İç Politika

Eylül ayının ilk iki haftası bir biri ardına pek çok olayın yaşandığı bir dönem oldu. Ancak yaşananlara bakıldığında en genel anlamda bir sistem krizi görüntüsü çıktığı söylenebilir. Daha önceki gündem değerlendirmelerinde de belirttiğimiz gibi, başkanlık sistemi olarak yürütülmeye çalışılan sistemin ne ekonomik, ne hukuksal ne de toplumsal ayakları inşa edilemedi. Bu nedenle oluşan kriz halleri artık yaygınlaşmaya ve pek çok semptom üretmeye başladı.

Bu semptomlardan biri partiler içinde yaşanan bölünmelerin hızlanması oldu. Geçmiş dönemde MHP ikiye bölünürken AKP’nin de kendi içinde iki yeni parti üreteceği görülüyor. Bu hafta içinde yapılan açıklamalarla Davutoğlu ekibi ile Ali Babacan ekibinin yeni parti kurma çalışmalarının sonuna geldiği görülmekte. Bu durumun AKP’nin seçimlerde tek parti olarak çıkma şansını düşürdüğü söylenebilir. Bu partiler 3-6 aralığında oylar bile alsalar, bu oyları çoğunlukla AKP seçmeninden alacaklarından AKP’nin oy oranlarında ciddi düşüşlere neden olabileceklerdir. Bu da önümüzdeki genel seçimlerde AKP’nin iktidarı kaybedeceği anlamına gelir ki, şimdiden gelecek genel seçimler ve Başkanlık seçimleri için hesapların yapılmaya başlandığını gösteriyor. Erdoğan bunun farkında, değişimin gerekliliğini vurgulayıp duruyor ancak bunu hangi kadrolarla yapacağı belirsiz. MHP ve ulusalcı siyasetin kadrolarına yaslanmak şu anda önündeki tek seçenek gibi görünüyor.

Bu süreçte yaşanan kafa karıştırıcı gelişmelerden bir kısmı da yargıda alınan kararlar oldu. Bir taraftan barış akademisyenlerine yönelik beraat kararları arka arkaya gelir ve Cumhuriyet Gazetesi yazarları cezaevinden çıkarılırken diğer taraftan, internet paylaşımları nedeniyle Canan Kaftancıoğlu’na çok ağır bir ceza geldi. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Eren Erdem ve diğer siyasi tutukluların hukuksuz tutukluluk hali ise devam etmekte. Öyle anlaşılıyor ki; Türkiye’yi AB’de sıkıntıya sokacak toplu davalar kapatılırken, muhalif siyasi figürleri hedef alan cezalandırmalara devam edilecek.

Ulusalcı siyasetin asker, sivil bürokrasisiyle ittifak halinde olan AKP, Kürt meselesinde bir açılım yapma şansının çok uzağında görünüyor. Suriye’deki Kürt bölgelerine dair artık açıkça nüfus yerleştirmeyi ve Kürtlerin tüm kazanımlarını yok etmeyi hedef olarak açıklayan devlet, bu konuda önüne engeller konduğu anda Türkiye Kürtlerine yönelik baskıları ağırlaştırarak cevap veriyor. Bu anlamda seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyumların atanmasını sadece bir hukuksuzluk olarak görmemek gerekiyor. Bu atamalar ve şu anda Kürt coğrafyasında yaşananlar MGK tarafında gerçekleştirilmiş bir darbe olarak nitelendirilmeli. Kürtlerin sadece anadilde eğitim gibi temel kültürel hakları değil artık seçme seçilme gibi temel vatandaşlık hakları da ellerinden alınmış durumda. Aslında Türkiye Kürtleri toplu olarak vatandaşlıktan fiilen çıkarılmış durumdalar. Tamamen Kürt karşıtlığı üzerine kurulmuş bir Ortadoğu siyasetinin Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, onu zayıflatacağı ve belki de bu bölgedeki tek güvenilir müttefikini de kaybettireceği söylenebilir. Ancak ulusalcı grup ve kadrolarla hareket eden Erdoğan’ın ekonomik kriz de göz önünde bulundurulduğunda, milliyetçi hassasiyetleri ayakta tutan bir iç- dış politika izlemekten başka çaresi görünmüyor.

HDP önünde eyleme başlayan anneler konusu yine Eylül’ün en önemli gündemi olarak medyaya yansıdı. Olayı başlatanın hükümet olduğu çok açık. Bir plan yapılarak, uzun zamandır çocukları dağda olduğu için devlete başvurmuş aileler HDP önüne yönlendirilmiş denebilir. Bu yönlendirme sayesinde hem kayyum atamaları gündemin arka taraflarına itilecek, hem milliyetçi hassasiyetler kaşınırken Kürt seçmeni PKK’ye karşı mobilize edilecek, hem de HDP’ye yönelik muhtemel bir kapatma davasının önü açılmış olacak gibi görünüyor. Önümüzdeki süreçte HDP’ye bir kapatma davası açılma ihtimali giderek güçleniyor. Kürt seçmenini HDP’den uzaklaştıramayan devlet, belli ki başka çareler aramaya başlamış. Bu süreçte HDP’nin yapacakları da önemli olacaktır. HDP önüne yönlendirilen ailelerin durumu da henüz hesaplanılmamış savaş politikaların sonuçlarından biri.  Barış sürecinin ya da açılım sürecinin gündemde olduğu dönemde tartışılan konulardan biri de savaş suçlarını açığa çıkaracak, mağduriyetlerin sonuçlarını azaltacak Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları’nın kurulmasıydı.  Yeni mağduriyetlerin oluşmasını beklemeden barış talep eden kesimlerin bu süreçte yapacakları yok mu? Eğer 18 yaşından küçükleri dağ kadrosuna katıyorsa bu çocukların geri alınması için bağımsız inisiyatifler oluşturması ve her iki tarafı da barışa çağırması beklenmez mi? Bugün yaşanan gelişmelerin ülkemizde barış iradesine olan ihtiyacı da gündeme getirdiği söylenebilir. HDP’nin paralize edilip baskı altına alındığı bu ortamda kendine bırakılan kısıtlı alanda barış siyasetini merkeze alması beklenir. Yüksek siyaset düzeyinde barış görüşmeleri ve arka plan anlaşmaları dönemini geride bıraktık. Ancak toplumun barışa ihtiyacı tüm sıcaklığıyla devam ediyor.  Bu koşullarda sivil itaatsizli ve uluslararası beyannamelerden kaynaklı hakların korunması, sine-i millete dönülmesi gibi sivil siyasetin yöntem ve imkanlarını kullanabilmek önem kazanıyor.  

Dış Politika Gündemi

Türkiye’nin dış politika gündemi büyük oranda Suriye’ye ve Suriye Kürtlerinin kazanımlarının sıfırlanmasına odaklanmış durumda. Diğer taraftan İdlib’in düşürülmesinin ardından gelecek bir buçuk milyon mültecinin bu sınır hattına yerleştirilmesi ve böylece Türkiye Kürtleri ile bölgenin tüm bağlantısının kesilmesi amaçlanıyor. Bu planın şimdilik gerçekleşmesi mümkün gözükmese de Türkiye ciddi ciddi bu planı uygulamak için zaman ve zemin yoklayıp duruyor. Ancak hem ABD’nin hem de Rusya’nın aynı anda onayını almadan bölgede hareket edemeyen Türkiye’nin bu planı hayata geçirmesi şimdilik olası görünmüyor.

Yine de İdlib meselesi hem Türkiye hem de batı kamuoyunu düşündürmeye devam ediyor. Türkiye Batı’yı, “İdlib’den gelen cihatçı mültecileri gönderirim” diye tehdit etmeye devam ediyor. Bu konu muhalif yapılar tarafından da ele alınması ve çözüm üretilmesi gereken bir konu. Çünkü İdlib’de pek çok cihatçının yanında pek çok sivil de yer almakta. Cihatçıların tutuklanması, sivil halkın güvenliğinin sağlanması meseleleri nasıl çözülebilir üzerine ciddi çözümler üretmek gerekecek. Aksi takdirde, tüm devletler bu karmaşadan yararlanalım derken feci bir insanlık dramı ile karşılaşabiliriz. Bu bölgedeki cihatçıların etki alanlarını Türkiye’ye taşımaları gibi sonuçlar da doğabilir. Dış politikada hareket kabiliyeti zayıflayan Türkiye’nin nasıl bir yol izleyeceğini tahmin etmek çok zor. Köşeye sıkışıldığı bir süreçte maceracı bir yola girilmesi dahi şaşırtıcı olmayacaktır.