İktidar karşısında muhalefetin dökülmesi, muhalefet karşısında iktidarın dökülmemesi ama “milli birlik ve beraberlik” muhalefetinin (CHP ve İyi Parti’nin) desteğine rağmen yine de dökülmesi gibi bir vaka hız kesmeden devam ediyor. Ekonomik muhalefet, siyasi muhalefetin iktidara geri adım attırma kozu haline gelemiyor; tek başına onun yerini alıyor. Buna karşılık Saray, emperyalist bir komplo ile karşı karşıya kalındığını, “Ekonomi kötü yönetildi.” şeklinde eleştirilerin yerli ve milli olmayan bir duruştan kaynaklandığını iddia ediyor. Bu arada, eleştiriler sertleştirse, “vatan haini” suçlamalarına maruz kalmak kaçınılmaz.

Türkiye’nin askeri ve siyasi olarak Batı ekseninden kopuşuna ivme kazandırılmasını uzaktan da olsa desteklediği varsayılabilecek Çin’in 3,6 milyar Amerikan Doları borç vermesi bir işe yaramadı. Normalde, iktidarın Çin’den az biraz borç bulma başarısının piyasalara güven vermesi, TL’nin değer kaybının zamana yayılması ve kısa bir süre için Amerikan Dolarının 4,5 TL’nin altına inmesi bile beklenebilirdi. Ama olmadı. Bu gidişle Amerikan Doları 10 TL’yi de görür mü sorusu ciddi ciddi sorulur hale geldi. Bazı piyasa yorumcuları, radikal önlemler alınmadığı sürece ve küresel piyasa trendleri gereği Amerikan Dolarının 7 TL’yi ve üstünü göreceğini söylemişlerdi. Fakat bu aşamaya çok erken girildiği, TL’nin hızlı değer kaybının siyasi nedenlerden, yani Saray’dan kaynaklandığı çok açık görünüyor.

Batılı sermaye çevreleri aslında uzun süre sabretti, sonuçta Türkiye’nin iflasının global sermaye piyasalarına ödeteceği bir bedel de vardı. Fakat 24 Haziran seçimlerinden sonra karşılarında Hazine ve Maliye Bakanı olarak mesela Mehmet Şimşek yerine damat Berat Albayrak’ı görünce Saray’ın mesajını aldılar. ABD ile yaşanan rahip Brunson krizi ve ilk yaptırımların bu aşamada gündeme gelmesiyle işler çığırından çıktı. Saray’ın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan Halk Bankası davasından en az zararla kurtulma, Türkiye jeopolitiğini değişik müşterilere olabildiğince pahalıya satma ve “Türkiye zarar ederse siz de zarar edersiniz.” diyerek nasıl ödeneceği belirsiz dış borçlarla ekonomiyi idare etme taktikleri bu defa geri tepmişti.

Gelinen aşamada, askeri himaye vaadiyle Rusya ve ekonomik himaye vaadiyle Çin devrede olmakla birlikte, Türkiye’nin Batı ekseninden bedensel kopuşu ancak büyük alt üst oluşlarla gerçekleşebilecek bir şey. Niteliksiz üretimin yaygın olduğu, ithalat bağımlısı ve borçlu bir ülke ekonomisi üzerine inşa edilen bağımsızlık ve bölgesel bir emperyal güç haline gelme siyaseti dikiş tutturamıyor. İktidar sadece dışa bağımlılığın yönünü ve nasıl paylaştırılacağını tayin edebilecek, aslında her türlü kaybetmiş bir pozisyonda.

Sistemik çöküşün hız kesmesi adına tek beklenti, iktidarın Neo-İttihatçı çılgınlıkla buraya kadar deyip büyük bir çark edişe yönelmesi. Her ne kadar Saray damat Berat Albayrak aracılığıyla “Merkez Bankası’na müdahale edilmeyecek, hayali büyüme beklentilerimizi düşürdük, tasarruf yapılacak…” vs. şeklinde piyasaları rahatlatmayı hedefleyen açıklamalar yapsa da, asıl beklenti Saray’ın Neo-İttihatçı çılgınlığa son verdiğini ilan etmesi.

Peki Saray ne yapıyor?

“Onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allahımız” var diyerek, doğal olarak yerli ve milli olamayan global piyasalara meydan okumayı sürdürüyor. Dolayısıyla Türkiye’de Neo-İttihatçı çılgınlığın hız kesmediğine ilişkin bir görüş birliğinin meydana gelmesi gayet normal. Seküler Türk sermayesinin Saray’la arasını iyi tutmayı başarmış önemli isimlerinden Güler Sabancı’nın Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak’a kefil olması durumu değiştirmiyor.

Erdoğan adına kaleme alınan ve 10 Ağustos 2018’de New York Times’da yayınlanan makalede geçen “Çok geç olmadan, Washington ilişkilerimizin asimetrik olabileceği yanlış düşüncesini bir kenara bırakmalı ve Türkiye’nin alternatiflere sahip olduğunu kabul etmelidir. Bu tek taraflılık ve saygısızlık trendini tersine çeviremezlerse yeni dost ve müttefikler aramaya başlayacağız” sözleri bir restleşme olarak okunabilir. Bu restleşme, Saray’ın Neo-İttihatçı çizgiye ve kader birliği içine girdiği “Ergenekon” ya da “Kızıl Elma” koalisyonuna sadakatinin ilanıdır.

Bir parantez açıp belirtmek gerekir ki, Türk devletinin “Avrasyacı” denilen Neo-İttihatçı çizgiye yerleştirilmesi, MGK patentli olarak 1990’ların sonunda açıkça gündeme gelmiştir. Fakat konjonktürel olarak kendisini dayatamamıştır. Buna karşılık:

  • Avrupa ırkçılığının Türkiye’yi ikinci ligde tutmaya çalışarak AB ile bütünleşmesini belirsiz bir geleceğe ertelemesi,

  • 2008 dünya ekonomik krizinden sonra neoliberal dünya kurgusunun sürdürülemez hale gelmesiyle Batı hegemonyasının ciddi bir sarsıntı geçirmesi,

  • Fransa’da Macron’un iktidara geldiği 2017 yılına kadar AB’nin dağılacağına ilişkin öngörülerin kuvvet kazanması,

  • AKP hükümetinin Batı’nın desteğini alarak ve İhvan hareketi aracılığıyla hayat geçirmek istediği “ılımlı” İslamcı yayılma stratejisinin açmaza düşmesi,

şu anda hüküm sürmekte olan Neo-İttihatçı ve Avrasyacı iktidara zemin hazırlamıştır.

Bu parantezin açılmasının nedeni, “yeni dost ve müttefikler aramaya başlayacağız” (Avrupa zaten olmadı, Avrasya da olamıyorsa o zaman Asya) restleşmesinin basitçe bir blöf olmadığı, ciddiye alınması gerektiğidir. Diktatörlük rejimine geçilerek zaten bunun siyasi altyapısı kuruldu. Fakat son seçimlerin gösterdiği gibi toplumun yarısı buna rıza göstermiş değil, yapısal olarak ekonominin de rıza göstermeye niyeti yok.

En önemlisi: Zaman zaman dile getirildiği gibi dünyada ABD liderliğinde Batı hegemonyasının sonu değil, sarsılması süreci yaşanmakta. Gelişmekte olan çok kutupluluk, Rusya ve Çin’in iddialı emperyal aktörler olarak sahne alması, AB’nin ABD ile uyumsuz bir emperyal güç haline gelmeye zorlanması, henüz ABD’nin önde gelen emperyal güç olma tekelini kırabilmiş değil.

Zaten işler de bu noktada karışıyor. Neo-İttihatçı inatlaşma ve Batı ekseninden kopma iddiası, aşamalı olarak önce ekonomik (şu anda yaşanmakta olan) ve sonrasında siyasi yıkım senaryolarını gündeme getirecektir. Çünkü bölgesel de olsa, Türk devletinin bekası adına Kürtleri bypass ederek ve Sünni Türk-Arap ittifakı geliştirerek Türkiye’yi emperyal bir güç haline getirme vaadi düzenli olarak yanlışlandı. Savaşın sonuna yaklaşan Suriye’de taşlar yerli yerine oturduğunda, bu daha iyi anlaşılacak.

Neo-İttihatçı iktidarın Türk-İslam yayılmacılığı (kısmen Kürdistan coğrafyası dışarıda bırakıldığında) tıkandığına göre, öncelikle dayandığı ekonomik temellerin önem kazanması normal. Türkiye’de 2015’ten beri alarm üstüne alarm verilerek mirasyedi ve beton ekonomisinin aşılmasından söz edilmekte, ama Saray engel çıkartmaktaydı. Çünkü 2015’ten sonra MHP’nin küçük ortağı haline geldiği AKP rant şebekesi tasfiye edildiğinde, toplumun bir yarısını diğer yarısı karşısında konsolide etmek ve rejim değişikliğini gerçekleştirmek imkânsızdı. Ekonomik krizin habercisi olan TL’nin hızlı değer kaybı, devasa AKP rant şebekesi ve ekonomik nepotizmi (kayırmacılığı) nihayet tehdit etmeye başladı; fakat önce 16 Nisan 2017 referandumunda sonra 24 Haziran 2018 seçimlerinde atı alan Üsküdar’ı çoktan geçtikten sonra.

Sonuç olarak, “Türkiye’de diktatörlük projesine karşı siyasi alternatif üretilemediğinde sistemik çöküş yaşanır.” tezinin doğrulandığı zaman aralığına girildi. Bu saatten sonra Neo-İttihatçılar, niyetten bağımsız olarak ve hamasi anti-emperyalist iddialarının aksine, ancak ve en iyi ihtimalle müstemleke muamelesi görecek bir Türk-İslam Cumhuriyeti kurgusuyla baş başa kalmış durumdalar.