısa bir süre sonra durum daha da kötüleşecektir. Özellikle Trablusgarb ve Balkan savaşları sonucunda iktidarı ele geçiren Türkçü asker kanat Abdülhamit’in otoriteryan İslamcılığından da esinlenerek Türk-İslamcı bir resmi ideolojiyi devreye sokmuştur. Bu ideolojinin 30 yıllık bir alt yapısı olduğu için devreye sokulması ve toplumsallaşması hiç zor olmamıştır. Bizde genel kabul gördüğü üzere dönemin İttihatçıları, Türkçü ideolojiye daha yakın olsa da dönemin Osmanlı coğrafyası ve demografisi gereği Türkçü bir siyaseti uygulamaları zordur. Osmanlı’nın yarısı Arap ve Kürt coğrafyasından ve nüfusunun da yine yarısı Kürt ve Araplardan oluşmaktadır. Dolayısıyla da dönemin resmi ideolojisi Türk-İslamcılık olmuştur.

Zaten Osmanlı’yı kurtarma ideolojisi olan İslamcı ideoloji neredeyse tüm entelektüelleri ve tarikatlarıyla bu Türk İslamcı iktidarın yanında yer almıştır. Birinci Dünya savaşında toplumun mobilizasyonunda önemli bir işlevi olan tarikatların yanı sıra Mehmet Akif başta olmak üzer pek çok İslamcı entelektüel de bu süreçte aktif rol oynamıştır. Bir kurtuluş ideolojisi olan İslamcılık ve İslamcılar Birinci Dünya savaşı boyunca, Ermeni soykırımı da dâhil olmak üzere devletin en önemli parçası olarak görevlerini ifa etmişlerdir.

Küçük bir bölümü dışarıda bırakılırsa kurtuluş savaşı döneminde de pek çok tarikat şeyhinin ve İslamcı entelektüelin aktif olduğunu ve “Milli Mücadele’den” yana tavır aldığını belirtmek gerekir. Ancak onlar için “Milli Mücadele” adlandırmasındaki “Milli” sıfatı Türkleri değil tüm Müslümanları kastetmektedir. Bu savaş onlar için İslam milletinin kurtuluş savaşıdır ve Mustafa Kemal daha sonrasında bu başarıya sahip çıkarak kendilerini saf dışı bırakmıştır. Bu nedenle 1924 halifeliğin kaldırılması ve sonrasında medrese, tekke ve zaviyelerin kapatılıp tarikatların yasaklanması İslamcılar için büyük bir şok ve travma olmuştur. Örneğin Mehmet Akif ülkeyi terk etmiştir.

İslamcı entelektüeller ve ideologlar ağır bir darbe almış olsalar da kısa bir dağılma süreci dışarıda bırakılırsa tarikatlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Zaten enformel bir örgütlenme tarzları olan tarikatlar kısa bir süre sonra toplumun kılcal damarlarındaki örgütlülüklerini devam etmişlerdir. Örneğin Kürdistan başta olmak üzere Anadolu’nun pek çok yerinde medrese sistemi enformel olarak varlığını sürdürmüştür. Tarikat ve şeyh silsileleri devam etmiştir. Zaten çok partili hayata geçişle birlikte bundan faydalanmayı çok iyi bilen siyasetçiler aracılığıyla tarikatlar etkinliklerini yeniden arttırmaya başarmıştır. 1960 sonrası Kominizmle mücadele sürecinde de toplumun hareket geçirilmesinde önemli rolleri olmuştur.

Açıkçası 1924- 1950 arasını bir parantez olarak düşünürsek, İslamcı ideolojinin ve tarikatların son iki yüz yıldaki Osmanlı-Türk modernleşmesinin öteki yüzü olduğunu ve toplumun mobilizasyonu için her zaman ‘kullanıldığını’ rahatlıkla dile getirebiliriz.


Genel Kaynakça

François Georgeon , Sultan Abdülhamid, Homer Kitabevi, İstanbul 2006

Gökhan Çetinsaya , “İslâmî Vatanseverlikten İslâm Siyasetine”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce 1- Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi İçinde, sayfa 265- 272, İletişim Yayınları, İstanbul 2001

İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî Görüşleri, İz Yayıncılık, İstanbul 1994

İsmail Kara, “İslâm Düşüncesinde Paradigma Değişimi”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce 1- Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi İçinde, sayfa 234- 264, İletişim Yayınları, İstanbul 2001

Kemal Karpat, İslâm’ın Siyasallaşması, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009

Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İstanbul 1994

Nuray Mert, “ Türkiye İslâmcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6- İslâmcılık İçinde, sayfa 411-419, İletişim Yayınları, İstanbul 2004