Komisyonun bu dönem ele aldığı başlıklar Chernobyl dizisinin yarattığı tartışmalar, Türkiye’de sanata yönelik baskılar, sanatçıların toplumsal olaylara yönelik tavırları ve üretimleri, iktidarın ve CHP’li belediyelerin kültür-sanat politikaları oldu. Haber akışına buradan ulaşılabilir.

Chernobyl Dizisi

Craig Mazin’in yazdığı ve Johan Renck’in yönetmenliğini yaptığı 5 bölümlük Chernobyl mini-dizisi yakın tarihteki en yıkıcı sonuçlara sahip nükleer felaketlerden birinin – Çernobil nükleer patlamasının – iktidar tarafından nasıl ele alındığını, doğa ve insan üzerindeki etkilerini konu ediniyor. Felaketin neden olduğu yıkımı gözler önüne seren yapım aynı zamanda Sovyet Rusya’nın bürokratik devlet aygıtının olayın boyutunu saklamaya çalışmasını eleştirel bir şekilde ele alıyor. Bu yönleriyle kamuoyunda bazı tartışmalara neden olan mini-dizi çelişkili yönleri, sanatsal değeri ve günümüzde sayısı giderek artan distopik anlatıların arasındaki yeri bağlamında ele alındı.

Nükleer santrallerin barındırdığı tehlikelere, insan ve doğa üzerindeki olası etkilere dikkat çekilmesi itibariyle dizi oldukça önemli bir yerde duruyor. Örnek vermek gerekirse nükleer serpintinin bilincinde olmayan kasaba sakinlerinin bir köprü üzerinde toplanarak bir gösteri izler gibi reaktördeki patlamanın neden olduğu ışık hüzmesini seyre daldığı, çocukların bu serpinti yağmurunun altında oyunlar oynadığı sahnenin akıllardan kolay çıkmayacak bir sahne olduğu söylenebilir. Dizinin son bölümünde bu köprünün ölüm köprüsü olarak anıldığı, çünkü bu köprüde seyirci olanların kısa zaman içinde yaşamlarını yitirdikleri bilimsel bir bilgi olarak sunuluyor.  Fakat dizide apokaliptik bir atmosfer kurulurken dramatik yapı esas olarak birkaç iyi niyetli görevlinin gerçeği açığa çıkarma çabasına karşılık Sovyet yönetiminin ve kritik noktalarda yer alan bilim insanlarının felaketi önce yok saymaları, ardından gizlemeye çalışmaları üzerinden şekilleniyor. Ayrıca dizinin tanıtımında, oluşturulan kurgusal evrenin belgesel kanıtlara ve gerçeklere dayanarak inşa edildiği üzerine duruluyor. Yani bir bilimsellik iddiası var. Ancak dizi üzerine yazılan yazılardan birinde belirtildiği gibi, sorunları yok saymaya dayalı totaliter ideoloji, rejimin temelinin atıldığı Lenin dönemine dayandırılıyor. Santralın orijinal isminin Vladirmir İ. Lenin olduğunun vurgulanması, krizin nasıl yönetileceğine dair tartışmalar gerçekleşirken Lenin büstünün kamera açısı içinde özenle vurgulanması, parti görevlisi yaşlı karakterin gerçeklerin gizlenmesi kararını “Lenin sizinle gurur duyardı” şeklinde yorumlaması gibi ögeler bunu doğrular nitelikte. Bütün bu unsurların soğuk savaş dönemi Sovyet yönetiminin kendini meşrulaştırmak için Lenin mitini kullanması şeklinde de yorumlanması mümkün. Ama dizinin yaratıcısı Craig Mazin kendisiyle yapılan bir söyleşide niyetini açıkça ifade ediyor. Gerçeklerin üzerini örtmeye dayalı yaklaşımın temelinde, izleri Rus Devrimine kadar sürebilir olan bir felsefenin yattığını belirtiyor. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir ütopyaya tutunmaya çalışmanın bir sonucu olarak gerçeklerin inkar edilebildiğinden bahsediyor. Sosyalist ideallerin gerçeklerin saklanmasıyla olan ilişkisini bir kenara bırakıp dünyada nükleer felaketlerin bakiyesinin ne derece şeffaf tutulduğuna baktığımızda ise felaketlerin yıkıcı sonuçlarının gizlenmesinin reel sosyalist yönetimlere has bir sorun olmdığı gerçeği ile karşılaşıyoruz. Örneğin geçtiğimiz günlerde Çernobil’in verdiği hasarın azalarak da olsa halen devam ettiği ve yüksek maliyeti nedeniyle bu hasarı azaltmaya dayalı projelerin hayata geçmesinin günümüzü de içine alan uzun bir zaman aralığına yayıldığını hatırlatan bir yazı yayınlandı. Aynı yazıda Fukuşima’nın neden olduğu yıkımın halen tam olarak bilinmediği belirtiliyor. Bütün bunlara ek olarak yukarıda değindiğimiz ölüm köprüsü anekdotunun gerçekliğinin şaibeli olduğunu ortaya çıkaran veriler de mevcut. Bu veriler dikkate alındığında bir docudrama olarak da adlandırılan (belgedrama olarak çevirilebilir) dizinin bilimsellik iddiası soru işaretleriyle karşılaşıyor.

Diğer yandan dizinin yazarı Craig Mazin gerçeklerin saklanması durumunun günümüz toplumlarında da sürdüğünü ve dizinin böyle bir imayı da barındırdığını belirtiyor. Bu görüşü destekleyen ve diziyi küresel ısınmanın var olmadığını iddia eden ABD’deki mevcut cumhuriyetçilerin tutumu ile paralellik kurarak izlemenin  mümkün olduğunu ileri sürenler var. Bu savın da güçlü olduğunu ve diziyi tartışmalı hale getiren çelişkilerden birinin de bu olduğunu belirtmek gerekiyor. Her ne kadar Sovyet eleştirisi merkezde olsa da dizide geçen olayların günümüzde yaşananlarla paralellik kurularak izlenmesi mümkün. Yine de bu paralelliği kuracak izleyicinin distopik bir dünyada yaşadığının bilincinde olan bir insan olduğu düşünülürse o kişiye sosyalizmin cazip bir alternatif olarak sunulmadığını net olarak söyleyebiliriz.

Dizinin en güçlü yanlarından biri 80’li yıllarda yaşanmış bir dönemin atmosferini distopik bir anlatım içinde seyirciye sunması. Doğal olarak bu kurguyu günümüzde giderek sayısı artan distopik anlatılar içinde bir bağlama yerleştirme ihtiyacı duyuyoruz. İklim ve çevre felaketi, ekonomik kriz, savaşlar ve mültecilik krizinin içinde yaşadığımız düşünülürse distopik kurguların seyircide ne tür bir haz politikası örgütlediği önem kazanıyor. Chernobyl mini-dizisinin bu bağlamda ele alındığı bir yazıya buradan ulaşılabilir. Chernobyl örneğinde olayların ve kişilerin temsilinde gerçeklik iddiası söz konusu olduğu için seyirci zamanında vuku bulmuş gerçekliğe tanıklık ettiğini hissederek dramatik akışa kendini bırakıyor. Olayların gerçekten böyle mi vuku bulduğu sorusu devre dışı bırakılarak, toplumdan zamanında gizlenmiş olan gerçeklerin birer birer faş edilmesi ilgiyle izleniyor. Buna gerçekleri açığa çıkarmaya çalışan karakterlerin ya da felakete maruz kalan kurbanların sempati ilişkisi kurulacak şekilde estetize edilmesi ekleniyor. Bu karakterlerden birinin sonradan intihar ettiği bilgisi en baştan verilmiş olduğu için bütün sahnelerdeki çabaların sonuçsuz ve çıkışsız olduğunu bilerek izliyor seyirci. Ve absürd dramaya has bir yapı oluşturularak bu yapı içindeki çıkışsızlığın asıl sebebi olan toplumsal sisteme büyük bir öfke birikiyor. Finalde bu çabaların sonuçsuz olmadığı, bu mücadelenin bir sonucu olarak reaktörlerin durumunun iyileştirilmesi için bazı adımlar atıldığı bilgisi veriliyor. Ve de en önemlisi Gorbaçov’dan bir alıntı yapılarak Sovyet Rusya’nın çöküşünü hızlandıran en önemli olaylardan birinin Çernobil faciası olduğu vurgulanıyor. Çabaların az da olsa bir sonucunun olduğu ve geçmişteki bu toplumsal sistemin yok olduğunun bilinci ile bu öfke yerini kısmi bir rahatlamaya bırakıyor ve zararlı duygularımızdan arınmış oluyoruz. Peki günümüzle bağlantı kurduğunu iddia eden bir distopik kurgunun bu öfkeyi günümüz sorunlarının nedenlerine yönlendirmesi gerekmez mi? Tarihten bir olayı konu edinen, bilimsellik iddiası taşıyan bir eserde veriler seyircide bir yargı oluşturacak şekilde mi sunulmalı; yoksa çelişkili yönleri vurgulanarak seyircinin dönemin koşulları üzerine düşünmesi mi sağlanmalı? Finaldeki “yalanların bedeli nedir?” sorusu ile günümüze bir anıştırma yapıldığı iddia edilebilir. Fakat ima etmenin ötesinde belirgin bir sorgulamadan da bahsedemiyoruz. Tarihselleştirme yapılırken de belli arkaplan unsurları silikleştirilip seyirci, tek yönlü bir yargı oluşturmaya yönlendiriliyor. Reaktörde patlamaya neden olan testlerin yapılma sebebinin soğuk savaş döneminde dışarıdan gelebilecek saldırılar olduğu, ucuz grafit çubuk kullanımının sebebinin soğuk savaş dönemindeki silahlanma yarışının neden olduğu fakirleşme olduğu yeteri kadar vurgu almıyor örneğin. Belki de günümüzdeki distopik eserleri değerlendirirken sahip olmamız gereken kriterlerden biri de bu: Eser bizi içinde yaşadığımız koşullar hakkında düşünmeye-sorgulamaya ve belki de harekete geçmeye mi davet ediyor, yoksa geçmişte, gelecekte ya da bambaşka bir zamansallıkta bizimkinden daha şiddetli ve katastrofik bir evren tasvir edip korku ve acıma duygularımızdan arınmamızı mı sağlıyor? Bu noktada Platon ve Aristo arasında iki bin yılı aşkın zaman önce geçmiş olan sanatın işlevi konusundaki tartışma yeniden gündeme geliyor. Sanat bizi ideal olanın arayışına yöneltecek bir temsil mi içermeli, yoksa gerçeğin – yani idealin temsilinin – temsilini gerçekmiş gibi sunup bir takım zararlı duygularımızdan arınmamızı mı sağlamalı? Toplumsal sistem (Platon’un ideal site devleti) için hangisi daha faydalıdır? Bu soruların halen güncelliğini koruduğu söylenebilir.

Sanat Üzerine Baskılar

Van’da gerçekleşmesi planlanan GezginFest’in yasaklanmasının ardından bir iptal haberi de Bingöl’den geldi. Bingöl Kaymakamlığı’ndan Solhan’daki “Yüzenada Festivali”ne dair bir duyuru yayınlandı. Kaymakamlık, yaptığı açıklamada; “13 Haziran 2019 tarihli yerel gazetede yer alan, ‘Yüzenada Festivali’ başlıklı haberlerde 2-3-4 Ağustos 2019 tarihlerinde Bingöl Yüzenada’da festival yapılacağı ve bilet satışlarının Biletix üzerinden başladığı bilgisi paylaşılmıştır. Adı geçen bölgede yapılacak festival için Kaymakamlığımızdan herhangi bir izin alınmamıştır.  (Solhan Kaymakamlığı)” ifadelerini kullandı. İstanbul’da yenilenen seçimin ertesi gününden itibaren ise festival biletlerinin satıldığı web sitesinde festivalin iptal olduğu bilgisine yer verildi. Festivalin akıbeti ile ilgili medyada bunların dışında herhangi bir habere rastlamak mümkün değil. Bu durum bu tür etkinlik iptallerinin duyurulanlardan fazla olabileceği yönünde bir şüphe uyandırıyor. Konunun haberleştirilmemesi ise ayrıca ilgi çekici. Bir önceki kültür-sanat değerlendirmemizde Van’da düzenlenecek olan GezginFest’in yasaklandığı haberini ele almıştık. Bu festivalleri düzenleyenler Kürt kurumları olmadığı halde engellenmeleri ya da iptal edilmeleri, daha çok seküler kesimin Kürtlerle bir araya gelmesini engellemeye yönelik girişimler olarak değerlendirilebilir.

LGBTİ+ Onur Haftası etkinlikleri çerçevesinde İzmir’de kurulmak istenen Queer Balesi adlı sergi yasaklandı. Buna karşılık Ateş Aybar sergiyi sokaklara taşıdı.

Görece iyi bir haber tiyatro alanından geldi. Yaklaşık altı aydır hapiste olan Nazlı Masatçı denetimli serbestlikle tahliye edildi.

Yakın geçmişte yirmi yıllık görüntü arşivine polis tarafından el konulan Oktay İnce tepki olarak “Özgür Haber ve Özgür Sinema” yazılı bir pankart açıp kendini Ankara Sinema Genel Müdürlüğü önündeki bir direğe zincirle bağladı, daha sonra da gözaltına alındı.

Devlet Tiyatrolarında Ayşe Emel Mesci’nin sahneleyeceği Martı oyunu repertuvardan kaldırıldı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Gamze Akkuş İlgezdi, Anton Çehov’un Martı adlı eserinin Devlet Tiyatroları tarafından engellenmesini Meclis gündemine taşıdı. Soru önergesinde durum Ayşe Emel Mesci’nin zamanında sahnelemiş olduğu Kerbela oyununun repertuardan kaldırılması ile ilişkilendiriliyor. Ancak neden sonuç ilişkisi belirgin bir şekilde kurulmuyor. Soru önergesinin dişe dokunur bir cevap alabileceği ise oldukça şüpheli. Muhtemelen tiyatro kamuoyu bu tür sebebi belirsiz engellemeleri duymaya devam edecek.

İstanbul seçimlerinin yenilenmesinin ardından kültür-sanat alanında baskıların devam ettiğini, olumlu gelişmelerin istisnai olarak gerçekleşebildiğini görüyoruz.

Sanatçıların Toplumsal Olaylara Yönelik Tavır-Tutumları ve Üretimleri

31 Mart seçimlerinin ardından geniş bir sanatçı kesimi Ekrem İmamoğlu’na desteğini ilan etmişti. 23 Haziran seçimlerinden sonra da birçok sanatçı Ekrem İmamoğlu’na yönelik tebriklerini ilettiler. Bu kişilerden biri olan Fazıl Say, İmamoğlu’na yönelik önerilerini sıraladığı bir metin yayımladı. Bu tür önerilerin sunuluyor olması olumlu. Fakat geçmişten ders çıkarılarak bu önerilerin nasıl gerçekleşeceğine dair ayakları yere basan bir plan doğrultusunda ve meslek örgütlenmesi çerçevesinde belediye ile kurumsal bir ilişki kurulması çok önemli bir yerde duruyor.

Farklı bir destek de Canan Kaftancıoğlu’nun davası için örgütlendi. Barış Atay, Edip Akbayram, Fazıl Say, Müjde Ar ve Zülfü Livaneli’nin de aralarında olduğu 49 sanatçı Canan Kaftancıoğlu’nun davasında kendisine destek verdiklerini belirten imzalı bir metin yayımladılar. Birbiriyle ilişkili olmakla birlikte yukarıdaki iki destek eylemi arasında bir farkın olduğunu görmek mümkün. İmamoğlu’na yönelen tebrik mesajları “her şey çok güzel oldu” başlığı altında, seçim kampanyasının bir devamı olarak iletilirken; Kaftancıoğlu’na verilen destek ise “her şeyin çok güzel olması” için yapılması gerekenlere bir örnek oluşturacak şekilde toplumsal vicdana seslenen bir dayanışma jesti içeriyor.

Bu dönemde Hasankeyf için bazı sanatçılar bir araya gelerek önemli bir toplumsal soruna dikkat çektiler. Hasankeyf’in baraj suyu ile doldurulması mahkemece durduruldu ama kampanya devam ediyor.

Belediye seçimleri ardından  Ankara’da tiyatro alanında bir gelişme yaşandı. Mansur Yavaş’ın Ankara’da Belediye başkanı olması ile birlikte Başkent Tiyatroları Genel Sanat yönetmeni Mehmet Tahir İlker istifa etti. Mehmet Tahir İlker sanat yönetmeniyken Başkent Tiyatroları iktidar yandaşı ve Türk-İslam ağırlıklı bir repertuvarı sahneliyordu. Yeni dönemde Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Başkent Tiyatroları’nda nasıl bir tiyatro pratiğinin şekilleneceğini takip etmek gerekiyor.

İktidar ve Muahalefetin(CHP’nin) Kültür Sanat Politikası

İktidarın kültür-sanat politikasının bu dönemdeki yansımalarına baktığımızda ağırlıklı olarak cami, konak restorasyonu, tarihi alanların turizme açılması gibi turizme yönelik hamlelerin yapıldığını, bu tür haberlerin öne çıktığını görüyoruz. Bu da ekonomik krizden çıkış yolu olarak görülen turizmin kültür-sanat yatırımlarını şekillendiren önemli bir faktör olduğunu gösteriyor. Ayrıca yaklaşan 15 Temmuz gündemine hazırlık olarak bir kısa film yarışmasının düzenlendiği haberi yayınlandı. Yeni başkanlık rejiminin kültürel alanda iktidarını kurma mücadelesi sürüyor. Ancak seküler kesimde ise yenilenen İstanbul seçim sonuçlarının iktidarın kültürel alandaki hezimetinin bir göstergesi olduğu iddia edilmeye başlandı. Doğruluk payı bulunmakla birlikte bu tür analizleri yapmak için erken olduğunu, muhalefet tarafından kazanılan belediyelerdeki kültür-sanat pratiğinin bu konuda belirleyici olacağını belirtmek gerek.

Yeniçağ gazetesinde 2017 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür-sanat konulu bir ihalesinin haberi yayınlandı. Haber zamanında edebiyat, tiyatro ve müzik gibi sanat çevrelerinden belli kişilere çok ciddi bir kaynağın aktarıldığını gösteriyor. Ancak bu kaynak aktarımı kültür-sanatın şehirde yaygınlaşmasını sağlamaktan çok rant dağıtımı şeklinde gerçekleşmiş. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki değişimin ardından muhalefetin bu noktada iktidardan ne kadar farklı hareket edeceği ise henüz belli değil. Kısa bir süre önce İmamoğlu’nun yaptığı “Fazıl Say’ı, Cem Yılmaz’ı görmeyen İstanbullu kalmasın istiyorum” açıklaması İmamoğlu’nun nasıl bir yol izleyeceğinin işaretini veriyor gibiydi. Kültür ve sanatın bir kentte yaygınlaşmasının yolu belli sanatçılara herkesin ulaşabilmesi midir, yoksa kültürel ve sanatsal altyapıya yatırım yapılması, sorunların çözülmesi ve halkın sanata alımlayıcı ve icracı olacak şekilde katılımını artıracak önemlerin alınması mıdır?

İzmir Belediyesi’nin düzenlediği Uluslararası Edebiyat Festivali’nde de farklı bir açıdan tartışma yaşandı. Uluslararası festivalin Türkiye dışından birçok konuğu olmasına rağmen, tek dilli bir festival olarak yapılması; Kürtçe, Rumca, Ermenice gibi dillerin bu festivalde yer bulamaması konusunda bir eleştiri yazısı ve biri çevirmenler birliği tarafından, diğeri yazarlar sendikası tarafından iki kınama bildirisi yayınlandı. Bu durum İzmir Belediyesi’nin kültür-sanat faaliyetlerinde ne derece kültürel çoğulcu bir duruşa sahip olduğunu sorgulamamıza neden oluyor.

Önceki gündem değerlendirmelerinde CHP’nin daha önce iktidarda olduğu il ve ilçelere bakıldığında kültür-sanat politikasının sıkıntılı olduğu, en basitinden sanatçı ve sanat kurumlarına mekan açma konusunda çok da iyi bir yol izlemedikleri ve belediye salonlarını halka ve sanatçılara açma kriterlerinin ne olduğunun belirsiz olduğunu belirtmiştik.

Bundan sonra nasıl bir yol izleneceği oldukça önem kazanıyor. El değiştiren yerel yönetimlerde nasıl bir sanat ortamı var?  Kültür-Sanat çevrelerinin buraya dair bir kritik yapması, geçmişi değerlendirmesi ve geleceğe yönelik hazırlıkların yapılması gerekiyor. Bu bağlamda Şili, Danimarka vb ülkelerdeki örnek yerel yönetimlerin çalışmaları da incelenebilir. Önümüzdeki dönemde Ekrem İmamoğlu ve iktidarın el değiştirdiği diğer belediyeleri ve vaatlerinin ne kadar arkasında durduklarını takip etmek gerekiyor.