Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Immanuel Wallerstein çağımızın önde gelen sosyal bilimcilerindendi. Toplumsal dönüşümleri farklı bir perspektiften açıklamak üzere 1970’lerde ilk önemli eserlerini vermeye başlayan “dünya-sistemleri analizi” okulunun kurucuları arasında yer almıştı. Aynı okulun iyi bilinen diğer kuramcıları Samir Amin, Giovanni Arrighi ve Andre Gunder Frank’tır.

Bu yazıda kısa da olsa I. Wallerstein’in formüle ettiği haliyle dünya-sistemleri analizi okulunun ve Wallerstein’in özgün katkılarına değinmeye çalışacağım. Fakat öncelikle Wallerstein’i günümüzdeki sosyal bilimci tipolojisinden ayıran, toplumsal hareketler karşısındaki konumlanışına değinmek önem taşıyor. Wallerstein, toplumsal mücadelelerin genel olarak üç ayak üzerine oturduğunun farkındaydı. Bir akademisyen olarak kendisi, bilgi üretimi, ahlaki bir duruştan kaynaklanan seçimler ve toplumsal örgütlenme pratiğinden oluşan bu ayaklardan ilkine katkıda bulunmayı seçmiş ve kapsayıcı bir analiz çerçevesi geliştirmeyi hedeflemişti. Akademide konumlanmıştı; fakat “sistem-karşıtı hareketler” adını verdiği muhalif hareketleri yakından izliyordu ve akademi ile bu hareketler arasında bir diyalog geliştirme çabasındaydı.

Dünya-sistemleri analizi okulu

Immanuel Wallerstein, kapitalist sistemin uzun dönemli analiziyle ilgileniyordu.[i] Bu bakış açısını edinmesinde Fransız tarihyazımı ekolü Annales Okulu’nun ve ünlü tarihçi Fernand Braudel’in büyük etkisi vardır. Uzun dönemli analiz temelde şu görüşe dayanır: Karşımızdaki analiz nesnesini kısa vadeli gelişmelere bakarak anlayamayız. Bir başka deyişle, tarihsel yapılar, “gözümüze kaçıp görüşümüzü bulanıklaştıran toz işlevi gören” (Braudel) siyasal gelişmelere odaklanarak anlaşılamaz. Karşımızda kapitalist dünya-sistem varsa, onu, oluşumundan günümüze kadar geçirdiği uzun dönemli dönüşümleri analiz ederek kavrayabiliriz. Bu bakış açısı, analiz nesnesini tarihsel bir yapı olarak tanımlar ve bu tarihsel yapının konjonktürel (belirli özelliklerini açıkça tanımlayabildiğimiz dönemleri) ve yapısal dönüşümleriyle ilgilenir. Örneğin, (bu örneği kendim veriyorum) iki kutuplu jeopolitiğiyle, Batı’daki refah devletleri ve güçlü temsili demokrasileriyle, 1970’lerin ortalarına kadar nispeten istikrarlı küresel ekonomisiyle ve jeokültürüne damgasını vuran liberalizm ideolojisiyle Soğuk Savaş dönemi, bir konjonktür olarak ele alınıp analiz edilebilir. Belirli konjonktürler, kapitalist dünya-sistemin karşılaştığı krizlere yanıt olarak oluşmuş yeni bir tarihsel dönemi temsil ederler ve kendileri de yeni gelişen ağır krizlerin karşısında sahneden çekilirler. Fakat bir de yapı vardır. Bütün bu konjonktürel gelişmelerle birlikte yapı, yani kapitalist sistemin kendisi nereye doğru evrilmektedir? Yapının evrimi, dünya-sistemleri analizi okuluna göre, ancak oluşumundan bu yana temel dinamiklerinin evrimi göz önünde bulundurularak açıklanabilir.[ii]

İster Wallerstein’in yaklaşımını temel alalım, ister başka yaklaşımlar geliştirelim, bir sistem olarak kapitalizmin bütünsel bir bakış açısıyla analiz edilmesinin gerekliliği ortadadır. Hele de genel bir trend olarak dünyanın pek çok ülkesinde alışageldiğimiz kurumların ve işleyişlerin altüst olduğu bir dönemde yaşıyorsak, bu türden bir analiz vazgeçilmezdir. Bununla birlikte, mevcut haliyle akademide temellenen bilgi yapılarının bu tür kapsamlı analizlere uygun olduğu söylenemez.

Sosyal bilimlerin bütünselliği ve tarihsel analizin vazgeçilmezliği

Wallerstein kapitalist dünya-sistemin tarihsel evrimini analiz etmeye çalışırken bir yandan da mevcut bilgi yapılarının yetersizliğini tartışıyordu. Bu nedenle, bir zamanlar Annales Okulu’nun yaptığına benzer şekilde, sosyal bilimler arasındaki yapay ayrımlarlarla fazla bir yol kat edilemeyeceğine dikkat çekiyordu. Bugün üniversitelerde hâlâ ayrı bölümler olarak sosyoloji, ekonomi ve siyaset bilimleri bölümlerimiz var. Örneğin, belirli bir bölgenin belirli bir zaman aralığındaki tarihsel dinamikleri ve toplumsal yaşamı derinden etkilemiş olan ekonomik ilişkiler pek bilinmeden o bölgeyi konu alan sosyolojik çalışmalar yapılabiliyor. Aynı şey diğer sosyal bilim disiplinleri için de söylenebilir. Örneğin, verili bir ülkedeki iktidar ilişkileri ve devlet yapısı hakında iyi bir arka plan analizi olmadan çok genel bir model olarak “neo-liberal” ekonomik uygulamaları ele alan ekonomik analizlerin bizi fazla uzağa götürmediği, hatta yanlış yönlendirdiği bile söylenebilir. Üstelik, mevcut haliyle akademide sosyal bilim disiplinleri arasındaki bu yapay ayrım ve tarihsel analizin “tarih disiplinine” bırakılması, temel bir sorun olarak görülmüyor.

Immanuel Wallerstein, “Sosyal Bilimleri Düşünmemek” adlı eserinde[iii] bu şekilde kompartımanlaşmış olan bilgi yapılarının reforme edilemeyeceğini, yepyeni bir paradigmaya ihtiyaç duyulduğunu anlatmaya çalışıyordu (kitabın adındaki “düşünmemek” ifadesi buradan gelir). İkincisi, eğer anlamaya çalıştığımız toplumsal yapılar tarihsel yapılarsa, nasıl olur da tarih ve sosyal bilimler bu kadar ayrı çerçevelere sahip olabilirdi: Biri betimliyor (idiyografik), diğeri ise yasalar formüle ediyordu (nomotetik). Oysa mevcut haliyle sosyal bilim disiplinleri 19. yüzyılda egemenlerin toplumsal değişimi yönetme ihtiyacına yanıt olarak tesis edilmişti.

Wallerstein’in ve daha genel olarak dünya-sistemleri analizi okulunun çalışmalarının zaman zaman “tarihsel sosyoloji” olarak anılmasının sebebi, bu bütüncül bakış açısına sahip olma gayretiydi.

Muhalif çalışmalarda, örneğin Marksist cenahta pek gündeme gelmeyen bir konuyla bu alt bölümü bitirebilir ve dünya-sistemleri analizi okulunun sosyal bilimlerin araştırma nesnesine dönük temel tezlerini daha iyi anlayabiliriz. Dünya-sistemleri analizi, şu soruyu sorarak işe başlar: Temel analiz birimi nedir? Ulus-devletler temel analiz birimi sayılabilir mi?

Daha somut olarak sormak gerekirse, örneğin (bu sefer örnek Wallerstein’in kendisinden) 1789 Fransız Devrimi’yle Fransa’da feodalizminden kapitalizme mi geçilmiştir? Aslında bu soruyu başka bir soru önceler: Bir sistemin çözüldüğü ve yerini başka bir sistemin aldığı yapılar tek tek ulus-devletler olabilir mi?

Yakın tarihteki gelişmeleri anlamak açısından dünya-sistemleri analizi perspektifinin çok işlevsel olduğunu düşünüyorum. Temelde evrim geçiren bir bütün olarak dünya-sistemlerdir, tek tek ulus-devletler değil. Ulus-devletlerdeki dönüşümleri, dünya-kapitalist ekonomiyle bütünleşmeleri ve onun isterlerine göre kendilerine bir yol çizmeye çalışmaları bağlamında anlamaya çalışmak çok daha verimlidir. Örneğin Wallerstein Fransız Devrimi’ni, Marksist Sol’da genellikle analiz edildiği gibi, devrim yoluyla ekonomik sistemin değiştirilmesi olarak görmez. O tarihlerde Fransa çoktan kapitalist dünya-ekonomiye dahil olmuştur. Siyasal rejim sorunu daha ziyade, Fransa burjuvazisinin İngiltere’yle hegemonik rekabetinde geride kalmasıyla ilgilidir. Fransız Devrimi, daha sonra Napolyon Savaşları’nda göreceğimiz gibi, bu hegemonya mücadelesinde Fransa’ya yeni imkânlar kazandıran yeni bir kurumsal sistem -bütün yurttaşları kapsayan ve ulusal bir seferberlik imkânı yaratan zorunlu askerlik bu kurumlardan biridir- oluşturma ihtiyacına hizmet eder.[iv]

Wallerstein, tarihsel sosyal bilimlerin analiz nesnesi üzerine tartışmasında içinde yaşadığımız ulus-devletlerin zihnimizi nasıl şekillendirdiğine değinir. Bir tarihçinin genellikle baktığı, ulusal sınırları içindeki gelişmeleri kayda geçiren devlet arşivleri değil midir?

Wallerstein, Sovyetler Birliği ve reel sosyalist sistemi, kapitalist sisteme tabi bir alt-evren olarak değerlendiriyordu. Ölçütü üretim araçlarının kapitalist bir sınıfın elinde olup olmaması değildi; reel sosyalist sistemin kaçınılmaz olarak eklemlendiği dünya-kapitalist sistemin talepleri doğrultusunda işlemek zorunda olduğunu düşünüyordu. Bu anlamda, Wallerstein Marx’tan esinlenmekle birlikte Marksist değildi ve Marksizmi eleştiriyordu. 1990’ların hemen başında SSCB’nin çözülüşü ve bu çözülüşün aldığı biçimler bana göre analiz birimi olarak bütün bir sistemi kabul etmenin işlevselliğini gösteriyor.

Bu bakımdan Wallerstein’in “karamsar” bir görüşe sahip olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, kapitalist dünya-sistem olağan işleyişini sürdürdüğü sürece tek tek ülkelerde meydana gelen devrimlerle sistemden kopuş olanaksızdır. Ancak sistem krize girdiğinde iyimser olmak için nedenler vardır. Bu konuya aşağıda değineceğim.

Sınıf siyaseti mi, kimlik siyaseti mi ve sistem-karşıtı hareketler

Günümüzde muhalif kesimler arasında sınıf siyaseti/kimlik siyaseti tartışmasının kızıştığını, sınıf siyasetini savunanların ezilen, baskı altındaki kesimlerin temel haklarını savunanları zaman zaman “liberallikle” suçladığını biliyoruz. Aslına bakarsanız bu ikilemin aldatıcı olduğu, analitik bir anlamdan da yoksun olduğu söylenebilir. Bu konuda gayet aydınlatıcı bir bakış açısını ben şahsen Wallerstein’e borçluyum.[v]

Cinsiyetçiliğin temelinde yatan patriyarka ve belirli insan topluluklarına (örneğin Yahudillere) yönelik kolektif hasmane tutumlar, yani ırkçılık ve türevleri kuşkusuz modern-dünya sistemin oluşumundan çok önce de vardı. Fakat kapitalizm, miras olarak devraldığı cinsiyetçilik ve ırkçılığı özgün bir şekilde kendine eklemledi. Çok temel bir anlamda söylersek, kapitalist-dünya sistem aynı zamanda bu iki egemenlik biçimine dayanarak var olageldi. İster ABD’de Afro-Amerikalılar sorununu ister Türkiye’de Kürt sorununu ele alalım, bariz şekilde ırkçılığın hedefi olan bu kesimlerin aynı zamanda yoğun bir ekonomik sömürünün de konusu olduğunu görebiliriz. Aynı şey genel olarak cinsiyetçilik ve kadınlar için de geçerlidir. Dolaysıyla kimlik boyutu ve sınıfsal boyut yoğun şekilde iç içe geçer ve sistemin sürmesini sağlarlar. Buna, Wallerstein’in daha yakın tarihli çalışmalarında değindiği ekoloji sorununu da ekleyebiliriz. Çok kısaca söylemek gerekirse, Wallerstein’a göre, ezilen kimliklerin temel haklarına kavuştuğu, bütün ayrımcılık biçimlerinin ortadan kalktığı ve kapitalistlerin çevresel maliyetleri artık dışsallaştıramadığı bir dünyada dünya-kapitalist sistem de var olamayacaktır, zira basitçe kârlı olmaktan çıkacaktır.

Bu nedenle Wallerstein, gerek işçi sınıfının, gerekse feminist, çevreci, ulusal veya etnik toplulukların mücadelesini “sistem-karşıtı” mücadeleler olarak görür. Bu hareketlerin bir “sistem-karşıtı hareketler ailesi” oluşturması için çağrıda bulunur.[vi]

Dünya kapitalist-sistemin krizi, belirsizlik ve çatallaşma

Immanuel Wallerstein son dönem eserlerinde Nobel ödüllü kimyacı Ilya Prigogine’in enerjisini kaybeden yapılar, karmaşıklık bilimi, kaos ve zamanın tersinemezliği üzerine yaptığı çalışmaları sosyal bilimler alanına uyarlamaya çalıştı. Wallerstein’in doğa bilimlerindeki yeni paradigmalardan esinlenmesi ve sosyal bilimlerin daha eski, özellikle determinist (belirlenimci) fizik kuramlarıyla koşutluk gösteren kavramsal aygıtını sorgulaması anılmaya değer.[vii]

Wallerstein, son dönem eserlerinde kapitalist dünya-sistemin nihai krizine girdiğini dile getirir. Fakat krizin sonuçlarına dair bakış açısı Marksizmden ayrışır. Dünya-sistem olağan işleyişini sürdürdüğü sürece deterministik nitelikte işleyen süreçler -tek tek ülkelerdeki devrimlerle sistemden kopmak bu yüzden olanaksızdır- kriz döneminde yerini tamamen indeterministik (belirlenemezci) süreçlere bırakır. Kriz dönemi, her şeyin tepetaklak olduğu, sistemin kurumlarının eskisi gibi işlemediği, ayağımızı basacak güveli bir zemin bulmakta zorlandığımız bir “belirsizlik” dönemidir. Wallerstein, Prigogine’den esinlenerek bu döneme “kaos aralığı” ismini verir. Sistemin davranışları büyük salınımlar göstermeye başladığı ölçüde, bu belirsizlik dönemi aynı zamanda özgür irade faktörünün çok önem kazandığı, yani sistem-karşıtı hareketlerin daha demokratik ve daha eşitlikçi yeni bir sistem kurma olanağını yakaladığı bir dönemdir. Dolaysıyla, kapitalizmin yerini nasıl bir sistemin alacağı tamamen belirsizdir ve sonucu belirleyecek olan, mevcut sistemin seçkinleri ile sistem-karşıtı hareketler arasındaki mücadele olacaktır. Hatta Wallerstein bu geçiş dönemini ve önümüzdeki olanakları değerlendirmek üzere asla yeni ütopyalar kurmak anlamına gelmeyen yeni bir disiplin önerir: ütopistik.

Sonuç yerine…

Bu yazıda Immanuel Wallerstein ve dünya-sistemleri analizi okulunun ortaya koyduğu perspektife ve katkılarına kısaca değinmeye çalıştım. Peki eleştirel olmak gerekirse Wallerstein’in paradigması hakkında ne söylenebilir? Söz konusu paradigmadan çokça yararlanmama karşın, Wallerstein’in toplumsal yapıları ve dönüşümleri bu denli sistematize etme çabası bende belirli bir rahatsızlık uyandırmıştır. Örneğin, kapitalist dünya-sistemin olağan işleyişi sırasında toplumsal dinamiklerin bu kadar deterministik bir karaktere sahip olması mümkün müdür? Sonuçta doğa bilimlerinin nesnelerinden çok daha karmaşık bir yapıyla, insan denen varlıkla ve çok fazla sayıda insanın tercihlerinin, eğilimlerinin rol oynağı süreçlerle karşı karşıyayız. Bu nedenle, fizik ve kimyadaki karmaşıklık incelemelerinin sosyal bilimlere uyarlanması, toplumsal sistemlerin evrimini açıklarken doğa bilimlerine özgü “kaos aralığı”, “çatallanma” gibi kavramlara başvurulması ne denli sonuç alıcıdır, emin değilim. Ama zaten sosyal bilimlerin tarihinde çağdaşı bilimsel kuramlarla koşutluk kurulması çokça rastlanan bir durumdur.

Yine de, yukarıda söylemeye çalıştığım gibi, dünya-sistemleri analizi ve Wallerstein’in sunduğu çerçeve, benimsensin veya benimsenmesin kesin olan bazı şeyler var: Küresel kapitalist sistemin giderek sıklaşan krizler yaşadığı, gerçek bir toparlanmanın her seferinde belirsiz bir tarihe ötelendiği, bu sürekli kriz halinin temsili demokrasiyi köklü bir krize soktuğu ve eşitsizlikler tarihsel zirvelere ulaşırken aşırı sağ-popülist ve faşizan güçlerin yükselişe geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir çağda sosyal bilimler açıklayıcı çerçeveler sunabilmeli; bu büyük dönüşümün nedenlerini, aşamalarını ve olası gelişimini analiz edebilmeli. Bunun için uzun dönemli yapıların tarihsel analizi ve bütünlüklü bilgi yapılarının inşası kaçınılmaz görünüyor. Wallerstein’in geride bıraktığı miras bu yüzden büyük önem taşıyor.

Peki akademi buna hazır mı? İzleyebildiğim kadarıyla, bugünkü büyük dönüşümün belirgin hale gelmeye başladığı 1990’lar ve 2000’lerde genel bir trend olarak sosyal bilimler uzun dönemli ekonomik-toplumsal dönüşümle ilgilenmeyi çoktan bırakmıştı. Bu yıllarda mikro-alan ve mikro-tarih çalışamaları moda olmuştu. Uzun vadeli toplumsal dinamiklerin analizinden kopuk bir şekilde, etnik, toplumsal cinsiyet ve diğer kimliklerinin “kurulması” üzerine yoğunlaşılıyordu. Akademisyenler, ki buna Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden de örnekler verilebilir, post-yapısalcı çözümlemelerin sınırlılığına ilişkin eleştirelliği elden bırakmışlardı. Esas itibariyle toplumsal yaşamın farklı alanlarında “iktidarlar” görüyorlar, bu iktidarlara tabi olan bireylerin “öznelliklerinin” nasıl “kurulduğunu” inceliyorlardı.

Fransa’da işçi sınıfının, kırsal alanlarda ve görece küçük şehirlerdeki orta sınıfların nasıl marjinalleştirildiğini “Toplum Yok: Batılı Orta Sınıfların Sonu” adlı kitabında[viii] ele alan Christophe Guilluy, Fransız akademisyenleri ve entelijansiyasına ilişkin önemli ipuçları verir. Sarı Yelekliler hareketi ortaya çıktığında Guilluy’ün kitabı büyük sükse yapar. Aslında Fransa’da yatırımların başka ülkelere kaymasıyla işçilerin işlerini kaybetmesi, eski orta sınıfların ise hizmet sektörü ve finansal faaliyetlerin yoğunlaştığı büyük şehirlerdeki zenginlikten pay alamayıp geçinemez hale gelmesi herkesin gözleri önünde gerçekleşmiştir. Guilluy’ün çalışmasını sağlam şekilde temellendirilmemiş olmakla eleştirip bir nevi görünmez kılmaya çalışan akademisyenlerin gözde gündemleri ise göçmenler ve dışlanan toplumsal kimlikler gibi konulardır. “Siyaseten doğruluk” adına ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı her fırsatta tutum alan Fransız akademisyen ve aydınlarının önemli bir kesimi, Sarı Yelekliler hareketi ortaya çıktığında bu harekete son derece mesafeli yaklaşmış, hatta zaman zaman onu yabancı düşmanlığıyla ve aşırı sağcı olmakla suçlamışlardır. Az sayıdaki muhalif Fransız entelektüel ise Sarı Yeleklilerinin “toplumsalın geri dönüşü”nü temsil ettiğini düşünür ve destekler.

Elbette sorun tek başına dışlanan toplumsal kimliklerin çalışılması ya da mikro-tarih incelemelerinin yapılması değildir. Kim ilke olarak bu çalışmalara karşı olabilir ki? Sorun daha ziyade, bu alanların akademide giderek konforlu alanlara dönüşmesi, gözde alanlar haline geldikleri için pek yaratıcılık gerektirmeyen çalışmalarla akademik kariyeri -belki de iktidarı- güvenceye almasıdır. Bu nedenle, son derece hissedilir bir toplumsal değişim gerçekleşirken bu değişimin altında yatan ekonomik ve sosyal dinamikler analiz konusu haline gelmez.

 ***

Sanıyorum pek çoğunuz gibi ben de bugünkü altüst oluşa nasıl geldiğimizi, toplumsal dinamiklerin nasıl büyük bir dönüşüm geçirdiğini açıklayabilecek çalışmalar bekliyorum. Belki o zaman insanlığın önüne hem açıklayıcı bir çerçeve konabilir hem de idealler somut bir program dahilinde yeniden tanımlanabilir. Immanuel Wallerstein’in yapmaya çalıştığı şey tam da buydu.

 

[i] I. Wallerstein’ın, kendi adlandırmasıyla “uzun 16. yüzyıl”dan I. Dünya Savaşı’nın başına kadar dünya kapitalist-sistemin gelişimi incelediği başyapıtı 4 ciltlik Modern Dünya Sistemi’dir. çev. Latif Boyacı, Yarın Yayınları, 2010, 2010, 2011 ve 2014.

[ii] Dünya-sistemleri analizi okulunun temel öncülleri hakkında bkz. Dünya Sistemleri Analizi: Bir Giriş, çev. Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy, bgst Yayınları, 3. baskı, 2108.

[iii] Çev. Taylan Doğan, bgst Yayınları, 2013.

[iv] Bkz. “Bir Dünya-Tarihsel Olay Olarak Fransız Devrimi”, Sosyal Bilimleri Düşünmemek içinde.

[v] Wallerstein’in bu konuyla ilgili analizleri için özellikle Etienne Balibar’la birlikte yazdığı şu kitaba bkz. Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, Nazlı Ökten, Matis Yayınları, 6. baskı, 2017.

[vi] Sistem-karşıtı hareketler konusunda özellikle dünya-sistemleri analizi okulunun kuramcılarının şu çalışmasına bkz.Immanuel Wallerstein, Terence K. Hopkins, Giovanni Arrighi, Sistem Karşıtı Hareketler, çev. Celal Kanat, Bülent Somay, Metis Yayınları, 3. baskı, 2015.           

[vii] Bu çabasıyla ilgili olarak özellikle şu kitaplara bakılabilir: Ütopistik ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri, çev. Taylan Doğan, bgst yayınları, 2018; Bildiğimiz Dünyanın Sonu, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 6. basım, 2019.

[viii] Bkz. No society. La fin de la classe moyenne occidentale, Champs-Flammarion, 2018.