Recep Tayyip Erdoğan’ın isimlendirdiği Barış Pınarı Harekâtı, göstere göstere geldi denilebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin müesses nizamı, devletin bekasına açık bir tehdit olarak değerlendirdiği Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) karşı bir harekat yapma istekliliğini çoktandır gösteriyor, ABD ile yıllardır bunun pazarlığı yapılıyordu. Yine de uluslararası toplum, ABD hilafına TSK’nın “Fırat’ın Doğusu”na bir harekât yapılabileceğine ihtimal vermiyordu. Neticede haklı çıktılar. ABD, aniden tavır değiştirdi ve Türkiye’nin ismiyle müsemma olmayan bu harekâtı başlatmasına yeşil ışık yaktı. Harekât, başlangıcı, gidişatı ve olası sonuçlarından kısmen bağımsız olarak hem bölge hem genel olarak dünya için büyük önem taşıyabilecek bir olaylar zincirini başlattı. Daha doğrusu, zaten başlamış bir olaylar zincirinde belirleyici halkalardan birisi oldu.

Anlamaya başlıyoruz ki dünya artık eskisi gibi, bildiğimizi sandığımız gibi değil. İttifakların, husumetin doğasının değiştiği, artık bir dünya sistem hegemonunun olmadığı, kaos yaratanlar ve kaostan beslenenlere gün doğduğu, fırsatçı pragmatizmin her türlü ilkenin yerini aldığı, ırkçılığın, milliyetçiliğin, popülizmin, yabancı düşmanlığının, irrasyonalizmin yükseldiği, parmak hesabının stratejik akla galebe çaldığı bir dünya… Kaos pınarlarının çağladığı bir dünya…

Belki Barış Pınarı Harekâtı’nın, yukarıdaki paragrafı hak etmeyen düz bir mantığın ürünü olduğu düşünülebilir. Nitekim, bu harekâtı ve parçası olduğu süreci Trump’tan hallice cümleler kurarak açıklamaya çalışma eğilimi çok güçlü. Değil mi ki Türkler, Kürtlere, Kürtlerin her türlü kazanımına karşıdır. PYD/SDG, Suriye’de ABD öncülüğündeki koalisyon ile girdiği işbirliği ile hem DAEŞ’in yenilmesinde anahtar rol oynamış, hem Suriye’ye olası bir özerkliğin koşullarını dayatacak güce erişmiştir. Tabiatıyla Türkler de tüm dünyayı karşısına alma pahasına, ABD’nin mahcup yeşil ışığı yahut ihanetiyle Kürtlere karşı bir soykırım, olmadı etnik temizlik, olmadı kırım harekâtı başlatmıştır.

Karşı uçta da benzer sığlıkta bir değerlendirme var: Değil mi ki Kürtler özerklikten öte, devlet kurma aşamasına geldiklerini düşünmekte ve bu muratları da yedi düvel ve özellikle de ABD, AB ve İsrail tarafından desteklenmektedir. Değil mi ki Kürtlerin Rojava devrimi sivil alanda Abdullah Öcalan’ın dikte ettirdiği özyönetim esaslarından etkilenmiştir ve askeri alanda PKK ile açık bir işbirliği söz konusudur. Şu halde Türkiye Cumhuriyeti’nin de Birleşmiş Milletler’in öngördüğü meşru savunma hakkını kullanarak bir ön alıcı saldırıda bulunması doğal karşılanmalıdır. Hattı zatında bu harekât Kürtlere değil, Kürtlerin temsilcisi olduğunu iddia eden PKK’ya karşıdır.

Kısa süren harekât sürecinde olan bitenler, meselenin tarafların beyanlarından çok daha karmaşık olabileceğini düşündürüyor. Bu kaotik ortamda hemen herkesin kafası en az Trump’ın çelişkili tweetleri kadar karmakarışık. Türkiye’yi NATO’dan atmak isteyenler ile ABD’nin çekildiği üsleri Rusya’ya bırakanlar aynı ülkede yaşıyor. SDG ve Suriye güçleri (Suriye ordusunun bakiyesi, İran ve Şii milisler) kuzeyde Türkiye’ye karşı safları birleştirirken, Suriye güçleri birer kamyonet ve Suriye ve Rus bayraklarını kapıp SDG hâkimiyetindeki yerleşim merkezlerine ve bu arada Rojava devriminin sembolü Ayn el Arab’a (Kobane) koşuştururken Deyrezor’da Kürtlerle boğaz boğaza girebiliyorlar. SDG ile Suriye rejimi arasındaki anlaşma, iki taraf arasında Türkiye karşıtlığından daha öte ve derin bir anlayış birliği olmadığını gösteriyor.

Barış Pınarı harekâtı başladıktan sonra her yerde ellerinde çetele, kimin kaybedip kimin kazandığı hesapları yapanlar oldu. (Yazının bütünlüğünü ve akıcılığını korumak için bu kısmı kısa tutuyorum. İsteyen okuyucu, Barış Pınarı Harekâtı’na yönelik uluslararası tepkilerin kısa bir derlemesi için metnin sonuna eklediğim bölüme başvurabilir.) Tabiatıyla bu akıllara göre insanlık, ABD, AB, Arap Birliği, BM idealleri, Fransa ve Almanya, Kürtler ve nihayetinde Türkiye kaybetmiş Suriye rejimi, İran, Rusya, hatta Çin ve elbette DAEŞ kazanan taraf olmuşlardı.

Teslim etmek gerekir ki bu yaklaşımların çoğunda doğruluk payı var. En azından taraflar, kendi yaklaşımlarını destekleyecek birçok olguya atıfta bulunabiliyor. Elbette otoriter ülke savcıları gibi, aksi yönde hiç kanıt toplamadan… Buna rağmen daha büyük bir resimle birlikte düşünüldüğünde, gündelik olup bitenlere, tweetlere, demeçlere, gerçek zamanlı veri akışına, medyaya, uzman analizlerine dayalı yapılan değerlendirmelerin aslında olup bitenin anlaşılmasına yardımcı olmadığı iddia edilebilir. Bu nedenle tabiri caiz ise büyük resme bakmayı öneriyorum. Başka bir deyişle Soğuk Savaş’ın ardından kapitalist dünya sistemin hegemonik ilişkilerinde, liderliğinde, uluslararası ittifakları, kurumlarında yaşanan gelişmelere bir göz atmak bize yararlı bir yol haritası sunabilir.

1. Amerika Birleşik Devletleri’nin Küresel Hegemon Olarak Gerileyişi

Kapitalist dünya-sistemin artık yeni bir konjonktürde yeni bir stratejik yapılanmanın eşiğinde olduğu ileri sürülebilir. Soğuk Savaş öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler ışığında, kurumların, ittifakların yaşadığı büyük erozyon nasıl değerlendirilmeli? Düzenleyici, derleyici toparlayıcı bir lider ülke ya da ülkeler ittifakının artık olmadığı, belki de bu nedenle bodoslama kaosa doğru giden bir dünya?.

Bu bölüm, elbette II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya-kapitalist sistemin ve ekonomik, politik, askeri, kültürel kurumlarının liderliğini üstlenmiş olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile başlamalı. Bugün her melanetin kaynağı, bitmez tükenmez bir güç, haberi olmadan kuş uçmayan bir zorba olarak görülse de tarihsel olarak bakıldığında şanlı ABD hegemonyası, dünya sathında görülmüş diğer hegemonyalara, sözgelimi Büyük Britanya İmparatorluğu’na kıyasla çok daha kısa sürecekmiş ve çok daha ‘başarısız’ olmuş gibi görünüyor. ABD belki hâlâ açık ara dünyanın en güçlü ülkesi, ama hegemon sıfatını hak etmek için bu yeterli değil. ABD, hegemon sıfatının tescillendiği II. Dünya Savaşı’nın ardından başlattığı savaşların hepsi değilse de büyük bölümünden yenilerek ayrılmış; bu savaşları bitirememiş bir güç… Kore, Vietnam, Afganistan, Irak ve şimdi de Suriye… Kaybettiği her savaşın ardından müdahale ettiği ülkeleri büyük bir yıkımın eşiğine getirebilme gücünün olması, bu savaşlardan galip ayrıldığı anlamına gelmiyor. Hamiliğini üstlendiği ülkeleri ve devlet dışı aktörleri, sözgelimi Gürcistan ve Ukrayna’yı (Kırım ve pek yakında Donbass), Filipinler’i, Türkiye’yi, Kürtleri tek tek ‘yarı yolda bırakmayı’ (ya da yönetemeyerek kontrolünden çıkarmayı) başararak parçalanmalarına, başka ittifaklar aramalarına neden olmuş muhteşem bir dış politikaları var. Amerika’nın meşhur realist dış politika okulu çoktandır yeni mezun vermiyor. Düşünce kuruluşları, Yeni-Muhafazakâr (Neo-Con), Evanjelist ve pek tabii İsrail lobilerinin maaşlı tetikçileri olarak işlev görüyor. Evvelki tedrisattan geçmiş bilge adamların hem sayısı çok azaldı hem de sesleri çıkmıyor/çıkamıyor.

ABD’de Donald Trump kalibresinde bir liderin iktidara gelebilmesi, aslında sair ülkelerde, örneğin İngiltere’de Boris Johnson, Fransa’da Emmanuel Macron, İtalya’da Silvio Berlusconi, Rusya’da Vladimir Putin’in iktidara gelebilmiş olmasından çok da farklı değil. Bu durum, dünya çapında kontrolden çıkmış ilkesiz, fırsatçı, pragmatist, irrasyonel, popülist, otoriter liderlerin küresel politikayı etkileyebilecek bir güce, iradeye kavuşmuş olduklarını gösteriyor. Yaşadıklarımız belki neoliberal ekonominin kâr maksimizasyonunu tek ilke belleyip tüm değerleri ve ilkeleri yerle bir eden postmodern apolitik sosyolojisi ile açıklanabilir. Popülizm, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, türcülük, homofobi, köktendincilik artık toplumları otoriter iktidarları desteklemeye ve yeniden üretmeye teşvik eden başat ideolojik motifler… ABD, bu süreçte sadece izleyici olarak kalabildi. Yumuşak gücünü, başka bir deyişle dünya sistemin bileşenleri olan ulus devletlerin siyasi iktidarlarına ayar verebilme, hizaya getirebilme, Arap Baharı gibi ulus aşırı toplumsal hareketlere yön verebilme gücü ve kapasitesini büyük oranda yitiren ABD, bilinen son iki askeri darbe girişiminde de (Türkiye ve Venezuela) başarısızlığa uğradı. ABD hegemonyasının beklenmedik ölçüde hızlı çöküşünün önemli göstergelerinden birisi de bu hegemonyanın temel kurumları olarak BM, NATO, AB, IMF, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü diye devam eden uzun bir listedeki hemen her örgütün yaşadığı darboğaz ve/veya işlevsizleşme eğilimidir.

Buraya kadar kısaca özetlemeye çalıştığım çöküş konusunu daha önce “Çok Alametler Belirdi…” başlıklı bir yazımda ele almaya çalışmıştım. Ayrıntılar için 2014 tarihli bu yazı daha çok fikir verebilir. Binaenaleyh, çöküşün artık ayan beyan ortaya çıktığı son dönem ABD manzarası ile devam etmek istiyorum.

Hangi ABD?

Eskiden bir ABD var bilirdik. İç politikasını zaten anlamaz, dış politikasının ise istikrarlı ve rasyonel olduğunu (üzerinde uzlaşılmış ABD çıkarlarını üstün tuttuğunu) düşünürdük. En son ABD’nin Suriye’den çekilmesi ve neticede Kürtlere ‘ihaneti’ olarak yaşanan süreç ABD iç ve dış politikasının akıl ve mantıkla, daha doğrusu eski paradigmalarla kavranamayacak ölçüde alt üst olmuş yapısını ayan beyan ortaya koydu.

Trump’ın iki adım ileri, üç adım geri, iki adım sağa, bir adım sola şeklinde yalpalar gibi görünen politika tercih ve beyanları ABD iç politikasının köşe taşlarını oluşturan hemen her güç merkezinin meşrebine uygun mesajlar içeriyordu. ABD’nin dış politikasının, başkanlar değişse bile hep tek ve değişmez olduğunu düşünenler için büyük bir şok! Bir yanda ABD’nin, İsrail’in gönlünü hoş tutmak ve bittabi bekasını kaim kılmak için Ortadoğu’dan çekilmek bir yana İran’a karşı da yeni bir cephe açarak varlığını kalıcılaştırması, Kürtler ile kurduğu ‘taktik’ işbirliğini yeni, Batı ve İsrail yanlısı operatif bir devletle taçlandırması gerektiğini savunan İsrail lobisinin Cumhuriyetçi ve Demokrat Partili temsilcileri… Öte yanda, ABD’nin son dönemde tüm savaşlardan yenilgiyle çıkmasını garanti eden ‘parlak’ bir kurmay kademesine sahip CENTCOM’un (Merkez Komutanlığı) stratejiyi, taktik saha operasyonları ile bir tutan kafa karışıklığının baskın olduğu Pentagon… Bir yanda, hâlâ ulus devlet anlatısına, örfüne ve adetine uygun davranmak isteyen Dışişleri Bakanlığı’nın mahcup bürokratları… Bir yanda Türkiye ile NATO teşriki mesaisinde bulunmuş eski askerlerin Türkiye’yi kaybediyoruz nidaları… Bir yanda sahada Kürtlerle silah arkadaşlığı yapmış ABD Özel Kuvvetleri üyelerinin belirlediği, medyanın üstüne zıpladığı romantik ittifak ve müttefiklik tanımları… Bir yanda Türkiye’yi, Türkleri ya da insaflıysa Erdoğan’ı bir nefret nesnesi olarak, Kürtleri ise bir arzu nesnesi olarak gören, yansıtan, tartışan kitlesel medya… Bir yanda birbirinin tıpkısı mesajları, aynı medyatik manipülasyonları, aynı propaganda yalanlarını, aynı argümanları farklı cümlelerde analiz niyetine kullanan düşünce kuruluşu yazarları… Bir yanda sesi çıkmasa da Trump’ın Türkiye ile ilişkileri ilelebet bitirme potansiyeli olan bir Kürt devleti projesinde geri adım atmasında etkili olduğu anlaşılan sessiz Atlantik muhipleri…

Paradoks gibi görünse de “Türkiye’nin ekonomisini mahvedeceğim, ahmaklık etme Erdoğan…” derken alttan operasyona da yeşil ışık yakan, türlü ekonomik sorunlara boğduğu geniş yığınlara mülteci karşıtlığının yanı sıra “sonsuz savaşların bir tarafı olarak daha fazla dolar akıtmayacağız” mesajını veren Trump bu manzarada tek istikrarlı, ne istediğini bilen, seçmenlerini kollayan isim, hatta parlak bir politikacı olarak sivriliyor bile denebilir. Azil soruşturmasını destekleyen Demokratların Hillary Clinton ve Joe Biden’da simgeleşen şahin tavırların ABD kamuoyunda -ama medyasında değil- pek rağbet bulmadığı aşikâr. Benzer bir durum, Trump’tan daha beter bir savrulma hali yaşayan Cumhuriyetçi Lindsay Graham ve önüne konan her ‘veriyi’ doğru kabul edip paylaşan saftirik Demokrat Chris Van Hollen için de geçerli. Sonuçta ABD toplumuna önerdikleri şey tekrar sahaya dönelim, trilyonları akıtmaya devam edelim, Kürtleri koruyalım, İran’a savaş açalım, İsrail’i yalnız bırakmayalım şeklinde… Karşılığı yok. Gerçekten de Bernie Sanders gibilerinin çıkıp iki lakırdı etmesinin tam zamanı belki de… O da hastalandı…

Kendisini “çok istikrarlı dâhi” ve “fevkalade ve benzersiz bilgeliğe sahip” birisi olarak tanımlayan Trump, “Amerika Birinci” gibi muğlak ve sakil bir sloganda özetlediği popülist politikalarıyla kendi kitlesini konsolide ederken ABD’nin müesses nizamının büyük bir kanadını karşısına aldı. Üstelik, iktidara da bu kanat sayesinde yürümüştü. Bunu yaparken de Rusya ve Çin ile süregiden eli kulağında ‘esas savaş’ yani ‘savaşların anası’ için Türkiye’ye çok ihtiyaç olacağını idrak eden Atlantikçi sessiz güç odaklarının desteğini almış görünüyor. Şimdilik bu Amerika bir adım önde gibi görünüyor. Bununla birlikte, diğer Amerika’yı dengelemek için süre kazanmaya çalıştığı da aşikâr. Türkiye’yi zorladığı ateşkes antlaşmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

Tüm bunların sadece ABD açısından değil tüm ittifak ve dünya için kaos habercisi olduğunu kaydedebiliriz. Herhangi bir düzenleyici hegemonun olmadığı, Trump kalibresinde, tıynetinde, zihniyetinde liderlerle yönetilen bir dünyayı açıklamak için henüz yeterli analitik enstrümana sahip değiliz. Bize bugün kaos olarak gelen şey belki de yeni jeopolitik ve jeostratejik gerçekliğimiz. Buna hiç hazır değiliz. Bu tür gelişmelerin sahaya askerini sürme konusunda bir tereddüdü olmayan güçlerin giderek daha fazla söz hakkına sahip olduğu, zorbalığın uluslararası toplumun yeni iletişim biçimi haline geldiği, ulus-devletlerin kabileleştiği bir süreci kışkırtması muhtemel. Peki nasıl bu hale geldik?

2. Soğuk Savaşın Galiplerinin Yenilgisi

Atlantik İttifakı’nın, ABD’nin katıksız askeri gücü ve siyasi ağırlığı ve Avrupa’nın yumuşak gücü sayesinde Soğuk Savaş’ın ardından sistem dışı kalan ya da karşı kampta, Varşova Paktı’nda saf tutmuş ülkeleri dünya-sisteme Batı kontenjanından yeniden entegre etme projesi başlardaki iddialı adımların ardından hızla büyük bir başarısızlığa doğru evirildi. Atlantik ittifakının Balkanlar’da olduğu gibi savaş ya da Orta Avrupa ülkeleri için olduğu gibi AB genişleme ve komşuluk politikalarıyla başlarda kaydettiği ilerleme çok geçmeden iki büyük engelle karşılaşacaktı. Kaba gücün ve yumuşak gücün sınırları…

Oysa dönemin nefret nesnesi İran, Suriye, Irak ve Kuzey Kore, namı diğer Haydut Devletlere karşı piyasa ekonomisi, insan hakları ve demokrasi şiarı etrafında birleşen Batı dünyası için her şey güzel gibiydi. Öyle ki Francis Fukuyama’ya göre tarihin sonu gelmişti. İnsanlık daha ne kadar ilerleyebilirdi ki? Değil mi ki AB büyük bir barış projesi ve demokrasi çıpası olmuştu? Soğuk Savaş’tan benzersiz bir kibir ve Batı-merkezcilikle donanarak çıktığı daha sonra anlaşılacak olan Batı dünyasının nabzını tutan Samuel Huntington ise geleceğin kaçınılmaz çatışmasının artık jeopolitik esaslara dayalı olmayacağını, medeniyetler arasında gerçekleşeceğini vaz ediyordu. Batı medeniyet ve kültürünün muteber olduğu Uzak Doğu ve zaten Avrupa’nın haylaz parçası olan Rusya’yı dışarıda bıraktığınızda, Batı-karşıtı kamp kabaca bir İslam parantezine alınabiliyordu. İslam karşıtlığının Avrupa ve genel olarak Batı’da ne kadar yerleşik olabileceğini Huntington daha baştan sezmiş olabilir, ancak şimdilerde İslamofobi olarak tanımlanan bu gayri medeni haslete Doğu’dan da medeni bir karşılık gelmeyecekti. Soğuk Savaş’ın ardından yürütülen Atlantik ittifaklarının en önemli doğrudan sonuçlarından biri, teknoloji, medya, sosyal medya ve postmodern dünyanın tüm nimetlerini kullanmakla birlikte esasen kafa kesme konusunda maharetini sergileyen El Kaide ve DAEŞ gibi örgütlerin ortaya çıkışı oldu. El Kaide’nin hücre tipi, sistem dışı kalarak yürüttüğü örgütlenme 11 Eylül saldırısını ortaya çıkarırken, DAEŞ devletleşme yolunu seçerek uzun süreyle Irak ve Suriye’nin büyük bölümünde hâkimiyetini sürdürdü ve küreselleşerek Nijerya’dan Libya’ya, hatta Afganistan’a kadar uzandı.

Art arda yaşanan ve artık kronikleşen küresel ekonomik krizler de Atlantik ekseninin Soğuk Savaş sonrası dünyayı yönetme konusundaki eksikliğinin en büyük göstergelerden birisi oldu. Kriz, her zaman olduğu gibi, esasen gelişmekte olan ülkeleri vuracaktı. Bununla birlikte ABD ve AB üzerindeki etkileri de kalıcı ve travmatik oldu.

Kaba Gücün Gerileyişi

ABD’nin milyonlarca insanın ölmesine, yaralanmasına, mülteci konumuna düşmesine, devletlerin çözülmesine, yıkılmasına neden olan Irak ve Afganistan maceraları, sadece askeri olarak hüsranla sonuçlanmadı, aynı zamanda da insan hakları ve demokrasi gibi şanjanlı bahaneler manzumesini olası savaş gerekçeleri arasından çıkardı. Her iki ülke de bir daha iflah olmadı. Olacak gibiye de benzemiyor. Her ikisi de şimdi şu ya da bu küresel veya bölgesel gücün taşeron gruplarla varlık ve rant mücadelesi verdiği ve köktendinciliğin Vahabi ve Selefi sürümlerinin serpilip militanlaştığı, örgütlenip küreselleştiği, dünyanın başına dert olduğu bir süreci başlattı. Soğuk Savaş döneminin Yeşil Kuşak projesinin iyi çocukları, tarifsiz bir vahşetin özneleri oluverdi. ABD, art arda Irak, Afganistan ve Suriye girişimlerinden istediği sonucu elde edemeyerek çıktı. Irak’ta artan İran etkisi ve Şii mezhepçi uygulamalar, DAEŞ’in bu kitlesellikte ortaya çıkışı için uygun koşulları oluştururken Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ileride bir devlet olasılığı veya güçlü özerklik için bel bağladığı Kerkük’ü tek kurşun atmadan merkezi hükümet güçlerine teslim etmek zorunda kaldı. Afganistan’da sonunda Taliban ile masaya oturuldu. Muhtemel, ABD kuvvetlerinin güvenli bir biçimde ülkeyi terk etmeleri dışında bir sonuç üretmeyecek bir yenilgi anlaşmasının eli kulağında denebilir. Suriye’de durum ortada. ABD sadece sahadaki bir numaralı ortağı olan, savaşma azimlerini, yiğitliklerini, laikliklerini yere göğe sığdıramadığı Kürtleri tek tweetle satmakla kalmadı. Sınırdan uzak tutmak için bin bir çaba sarf ettiği Türkiye’nin harekâtına yeşil ışık yaktı. Hatta Barış Pınarı harekâtı sırasında daha önce Türk savaş uçaklarının Suriye’nin kuzeyinde saldırı düzenlemesini önlemek için kullandığı GPS karartma gibi zorlaştırıcı önlemlere bile başvurmadı. Dile kolay on bir bin Kürt kayıp sayesinde yakalanan DAEŞ’li militanların kargaşada serbest kalma olasılığı ortaya çıktı. Bununla da kalmadı, Suriye’de petrol bölgesinde bayrak gösterecek birkaç özel kuvvet birliği dışında Suriye’den tümüyle çekileceğini açıkladı. Böylece İsrail’e de ters düştü. Deyim yerindeyse kimseye yaranamadı.

ABD, doğrudan sıcak savaşa müdahil olmadığı ancak bayrak göstererek, hami ve garantör olduğunu vurgulayarak arkasını sıvazladığı birçok ülkenin hızla çözülerek Rusya ve Çin gibi ebedi antagonistlerin etki sahasına girdiğine tanık oldu. Önce Gürcistan ile başlayan süreci, Filipinler ve Ukrayna izledi. Dünya yıkılsa ABD ile müttefiklik ilişkisini bozmak istemeyen Türkiye’yi elleriyle Rusya ile ilkesiz bir ilişki geliştirmeye itti. Türkiye’nin S-400 füze sisteminin alınmasına karşılık F-35 projesinden ihraç edilmesi bu sürecin başlangıcını değil sonunu temsil ediyordu.

Yumuşak Gücün Gerileyişi

Öncelikle AB’nin merkez ülkeleri sahip oldukları büyük refahı, AB yoluyla dünya-sisteme entegre olan ülkelerle paylaşarak pastayı demokratikleştirmek yerine giderek söz konusu ülkelerin ekonomilerini esir almaya yöneldi. Bizdeki eski bir sloganı hatırlatırcasına… “Onlar ortak, biz pazar”… Merkez ülkelerle periferi ülkeleri arasında siyasi eşitsizliği ima eden vites metaforu ile patronluk taslanmaya başlandı. Bu sürecin iki dolaysız etkisi oldu: Birincisi, AB üyesi ülkeler farklı dış politika, çevre, enerji, sanayi politikaları geliştirdi. Dolayısıyla da geçtiğimiz günlerde Macron’un yeniden andığı Avrupa Ordusu nasıl gerçekleşemediyse, ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel olarak tek bir AB devleti ya da en azından bu alanlarda ortaklaşan ülkeler ittifakı düşüncesi de fena halde aksadı. İkincisi ise, AB’den yeterli ekonomik ve siyasi desteği göremeyen eski Doğu Bloku ülkeleri jeopolitik olarak çıkarlarını ABD ile yakınlaştırdı. ABD, bu ülkeler aracılığıyla AB içinde beklenmedik bir etki sahibi oldu. Böylelikle AB ülkeleri giderek ‘milli’ politikalar izleyen, birbirlerinin altını oyan, birlik fikrinden ve özellikle de Kopenhag kriterleri gibi temel demokrasi belgeleri etrafında ilkesel bir birlik fikrinden uzaklaşmaya başladı. Nihayet Brexit’e kadar gelindi.

Bu gelişmeler, AB’nin bırakalım küresel konuları, bölgesel sorunlarda bile etkisiz kalmasıyla sonuçlandı. AB ülkeleri, Irak Savaşı ve Afganistan deneyimlerinden sonra ABD öncülüğündeki askeri girişimlere zaten daha mesafeli davranmaya başlamışlardı. Arap Baharı gibi esasen demokrasi isteğiyle isyana kalkan Arap halkları karşısında utanç verici bir suskunluk sergilediler. ABD’nin Ortadoğu’da bildik diktatörlerle devam stratejisine zımni destek verdiler. AB ülkelerini harekete geçiren, daha doğrusu kımıldatan tek şey ise zaman zaman AB topraklarına da sirayet eden köktendinci teröre karşı savaş oldu. Buna rağmen, sözgelimi Suriye’de DAEŞ karşıtı koalisyonda, alana postalını basacak asker yerine hava kuvvetleri ve ekonomik, siyasi destek vererek yer aldılar. Türkiye, şimdiki Türkiye değilken, Suriye savaşı daha başlamadan, Esad halkını bombalarken yaptığı uçuşa yasak bölge teklifini reddettiler. Mısır’ın seçimle işbaşına gelen ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi yerine darbeci Sisi’yi desteklediler. Savaş ilerleyip de DAEŞ gerçek bir tehdit olarak baş gösterdiğinde ise sorunla kendileri yüzleşmek yerine Kürtlere ekonomik, siyasi ve askeri destek vererek savaşı onların üstüne yıktılar. Sonra da, yine şekilde görüldüğü gibi, sahada maddi, etkin, gerçek sonuç üretmeyen üzüntü mesajları dışında sessiz ve eylemsiz kalarak samimiyetsiz bir biçimde Kürtlere ihanetlerini perçinlediler.

AB’nin DAEŞ’i ortaya çıkaran nedenler ve yerleşik, köklü İslamofobi konusunda özeleştiriden yoksun tutumu, belki kaçınılmaz olmayan, ama beklenen Türk-Kürt çatışması sonucu DAEŞ’li tutukluların gardiyansız kalmaları ve DAEŞ’in tekrar güçlenmesi olasılığından tek başına Türkiye’yi sorumlu tutmalarını beraberinde getirecek kadar fütursuzdu. Eller hep temiz kalacaktı. Kendi yurttaşları olan DAEŞ militanlarını kabul etmemek bir yana, bu militanların Suriye içinde yargılanmaları konusunda bile bir adım atmıyorlardı.  Bu militanların çoğu için daha savaşa katılmadan önce AB makamları bilgilendirilmişti, ama AB yetkilileri militanların diyelim ki Heathrow, Charles De Gaulle veya Berlin Brandenburg havalimanlarından cihat otoyolu olarak tanımlanacak Türkiye’ye geçişlerine ilişkin bir önlem almamış, Atatürk Havalimanı’nda ele geçirilmelerini ummuştu.

3. Soğuk Savaşın Mağluplarının Silkinişi

Savaş sonunda Rusya’yı hatırlayalım. Birliklerinden çaldıkları tankları karaborsada pazarlayanlar, hayatta kalabilmek için bedenlerini satmak zorunda kalanlar, Rus pazarları, bir gecede el değiştiren milyarlarca dolar, mafya, ABD denetiminde sökülen nükleer başlıklar… İşgal altında bir ülke… Küresel siyasette esamisi okunmayan iflas etmiş, değerler sistemi çökmüş bir ülke. Rusya o dönemden bu yana kısa sayılabilecek bir sürede kendisini toplayabildi.

Rusya’nın silkinişi yaygın olarak Putin’e atfediliyor. Yanlış da değil. Neticede Vladimir Putin, Ruslara özgüvenlerini ve ulusal onurlarını yeniden kazandıran, ülkenin etki sahasını neredeyse SSCB sınırlarına kadar genişleten, türlü Batı yaptırımına rağmen dimdik duran, muhaliflerini bin bir şekilde ortadan kaldırarak hülleci Medvedev marifetiyle iktidarı yıllardır bırakmayan bir kişi oldu. Putin ve Suni Denge Stratejisi adlı yazımda daha ayrıntılı ele aldığım gibi mesele Putin’in başarısından daha çok Atlantik İttifakı’nın yukarıda özetlemeye çalıştığım gerileyişi ve Putin gibi pragmatik ve fırsatçı liderlere büyük bir çatışmaya girmeden ve büyük bedeller ödemeden etki sahasını genişletmeye olanak tanıması ile ilgili. Putin, Atlantik İttifakı ile bodoslama karşı karşıya kalacağı senaryolardan uzun süre sakındı. Şimdi ise S-400 konusunda olduğu gibi utangaç da olsa kararlı bazı adımlar atabiliyor.

Rusya’nın silkinişini yeni bir hegemonun, dünya-sistemin yeni patronunun gelişi olarak selamlayanlar, Türkiye’ye bir an evvel kazananların tarafına geçmesini salık verenler, namı diğer Avrasyacılar var. Bir kısım Atlantikçinin FETÖ’cü darbelerinden ufak sıyrıklarla kurtulduğu anlaşılan Avrasyacılar, Recep Tayyip Erdoğan ile hemen yeni bir ittifak oluşturarak müesses nizamımız içindeki ayrıcalıklı yerlerini korumayı başardılar. Bu iyimser taifeye rağmen Rusya yeni bir hegemon adayı değil. Hala daha Atlantik İttifakı’nın sınırlarında, bir sonraki belirgin hatadan yararlanmaya çalışan bir fırsatçı portresi çiziyor. Üstelik ülkesi ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri olarak bir dünya liderliği için yeterli enstrümanlara sahip değil. Hatırlarsak, Soğuk Savaş’tan sonra tek kutuplu dünya mimarisine karşı Rusya’nın en büyük dileği ve özlemi çok kutuplu dünya olmuştu. Rusya’nın stratejik olarak sınırı da burada yatıyor denilebilir. Kısmen Çin’in de desteği, Şah döneminin güçlü ABD müttefikliğinden baş ABD karşıtlığına terfi eden İran gibi bölgesel güçlerin sempatisi ile Atlantik karşısında bir denge oluşturmak ve Türkiye gibi küskün Atlantik müttefikleri yoluyla Atlantik İttifakı’nın ayan beyan ortaya çıkan çatlağını genişletmek.

4. Kürtler ve Nihayet Türkiye

Suriye iç savaşının başlangıcında Esad, İslamcı muhalefet ve cihatçı çetelerle (El Kaide, sonra El Nusra, sonra Hayat Tahrir Şam (HTŞ) ve Irak’tan serpilen DAEŞ bu manzumeye daha sonra eklendi) baş edebilmek için Kürtlerin tarafsız kalmasını sağlayarak Suriye’nin kuzeyindeki birliklerini sıcak noktalara kaydırmıştı. Bu adım, Suriye’nin kuzeyinde savaşın yıkıcı etkilerinden göreceli olarak uzak kalan bir coğrafi bölge yarattı. Kürtler kısa sürede bu fırsatı sivil özyönetime dayalı ekolojik ve demokratik bir deneyimi inşa etmek için kullandı. Bu deneyim daha sonra Rojava Devrimi olarak anılacaktı. Rojava Sözleşmesi, bölgedeki tüm halkların yönetimde hak sahibi olmasını öngörüyordu. Ağırlıklı olarak Abdullah Öcalan’ın fikirlerinden yararlanan yeni Kürt hareketi sivil toplumu güçlendirerek, özsavunma birlikleri kurarak savaşı bir süre söz konusu sınırların dışında tutmayı başardı. Tüm dünyadaki devrimciler için bu deneyim yeni bir cazibe merkezi olmuş, Zapatista Hareketi’yle karşılaştırılmaya başlanmıştı. Ne yazık ki bu deneyim, DAEŞ, PYD kontrolündeki alanlarda hızla ilerleyerek devrimin simge kenti Kobane’ye kadar dayanınca ve özsavunma, başka bir deyişle devrimi korumak birinci öncelik haline gelince hızla militerleşmeye başladı ve uluslararası güçlerin dahil olduğu bir sürece evirildi.

Kürtler, devrim sürecinden itibaren uluslararası ilişkilere özel bir önem vermiş, Rojava deneyiminin Türkiye de dahil olmak üzere komşulara bir tehdit oluşturmadığı ve Suriye’de giderek tırmanan iç savaştan sonra yeni Suriye için başarılı, işleyen bir model olduğu fikrini işlemeye başlamıştı. Nitekim, Türkiye Cumhuriyeti ile başlayan resmi görüşmeler, açılım döneminin de rüzgârıyla taraflarca ‘verimli’ olarak niteleniyordu.

Savaştan önce Suriye’nin dünya sisteme entegrasyonuna resen aday olan Türkiye, Suriye’de Arap Baharı ilhamlı ilk muhalefet dalgası başladığında Esad’a demokrasi vaazları veriyordu. Neticede Suriye, Sünni ağırlıklı bir nüfusa sahip olmasına rağmen bu nüfus yönetimde yeterince temsil edilmiyordu. Nüfus ağırlıklarının yönetime daha iyi yansıyacağı bir reform paketi ile Suriye’nin bu vartayı atlatacağı düşünülüyordu. Ne var ki Esad’ın sivil muhalefete yanıtı son derece sert oldu. Esad kendi kentlerini bombalamaktan çekinmedi. Suriye muhalefeti ve Sünni Araplar da hızla radikalleşti ve köktendinci çetelerin insan havuzu kendiliğinden oluştu. Türkiye bu sefer de ‘ılımlı’ İslami muhalefeti örgütlemek üzere topa girdi. El Kaide ve sair vahşi örgüt alana girmeden müttefikler ılımlı muhalefeti desteklemeli, eğitip donatmalıydı. Suriye’nin kuzeyinde bir uçuşa yasak bölge tesis edilmeliydi. Artık Esad hedefe yerleşmişti. Atlantik İttifakı’nın lider ülkeleri ise başka bir stratejiyi daha akla yatkın buluyordu. Buna göre, Suriye iç savaşı taraflardan hiçbirisinin net bir üstünlük sağlamadığı bir yıpratma savaşı olarak sürmeliydi. Bunun nedeni küresel güçlerin henüz Arap Baharı ve Suriye’nin geleceği konusunda anlaşamamış olması, bölgede yenilenecek seçimlerin İslamcı hükümetlerin önünü açacak olması endişesi (bkz. Mısır) ve İsrail’in güvenliği ve bekası konusundaki ısrarlı Atlantik tutumuydu.

Suriye muhalefetinin giderek radikalleşmesi ve cihatçı çetelerin egemenliğine girmesi bu yaklaşımın hem doğrudan bir sonucu hem de yeniden üretilme gerekçesi oldu. Her ne kadar ABD, AB ve NATO, Suriye konusunda bir görev üstlenmek istemese de başlarda Türkiye-Katar ve öte kanatta Suudi Arabistan-BAE-İsrail ittifaklarının Suriye içinde farklı ve rakip odakları desteklemesine ses de çıkarmadı. Türkiye ve Katar, ülkenin kuzeyindeki muhalifleri, Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) eğitip donatırken, diğer kanat El-Kaide’nin önce El Nusra, daha sonra Hayat Tahrir Şam (HTŞ) olarak devam eden mevcudiyetini mümkün kılan bir destek politikası yürüttü. Batı ve Kürt medyasındaki aksi yöndeki belagate rağmen paradoksal olarak cihatçı örgütlere en büyük destek veren kanat, Atlantik İttifakı’nın dolaylı destek verdiği bu ikinci kanattı. Hatta bu süreç içinde Suudi Arabistan ve Katar arasında hangi İslamcıların destekleneceği konusunda yaşanan çatışma, Suudi Arabistan’ın Katar’a ambargo uygulayıp sınırlarını kapatması derecesinde sertleşecekti. Hayat Tahrir Şam (HTŞ), Suriye’de rejim güçlerinden daha çok Türkiye ve Katar’ın etki alanında bulunan veya etkisi altına girme olasılığı bulunan gruplara karşı kullanıldı. İdlib bölgesinde, Astana süreci sabote edildi. Türkiye’nin ateşkes gözlem noktaları artık kendi desteklediği muhaliflerin değil HTŞ’nin kontrolü altındaki bölgelerle Suriye rejimi arasında bir bariyer oluşturuyordu.

Bir parantez açalım: Türkiye-Katar ikilisi ile Suudi Arabistan-BAE-İsrail ekürisi, sadece Suriye’de değil sözgelimi Libya’da da mücadele halinde. Doğu Akdeniz hidrokarbon kaynaklarını ve münhasır ekonomik bölgelerini ABD-AB’nin desteği, Mısır, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan’ın bölgesel katkısı ile kendi aralarında bölüşme, bu meyanda Kıbrıs Türkleri ve Türkiye, Filistin, hatta Suriye’yi devre dışı bırakma  girişimi devam ediyor. Buna karşılık Türkiye, bir yandan donanma desteğiyle, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek taraflı olarak münhasır bölge ilan ettiği alanlarda petrol ve doğal gaz sondajları yaparken bir yandan da Libya’da BM tarafından tanınan Libya Hükümeti’ne her türlü askeri, ekonomik ve siyasi yardımı sağlıyor. Libya hükümeti, Suudi Arabistan ve BAE tarafından sınırsız desteklenen Hafter birliklerine karşı kanlı bir iktidar mücadelesi veriyor. Parantezi kapatalım.

DAEŞ’in medeni dünyanın gözleri önünde giderek yükselişi (bkz. “IŞİD’i yok etme, hareketlerini kısıtla…” ve “Teskere, İŞİD ve Kobane Direnişi”) ve özellikle Atlantik çıkarlarına hiç karşı gelmeden ve neredeyse dokunulmaz kalarak gücünü artırdığı senelerden sonra birden Musul’dan Deyrezor’a petrol bölgelerine dayanan devletleşme emareleri ve iradesi, Atlantik İttifakı’nın Suriye iç savaşına bakışını kökten değiştirdi. Buna rağmen, Türkiye’nin süreç içinde birkaç kez Atlantik müttefiklerine ilettiği birlikte kara operasyonu çağrıları karşılık bulmadı. ABD’nin deyişiyle Türkiye’nin teklifi on binlerce ABD askerinin sahaya inmesini gerektiriyordu. Atlantik İttifakı verilecek büyük kayıplar nedeniyle kendi ülkelerinde iç politikada sıkıntı yaşamak yerine aynı zamanda siyasi ve ekonomik maliyet açısından da rantabl olan başka bir seçeneğe yöneldi: Kürtler.

Kobane’ye sıkışan Kürt direnişi, ABD’nin başlarda son derece kısıtlı başlayan hava desteği ile tekrar ayakları üzerine kalkacak, başlarda verilen dolaylı ve sınırlı yardımlar, daha sonra on binlerce TIR’ın dahil olduğu büyük bir silah, mühimmat, eğitim ve lojistik desteğine dönüşecekti. Kürtlerin, ABD liderliğinde oluşturulan DAEŞ karşıtı koalisyonun devreye girmesiyle giderek etki sahalarını genişleterek Rojava Devrimi’nin ‘doğal’ sınırlarını aşma süreci Türkiye’de müesses nizamın zaten hiç susmayan beka alarm zillerinin daha güçlü çalmasına neden oldu. Zira YPG artık özsavunma alanlarının ötesinde ABD liderliğindeki DAEŞ karşıtı operasyonun sahadaki askeri gücü haline geliyordu. Türkiye gocunmasın diye hareketin adının Suriye Demokratik Güçleri olarak değiştirilmesi ve Arap ve Hıristiyan Suriye yurttaşlarından sembolik katılımlarıyla zenginleştirilmesi de fayda etmedi. Sonuç olarak YPG, ABD’den yoğun askeri eğitim ve yardım almaya başladı ve ordulaşma yoluna gitti. YPG açısından devrimin giderek militerleşmesi ve ordulaşmanın hem bir tercih hem bir zorunluluk olduğu söylenebilir. ABD ile taktik birliktelik, DAEŞ’le mücadele gibi doğru bir amaç için savaş Kürtlerin uluslararası görünürlüğünü ve sempatiyi artırmanın yanı sıra Türkiye gibi hasmane bölge ülkelerine karşı da bir şans elde etmelerini sağlıyordu. YPG ile ABD giderek yakınlaşırken daha önce Suriye rejimi ve Rusya ile kurulan ve nüfus cüzdanı bile verilmeyecek ölçüde tanınmayan Kürtlerin, savaş sonunda Suriye’de kısmi özerkliğe kadar uzanabilecekleri umudunu taşıyan ilişki bozuluyordu. PYD’nin militarizasyonu, PKK’nın (Kandil’in) hareket içindeki etkinlik ve manevra sahasını da genişletti. Sözgelimi ordunun başına Türkiye içindeki çeşitli PKK operasyonlarında komuta kademesinde yer alan Mazlum Kobani (Şahin Cilo) geçti. Kürtler, ABD ile Suriye’de işbirliği yaparak daha maksimalist talepleri gündeme getirilebilecek ölçüde güçlenebileceklerini öngörmüştü.

Avrasyacılar ile Erdoğan arasındaki ittifak, Erdoğan’ın açılım sürecini berhava etmesinin ardından bu kez de Suriye’nin kuzeyinde uzanan ‘sarı renkli’ Kürt hâkimiyetinin ya da kantonlarının birleşerek Akdeniz’e uzanması gibi bir ‘kabus’ senaryosunu işlemeye başladı. PYD/YPG ile ABD arasındaki, ABD deyişiyle taktik ittifakın, Türkiye’nin itirazlarına rağmen Rojava sınırlarını ötesinde Rakka ve Suriye’nin kısıtlı petrol kaynaklarının bulunduğu Deyrezor’a yönelmesi beka endişesini ayyuka çıkardı. Buna engel olunmalıydı.

TSK’ya ve özellikle de komuta kademesine büyük darbe vuran 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden daha bir ay geçmişken ÖSO ile birlikte Barış Kalkanı harekâtı başlatıldı. Harekât, PYD’nin Cezire ve Afrin kantonları arasına girerek muhtemel bir birleşmeyi önlemeyi amaçlıyordu. Cerablus, Dabık ve uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra El Bab ele geçirildi. DAEŞ’le sahada çatışmaya giren ilk düzenli NATO ordusu Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) olmuştu. Bir sonraki Zeytin Dalı Harekâtı ile Afrin’e de girilecekti. İlginç olan her iki harekât da daha kısa zaman önce TSK’nın bir savaş uçağını düşürdüğü Rusya ile koordineli gerçekleştirilmişti. Rusya, Suriye’yi etkili bir biçimde kontrol edip rejim güçleri ile TSK-ÖSO arasında çatışma olasılığını ortadan kaldırmıştı. Karşılığında, ÖSO’nun kontrol altına alınması ve İdlib bölgesinde kümelenen HTŞ’nin etkisiz kılınması sözü alınmış olmalıydı. Öte yandan ABD de bu harekâtlara yönelik olarak en azından sessizliği korudu. Sözgelimi Afrin, DAEŞ ile mücadele alanının dışında kalıyordu. Dolayısıyla da kendilerini ilgilendirmiyordu. ABD hem YPG’nin Afrin’de direnmesini engelledi hem de çok sayıda YPG’liyi DAEŞ’e karşı koalisyon güçlerine kattı.

PYD/YPG’nin büyük kayıplar vererek DAEŞ’i geriletmesi ve nihayet sözde başkentleri Rakka ve ardından Deyrezor’un alınması, Batı toplumunda büyük bir sempati dalgasına yol açtı. Zaten süreç içinde hareketin laik duruşu, kadınların ağırlığı ve tutumu, Batılı ülkelerden çok sayıda gönüllünün katılımı Batılı medya da hatta moda dergilerinde bile yer bulmuştu. İsrail’in de Arap-dışı bir unsur olarak tarihsel olarak sempatik yaklaştığı, dolaylı olarak desteklediği ve dirsek teması kurduğu Kürtler, artık Sykes-Picot sürecinin en büyük mağduru, devletsiz en büyük ulus olarak anılıyordu. Bir Kürt devletinin, ABD, AB ve İsrail’in bölgedeki çıkarları için operatif bir kaldıraç görevi görebileceği, radikalleşen Arap Sünniliği ve Rus-İran egemenliğine açık Irak ve Suriye Şiiliğine karşı ideal bir tampon görevi göreceği düşünülüyordu. Bu görüş, Pentagon’dan ve bazı düşünce kuruluşlarından başlayarak Atlantik çevrelerinde rağbet görmeye başlıyordu. Orijinal talebi, Suriye, Irak, Türkiye ve İran’ın toprak bütünlüğü içinde demokratik özerklik olan Kürtler, her ne kadar bu toprak bütünlüğü meselesini, başka bir deyişle ‘bölücü’ olmadıklarını sık sık vurgulasalar da Atlantik İttifakı’nın gönlünde yatan Kürtlerin kendi devletlerinin olmasıydı. Bu yaklaşım, Rojava Devrimi’nin romantizminin, ‘neden olmasın?’ noktasına evirilmesine yol açtı. Kürt siyasi lider ve organlarının görece minimalist taleplerine rağmen, dört ülkeye bölünmüş olarak Kürtler siyasi birlik istiyor; Kürt grup ve partiler arasında bu iradeyi yansıtan bir birlik talep ediyordu.

Kürt politikası, İsrail lobisi ve CENTCOM tarafından idare edilen ABD, bu süreç içinde Türkiye ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasında yapılan protokollere rağmen, Türkiye’nin isteklerini (sözgelimi YPG’nin Münbiç’ten çıkması, YPG’ye verilen ağır silahların toplanması) önce ağırdan almaya sonra, kulak ardı etmeye başladı. TSK’nın PYD karargahı, medya organları ve sair hedeflerine yaptığı hava saldırısının ardından Kürtleri korumak için askeri tedbirleri devreye soktu. Kürt sınırlarında hava operasyonlarını izlemek için geçtiğimiz günlerde havadan bombalayarak imha ettikleri bir radar sistemi kurdular. Açık bir ambargo olmamasına rağmen Türkiye’ye hassas güdümlü mühimmat, lazer işaretleme sistemleri ve sair savaş teçhizatının satış ve transferini geciktirmeye, ertelemeye, reddetmeye başladılar. TSK savaş uçaklarının hassas mühimmat kullanmasını önlemek için GPS ve sair elektronik karıştırma yöntemlerini devreye soktular. Aynı zamanda da YPG ile birlikte sınır devriyeleri düzenlemeye başladılar. ABD ve Kürtler arasındaki ittifak giderek derinleşiyordu. Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere ABD’nin Suriye’den ayrılmak bir yana, bu ittifaktan güç alarak kalıcı olma planları yaptıkları; en azından Kürtler için geniş bir özerklik içeren bir yol haritası olmadan bu görüşlerinde bir değişiklik olmayacağı fikri hakim olmaya başlamıştı. Kürtler, ABD ve Türkiye arasındaki en ciddi sürtüşme noktası olarak tansiyonu giderek arttırıyordu.

On yılları aşan istek ve girişimlerine rağmen ABD’den uzun menzilli hava savunma füze sistemlerini (Patriot türevleri) alamayan Türkiye, çok sürpriz bir gelişme ile önce bir Çin şirketiyle anlaştı, ardından NATO’dan ve müttefiklerden tepkiler üzerine sükuta eren süreç, 15 Temmuz darbe girişimi ve Kürtlerin ABD koruması altında artan etkinliği ile bozulan ilişkiler arka planında çok daha sürpriz bir gelişme ile her ne kadar henüz sahada etkinliği gösterilmemiş olsa da dünyanın en gelişmiş uzun menzilli hava savunma sistemi olarak gösterilen Rus S-400 sisteminin alınması kararıyla sonuçlandı. S-400 sistemi, Türkiye’ye 400 kilometre menzile kadar hava soluyan hedeflere müdahale etme olanağı sağlayacaktı. Böylece, Türkiye sadece komşularının neredeyse tüm hava sahalarında değil, giderek çatışma olasılığının arttığı Doğu Akdeniz’de önemli bir üstünlük elde edecekti. S-400 sistemi, Türk-ABD ilişkilerinde yeni bir köklü kırılmayı beraberinde getirdi. ABD, buna karşılık, Türkiye’yi sadece alıcısı değil aynı zamanda en başından itibaren üreticisi ve beraber geliştiricisi olduğu ve milyar doların üzerinde yatırım yaptığı bir projenin dışında bırakmaya karar verdi.

Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması, çoktandır dile getirilen ‘eksen kayması’, başka bir deyişle Türkiye’nin Atlantik İttifakı’ndan Avrasya İttifakı’na yönelmesi iddiası ve endişesinin gerçeğe dönüştüğü anlamına mı geliyordu? ABD’deki düşünce kuruluşları ve sair lobilerin büyük çoğunluğu için Türkiye artık bir müttefik değildi. Hem dost hem düşmandı (frenemy). NATO’dan çıkarılmalı veya tersine ‘düşmanını daha yakın tut” düsturu gereği iyice kontrol altına alınmalıydı.

Tüm bu gelişmelere rağmen daha aylar önce Trump’ın Kürtleri yüz üstü bırakan ilk tweeti geldi: ABD, Suriye’den çekilmeliydi. Erdoğan ile yaptığı bir telefon konuşmasının ardından, iddia o ki danışmanlarına ve güvenlik bürokrasisine, dışişlerine danışmadan bir karar vermişti. Nitekim Trump’ın daha sonraki açıklamaları ve sahadaki pratik durum Kürtlerin yalnız bırakılmasının daha geniş sonuçları, İsrail’in yalnızlaşması, Suriye’nin Rus, Irak’ın İran etkisine bırakılması ve Esad’ın iktidarını koruması konusunda ikna edildiğini düşündürüyordu. İsrail bir süredir Suriye ve Irak’ta bulunan İran hedeflerine karşı ağır hava saldırıları düzenliyor ve İran etkisinin kırılmasının ABD’nin Suriye’deki birincil hedefleri arasında olmasını bekliyordu. İran’ın ABD’ye ait bir insansız hava aracını Körfez üzerinde düşürmesi ve tanker saldırıları, bir ABD-İsrail saldırısının eli kulağında olduğunu hissettiriyordu.

Ancak Trump yine beklenmeyeni yaptı ve tüm itirazlara rağmen Suriye’den çekileceğini açıkladı ve bunu hayata geçirdi. Görünen o ki Türkiye, Suriye’nin kuzeyine yapacağı bir harekât konusunda ABD’yi uyarmış, hatta belli bir süre tanımıştı. ABD askerleri ile sahada karşı karşıya gelmek istemiyordu, ama bu harekât muhakkak yapılacaktı. Yine bir Erdoğan-Trump telefon görüşmesinin hemen ardından Trump, daha sonra Kürtlere ihanet olarak anılacak kararını açıkladı. Bu karar alınırken yine danışmanlar ve bürokrasi devre dışı bırakılmış, hatta iddia odur ki Kürtler bile durumu tweet aracılığıyla öğrenmişti. Trump sadece kendi danışmanlarını değil, İsrail lobisini ve lobinin Cumhuriyetçi ve Demokrat temsilcilerini, azil soruşturması ile kendisini sıkıştıran Demokratları, Pentagon’un CENTCOM kanadını, başka bir deyişle ABD’nin derin devleti ve müesses nizamının köşe taşlarını, Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerini ve Arap Birliği ve Suudi Arabistan-BAE ekürisini karşısına aldı.

Bu yazıda buraya kadar özetlediğim gelişmelerden hiçbirisi ABD Başkanı’nı bu kararı alma konusunda teşvik eder nitelikte değil. Aksi yönde davranmasını gerektirecek bin bir olgu da örnek gösterilebilir. Öyleyse ne oldu? Azil soruşturması ile başı dertte olan bir başkan, ikinci kez seçilme olasılığını da riske atarak, dünyanın nefret nesnesi olarak yansıtılan bir lidere ve ülkesine neden böyle bir destek verdi?

Burada akla yakın tek açıklama Atlantik İttifakı’nda Türkiye’nin kaybını, Kürtlerin kaybı senaryosuna kıyasla daha ağır bir sonuç olarak değerlendiren sessiz bir Atlantikçi kanadın ağırlığını koyması olabilir. Öte yandan, Ortadoğu’daki gerçekten de sonsuz ve sonuçsuz savaşlara trilyonlarca dolar akıtan ABD’nin, Uzakdoğu Asya’da giderek askeri varlığını güçlendiren Çin ve Avrupa’ya doğru (Ukrayna) etki ve hâkimiyetini yaymaya devam eden Rusya cephelerine daha fazla kaynak, efor ve zaman ayırmak istememesi de başka bir olası açıklama olabilir. Her iki cephede de Türkiye önemli ve güvenilir bir ortak olduğunu geçtiğimiz on yıllar içinde kanıtlamıştı. AB’den sonra Atlantik desteğini ve çıpasını da yitirmiş bir Türkiye’nin sadece Avrasya eksenine yaklaşması değil aynı zamanda Irak, Suriye ve İran ile karşılaştırıldığında insanlık tarihinin en zorlu haydut devleti haline dönüşme olasılığı, Türkiye’deki Batı yatırımlarının büyüklüğü, Türkiye’nin bir tüketici pazarı olarak büyüklüğü gibi etmenler de bu kararda rol oynamış olabilir. Trump her ne kadar ülke içindeki muhaliflerini ikna etmek, seslerini kısmak veya onlara karşı daha fazla zaman kazanmak için Türkiye’ye karşı ateşkes antlaşması, ekonomik yaptırımlar, askeri yaptırımlar gibi kademeli olarak ağırlaşacak bir baskı politikası sürdüreceğini açıklasa da ABD ordusunun son kertede Kürtler tarafından taşlanarak Suriye’yi terk etmesi, pek kolay geri çevrilebilecek bir adım değil.

5. Barış Pınarı Harekâtı’ndan Sonra

İsmiyle müsemma olmayan Barış Pınarı Harekâtı sona erdi ve SDG güçlerini Resulayn ve Tel Abyad arasındaki belirlenen sahanın dışına çıkardı. Soçi’de Erdoğan ve Putin arasında yapılan mutabakat ile Ayn el Arap (Kobani) ve Kamışlı’ya (Qamishli) rejim güçleri yerleşecek, ancak kent merkezleri hariç Türkiye sınırında 10 km’lik bir şeritte Rus ve Türk ordusu devriye yapacaktı. SDG, 150 saat içinde Türkiye sınırından 32 km aşağıya çekilecekti. Bu süre henüz dolmuş değil ancak aksi bir gelişme beklemek için bir neden de yok. Nitekim Trump ve Rus Genelkurmay Başkanı ile görüşen Mazlum Kobani, şartlara uyacağını açıkladı. Milli Savunma Bakanlığı da resmen harekatın sonlandırıldığını açıkladı. Öte yandan Trump, DAEŞ militanlarının ve ailelerinin tutulduğu hapishane ve kampların güvenliğinin sağlandığını açıkladı. Türkiye de bu sürecin garantörü olacaktı.

Erdoğan’ın önümüzdeki günlerde ABD’ye giderek Trump ile görüşmesi ve Londra’da yapılacak bir Almanya, Fransa, İngiltere zirvesine katılması bekleniyor. Bu zirvede de güvenli bölgeye Arap mültecilerin yerleştirilmesi konusunda olası AB tutumu ve desteği konuşulacaktır. Erdoğan, güvenli bölgede imar çalışmalarına ekonomik ve siyasi destek verilmezse sınırları açarak mültecileri ‘salacağı’ konusunda AB’yi tehdit etmeye devam ediyor. Bulgaristan ve Macaristan gibi bu adımdan doğrudan etkilenebilecek ülkelerin harekât süresince verdikleri pragmatik destek bu yüzden. İlginçtir ki Türkiye’nin mahcup uçuşa yasak bölge talebinden Türk askeri denetiminde güvenli bölge girişimine uzanan süreçte hiçbir teklife yanaşmayan AB, her ne kadar tarafların hiçbirisi kabul etmese de Türkiye ve Rusya ile koordine edilen, BM liderliğinde bir uluslararası güvenli bölge gereği üzerinde durmaya başladı. Çok geç değil mi? Diplomatik süreçlerde Türkiye’nin sahada askeri olması ve elinde Suriye topraklarının bulunması nedeniyle bir ‘avantajı’ olacağı açık. Bu ‘avantajın’, Kürtlerin iddia ettiği gibi Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelere Arap nüfusunun yerleştirilmesi ile bir insan mühendisliği, Kürtlerin deyişiyle etnik temizlik raddesine varıp varmayacağı, bunun ABD ve AB’nin açık, örtük desteği ile yaşanıp yaşanmayacağını ise bekleyip göreceğiz.

Son gelişmelerin ışığında SDG’nin bir yandan Suriye rejimi ve Rusya ile yeniden bir iletişim kurarken, öte yandan da 32 km’lik hattın güneyinde kalarak ABD ile işbirliğine devam edeceğini gösteriyor. DAEŞ karşıtı harekâtın artık pratikte sonlandığını söyleyebiliriz. Geçtiğimiz günlerde DAEŞ’in bir numarası El Bağdadi’nin Amerikan özel kuvvetlerinin düzenlediği bir operasyon sırasında intihar yeleğini patlatarak ölmesi de bu doğrultuda önemli bir dönüm noktası sayılabilir. Zaten El Bağdadi’nin ölümü de Mazlum Kobani’nin deyişiyle SDG ve ABD güçleri arasındaki dolaysız koordinasyon ile mümkün olmuştu. ABD, DAEŞ’İn yenilgisine rağmen Suriye’den tüm birliklerini çekerken, pazarlık masasında Kürtlerin elini güçlendiren petrol bölgelerinde mevcudiyetini devam ettireceğini, hatta petrol gelirlerini Kürtlere vereceğini açıkladı. Başka bir deyişle ABD Kürtleri hepten Türkiye, Rusya veya Suriye rejiminin insafına bırakmayacağını belirtmiş oldu.

Ancak ABD, Barış Pınarı Harekâtına verdiği destekle Rojava devriminin, özyönetim deneyimlerinin Türk, Rus ve Suriye rejim güçlerinin kontrolüne giren bölgelerde berhava olmasının yolunu açmıştı. Korumaya çalıştığı şeyin Kürtlerden ziyade orduları olduğu pekala iddia edilebilir. SDG’nin, Kürtlerin nüfusça yoğun olduğu bölgeden, demografik olarak Sünni Arap’ların yaşadığı bir coğrafyaya itilmesi gelecekte pek çok sonuç doğurabilir:

Öncelikle, Türkiye Afrin Kantonundan sonra Kobani Kantonu içinde yer alan Tel Abyad ve Cezire Kantonu içinde yer alan Ras el-Ayn’a (Sari Kani) girerek Cezire ve Kobani Kantonlarının bağlantısını koparmıştır. Demografik olarak Kürt’lerin en yoğun yaşadığı bölgeler artık doğrudan SDG kontrolünde değildir.

İkincisi, Sünni Arap kesimlerle SDG’nin arasının iyi olduğu hiç söylenemez. Belki, tamamen Türkiye denetiminde, Türkiye’nin belirlediği hedeflere karşı mobilize olan Suriye Milli Ordusunun (eski ÖSO) Sünni Araplarla bağlantısı, Türkiye ile Suriye rejimi arasındaki kaçınılmaz yakınlaşma (Esad’ın gidişinin önkoşul olmaktan çıkması) sonucu giderek zayıflayacaktır. Ne var ki güneyde zamanında gönüllü ya da gönülsüz olarak DAEŞ’e, olmadı türlü cihatçı örgüte destek veren birçok aşiret yaşıyor. Bu durum, yaşanan gelişmeler ışığında ‘halksızlaştırılan ordu’ (SDG) ile ‘ordusuzlaştırılan halk’ (Sünni Araplar) arasında bir çatışma potansiyelini barındırıyor.

Üçüncüsü, tüm bu nedenler, Kürtlerin hasmane komşulardan korunmak ve Suriye İç Savaşı sonrasına yönelik olarak kazanılmış hakların bir özerklik projesiyle hayat bulması konusunda ABD’ye bağımlılığını artırıyor. Rusya için de benzer bir durumdan söz edilebilir. Rejimle ilgili her türlü kolaylaştırıcılık, aracılık görevini üstlenen Rusya, “Kürtlerin de hakları korunmalı” şeklindeki açıklamasıyla bu role aday olduğunu açıkladı. Kürtlerin Suriye’de asgari demokratik haklara sahip bir mevcudiyet sürdürebilmeleri için sahada kendini kanıtlayan, on binden fazla kayıp veren özsavunma birliklerinden çok fazlasına, hala bir uluslararası gücün hamiliğine ihtiyaç duydukları bir döneme girildiği söylenebilir.

Öte yandan Türkiye’nin Kürt sorununa askeri yaklaşımının kısa orta vadede Kürtler üzerinde yaratabileceği yenilgi psikozunun da çok uzun ömürlü olmayacağı açıktır denilebilir. Kürtlerin uluslararası ölçekte artan tanınırlığı ve Kürt meselesinin diplomatik anlamda uluslararasılaşması artık ‘açılım’, ‘demokratikleşme’ gibi sözcüklerin Kürtler üzerindeki sihirli etkisini iyiden iyiye kaldıracaktır. Daha önce de belirtildiği gibi dört farklı coğrafyada yaşayan Kürtler’in siyasi temsilcilerini birliğe zorlamaları, bölge ülkeleri içindeki hareketlerin başka bir modus operandi geliştirmelerini gündeme getirebilir. Tüm bu gelişmeler ışığında bırakalım barışı, bir ateşkes için bile çok bekleyeceğiz gibi görünüyor. Türkiye’de müesses nizamın beka takıntısı, bu takıntının etrafında iktidarı ve muhalefeti ile bir kez daha yek vücut hale gelişi nedeniyle uzun süredir demokratik bir muhalefetin inşasına, nam-ı diğer Türkiyelileşmeye yatırım yapan Kürt hareketinin yeniden bir hesap yapmasını beraberinde getirebilir.

22 Ekim 2019, Demetevler

Ek: Kim Kaybetti, Kim Kazandı?

Türkiye kesin kaybetti, mesela. ABD’nin yaptırımları bir yanda, can düşmanı Suriye rejiminin Kürtler ile ele ele vermesi bir yanda… Kontrol altına alınmakta güçlük çekilen, cihatçı binlerce militandan mürekkep Suriye Milli Ordusu bir yanda, askeri, politik, ekonomik yaptırım hazırlığındaki AB ve Arap Birliği bir yanda…

Milli maçlarda futbolcuların duygu sellerine neden olan asker selamı, AB ülkelerindeki milliyetçilerin dolaylı destek mesajları, Türk dünyasının necip ülkeleriyle, dost ve kardeş ülkelerin (Filistin hariç) muhabbeti, Türkiye’nin yeniden NATO ve Atlantik eksenine, ağababaların dayattığı koşullarla geri dönmesi olasılığına bel bağlayan Atlantik muhiplerinin sessizliği ve elbette memleketimizin sağlı sollu partilerinin sergilediği şahane milli birlik ruhu ise artı hanesine yazılıyor.

Cumhurbaşkanlığına bakılırsa büyük oyun bozulmuştur. Yanisi, bir Kürt devletine destek veren, daha ileri giderek Suriye ve Ortadoğu politikalarını BAE ve Suudi Arabistan’ın da desteğiyle bir Kürt devletinin kuruluşuna endeksleyen düveli muazzama ve İsrail’in elleri boş kalmıştır. Fransa, Kuzey Afrika’dan sonra burada da başarısız olmuştur.

ABD’ye bakılırsa bu ‘ihanet’ yüzünden ileride büyük bir bedel ödenecektir. Artık müttefikleri onlara hiç güvenmeyecektir. Ortadoğu’dan çekilmek, kısa-orta-uzun vadede Amerikan çıkarlarını zedeleyecektir.

AB’ye bakılırsa insanlık kaybetmiştir. AB olup bitene çok fena üzgündür ve hiç de bile kabul etmemektedir. Öte yandan, bu süreçte oynadığı etkisiz eleman rolü nedeniyle AB de kaybetmiştir. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a göre AB artık Ortadoğu konusunda ittifakın küçük ortağı olmaktan çıkmalıdır. Üyelik görüşmeleri çıkmaza girse de her vesile ile özel bir ilişki murat ettikleri Türkiye’nin mülteci tehdit ve şantajına maruz kalmış, önemli yatırım yaptıkları, DAEŞ’e karşı taşeron olarak ‘kullandıkları’ Kürtler kaybetmiş, Kürt özerkliği/devleti projesi kadük olmuştur. Türkiye’ye silah ambargosu olursa ekstra zararlar söz konusu olacaktır. Bozulan ilişkiler, ekonomik ambargo ve yaptırımlar nedeniyle nicedir sızlandıkları İran’dan sonra bir de Türkiye yatırımlarının durma noktasına gelmesi de işin cabasıdır. Volkswagen fabrikası bir sonraki detant dönemini mi bekleyecektir?

NATO’ya bakılırsa, Türkiye’nin meşru güvenlik kaygıları anlaşılmakla birlikte, ‘durduk yerde’ DAEŞ’i yeniden sahalara döndürecek ve bölgenin ‘istikrarını’ tehlikeye atacak adımlardan kaçınılmalıdır. Gerçi Macron’a göre Türkiye tek başına NATO’yu tarumar etmiştir, ama en azından daha rasyonel olmaya çaba gösteren Hollanda ve Almanya’ya göre Türkiye NATO için vazgeçilmez bir ortaktır. Ayrıca, Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşması, sözgelimi nükleer silahlarla donatılmış bir ‘kontrolsüz güç’ olarak Avrupalı müttefiklerin hemen kıyısında zuhur etmesini beraberinde getirecek bir süreci tetikleyebilir. Kıyamet senaryosudur.

Birleşmiş Milletlere (BM) bakılırsa ki bakmamak daha hayırlı olabilir. Uzunca bir süredir olduğu gibi BM, önemli herhangi bir konuda karar alamayacağını göstermiştir. ABD ve Rusya bir karar çıkmaması için ellerinden gelen diplomatik inceliği göstererek vetoya bile gerek kalmaksızın süreci tıkamıştır. En azından ABD ve Rusya açıkça taraf olmadıkça veya desteklemedikçe bu konuda bir karar veya adım beklemek boşuna olacaktır.

Rusya’ya bakılırsa İran ile birlikte Suriye’nin daveti ile ülkede bulunan Rusya haricindeki dış güçler kaybetmiştir. ABD bir daha dönmemek üzere Ortadoğu’dan çekilmektedir; Türkiye bundan böyle her adımını Rusya ve dolaylı olarak Suriye rejimi ile koordineli olarak atmak zorunda kalacaktır. Arkasında Batı desteği olmaksızın Türkiye ile çok daha uygun koşullarda anlaşmak mümkün olacaktır. ABD tarafından eğitilip, donatılan Kürt birlikleri, Suriye ordusuna entegre edilerek bir taşla kuş katliamına devam edilecektir.

Arap Birliği’ne, daha doğrusu Somali ve Libya’nın karşı görüşleri ve Katar’ın vetosu nedeniyle yayınlanamayan Arap Birliği bildirisindeki niyazlara bakılırsa bir Arap toprağı daha işgal edilmiştir. Araplar kaybetmeye devam etmektedir.

Topraklarının önemli bir bölümünde dış güçlerin egemenliği olan, ayakta kalmak için yine başka dış güçlere bel bağlayan Suriye’nin nasıl kazanan hanesine yazılabildiği bir sorun. ABD’nin Ortadoğu’dan gidişine sevinmekle birlikte, bu gidişin çok öncesinde başlayan enkazı ile nasıl baş edeceği konusunda en ufak bir fikri olmayan, normalde küresel hegemonun üstlenmesi gereken angaryalarla (örneğin DAEŞ’le mücadele, Suriye’nin yeniden inşası) baş etmek için ekonomik, politik ve askeri araçlara sahip olmayan Rusya mı kazançlıdır? ABD’li karar vericilerin bir kanadı ile İsrail’in eli kulağında saldırısı tehdidi altında yaşayan, BAE ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği körfez lobisinin saldırgan dış politikasını göğüsleyen, Suriye’deki varlığı günaşırı İsrail tarafından bombalanan, her gün yaptırımlarla uğraşan İran mı kazançlıdır?