9 Ekim’de akşam saatlerinde başlayan Türkiye’nin Kuzeydoğu Suriye harekâtı devam ediyor. Bu yazının yazıldığı sırada Türk güçleri henüz yoğun bir karasal saldırıya başlamış değildi. Çeşitli medya kanallarında, Türkiye-Suriye sınırına yakın, hatta daha içerlerdeki yerleşim yerlerinin denetimli şekilde bombalandığı ve sivil kayıpların yaşandığı haberleri yayımlanıyordu. İsmiyle olsa olsa kara mizah konusu olabilecek “Barış Pınarı Harekâtı”nın nasıl bir seyir izleyeceğini, YPG’nin nasıl bir strateji çerçevesinde karşılık vereceğini, ABD’de Trump’ın temsil ettiği kanat ile Kongre’de operasyona karşı çıkan bir grup Cumhuriyetçi ve Demokrat senatörün temsil ettiği kanat arasındaki mücadelenin nasıl sonuçlanacağını, uluslararası düzeyde ne tür tepkilerin gelişeceğini önümüzdeki günlerde daha iyi değerlendirme fırsatımız olacak.

Bu yazı, Türk ordusunun harekâta başlamasıyla birlikte içerde, HDP tabanında ve demokratik çevrelerde oluşan karamsarlığın bizi ilgilendiren nedenleri üzerinde durmayı hedefliyor. Uluslararası güç dengelerinin, devletsiz bir halk olarak Kürt halkının değil NATO üyesi olan, NATO’nun ikinci büyük ordusunu besleyen ve petrol yataklarının hemen yanında konumlanmış  Türkiye’nin lehine işlediği açık. Elbette ABD’nin Suriye’de Kürtleri destekleme politikasının nasıl değiştiği, Türkiye’nin hangi boşluktan ve uluslarası/bölgesel güç dengelerinden yararlanarak bu operasyonu yapma fırsatı yakaladığı ayrıca analiz edilmesi gereken konular.

Ben durumu toplumsal muhalefet açısından değerlendirmek istiyorum. Bu açıdan bakıldığında, Kürt siyasetinin[i] 2015’ten bu yana izlediği politikanın gelip duvara tosladığını tespit etmek zor değil. Bu bakımdan gerek HDP içinde gerekse HDP’yi destekleyen kesimler arasında son yılarda izlenen temel politikanın kamusal alanda ve bir aydın sorumluluğu ile tartışılması büyük önem taşıyor.

Kuzey Suriye’ye dönük askeri harekâtın başlamasıyla birlikte İYİ Parti, Saadet Partisi ve CHP’yi kapsayan “Millet İttifakı”nın, Saray rejiminin ve daha genel olarak devletin beka politikasının arkasında hizaya geçtiğine tanık olduk. Kürt siyasetinin desteğiyle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Ekrem İmamoğlu harekâtın yanında olduğunu açıkladı. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer de benzer bir açıklama yaptı. Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki rejim ise konjonktürel olarak zaferini ilan etmiş bulunuyor. Ekonomik krizden, KHK mağdurları gibi kitlesel hak gasplarından, ekolojik yıkımdan ve kurumların işlemez hale gelmesinden kaynaklanan bütün tepkileri talileştirme, olmadı engelleme fırsatını yakalamış olmanın tadını çıkartıyor.

Bizim cepheye gelecek olursak, mevcut durumu hayal etmeye çalışalım: Adana’da, Mersin’de ya da İstanbul’da “AKP-MHP faşizmini zayıflatmak üzere” CHP’ye belediye başkanlıkları kazandırmış olan HDP seçmenleri, özellikle Kürt seçmenler nasıl bir ruh hali içinde olabilir? Sorunun yanıtı kolayca tahmin edebilir. Peki bunun toplumsal-siyasal psikolojideki karşılığı nedir?

Tabii ki bir çıkışsızlık duygusudur. Hiçbir zaman tam olarak benimsemeden verdiğin oyların sana karşı döndüğünü görmek değildir sadece moral bozucu olan. Aynı zamanda sana “demokrasi güçlerini” destekleme politikasını öneren siyasi yapıya karşı da güvenin sarsılır. Kürtler ve barışçıl çözümü destekleyen Türkiye toplumundan küçük bir kesim sadece Kuzey Suriye’ye Dünya’nın gözü önünde ABD’nin oluruyla operasyon başladığı için moral bozukluğu yaşamaz; Türkiye içinde de kendini yalnızlaşmış, daha doğrusu yalnız bırakılmış hisseder.

Kürt siyasetinin, 2015’te barış sürecinin sonuna yaklaşıldığı dönemden bu yana geleneksel çizgisini ciddi şekilde değiştirdiğini görüyoruz. Kürt siyasetinin 90’larda belirginleşmeye başlayan ve 2000’li yılların hemen başında netlik kazanan çizgisinin temel argümanları şunlardı:

– Kürt sorunu, kökleri Osmanlı dönemine kadar uzanan çok derin ve tarihsel bir sorundu.

– Dolaysıyla Kürt sorunu, şu veya bu iktidar partisinin politikasından değil Türkiye devletinin genetik kodlarından kaynaklanıyordu.

– Kürt sorunun çözümü ve Kürt halkının temel haklarını kazanması, Kürtlerin demokratik mücadelesi sonucunda devletin barışa ikna edilmesiyle ve kapsamlı barış müzakerelerinin başarıyla sonuçlanmasıyla mümkündü.

Kürt hareketi bu öncüllerden hareketle hem bağımsız bir tutum alarak özgücünü geliştirmeyi önceledi hem de müzakere fırsatlarını değerlendirmek üzere son derece esnek bir tutum benimsedi. Yasal-demokratik alanda kurulan partiler de bezer bir tutum izleyerek bağımsız bir çizgi izlemeye özen gösterdiler. 

Kürt siyasetinin 2015’te kendini gösteren kırılmaya kadar başarı ve başarısızlıklarıyla sürdürdüğü bu çizgi, toplumsal-sivil alanda önemli bir farkındalığın oluşmasına yol açtı. Kürt sorununun tek tek siyasi iktidarları aşan kapsamı, çözümünün devlet ve toplum düzeyinde kapsamlı bir dönüşümü gerektirmesi, sorunun adını konularak toplumun çeşitli katmanlarında tartışılması gerekliliği perspektif olarak elde edilen önemli kazanımlardı. Bu kazanımlar tutarlı bir barış hareketinin oluşmasını tek başına sağlayamasa da demokratik muhalefetin zihin açıklığına önemli bir katkıda bulunmuştu. Bence en önemli zihin açıklıklarından biri, Türkiye’de Kürt sorunu çözülmeden demokratikleşme sorununun asla gerçek bir çözüme kavuşmayacağı düşüncesinin yerleşmesiydi.

2015’te barış sürecinin sonuna gelirken Selahattin Demirtaş’ın Meclis grubunda yaptığı bir konuşmada Erdoğan’a seslenerek “Seni başkan yaptırmayacağız” demesi, Kürt hareketindeki çizgi değişikliğinin simgesel ifadesi sayılabilir.

Bugün HDP tabanında ve demokratik çevrelerde çıkışsızlık duygusuna yol açan, kökleri bundan biraz daha öncesine uzanan yeni siyasetin temel yönelimini şöyle formüle edebiliriz:

– Kürtlerin yaşadığı acıların baş sorumlusu olarak önce Erdoğan/AKP iktidarı,  ardından da AKP-MHP bloğu öne çıkarıldı. “Seni başkan yatırmayacağız” sloganı bu politikanın somut ifadesiydi. Bu sırada, özellikle Kürt bölgesinde hendeklere karşı bastırma operasyonlarında iplerin ordunun ve özellikle de “Ergenekoncu” dediğimiz devletin kırmızı çizgilerini temsil eden güçlerin eline geçmekte olduğu ısrarla göz ardı edildi. Dolayısıyla, aslında Erdoğan ve AKP’nin devletin geleneksel politikasına teslim olduğu gerçeği dikkate alınmadı.

– Kürt sorunu ve barış perspektifinin yerini güçlü bir biçimde “demokratikleşme” söylemi aldı. Kürt siyasetinin yasal alandaki temsilcisi HDP söylem olarak hızla Türkiye’nin bütün ezilen kimliklerini bir araya getiren ana-demokratik muhalefet partisi konumuna geçti. Selahattin Demirtaş’ın Türkiye kamuoyunun bir kısmında sempati toplamasının nedeni buydu.

– HDP’nin seçim ve referandum bildirgelerinde Kürt sorunu ve barış vurgusu giderek azalırken Kürtlerin temel haklarına kavuşması, AKP-MHP koalisyonunun iktidardan indirilmesinden sonrasına ötelenmeye başlandı. Kabaca ifade edecek olursak, AKP-MHP iktidarına son verilecek, demokratikleşme sağlanacak ve sonra sıra barışçıl çözüm olanaklarının ortaya çıkmasına gelecekti.

Elbette bu çizgi kırılmasının arka planında yeni ittifaklar politikası yatıyordu. Erdoğan-AKP’den nefret eden Türkiyeli sekülerler, seküler sermaye ve Erdoğan/AKP iktidarının son bulmasını arzuladığı düşünülen -son derece yanlış bir varsayımdı bu- Batılı ülkeler nezdindeki meşruiyet arayışına öncelik tanınması, Kürt kimliği, Kürt sorunun kapsamı ve barış perspektifine yapılan vurguyu ciddi şekilde aşındırdı.

Bütün bunların sonucunda 31 Mart Yerel Seçimleri’nde “demokrasi güçleri” adı altında CHP ve Millet İttifakı desteklendi, üstelik karşılıksız olarak. Örneğin CHP bu desteğin karşısında Kürt sorununda adım atmayı mı vaat etmişti, uluslararası bir Kürt sorunu konferansı mı düzenlemişti veya Saray rejiminin Suriye-Irak tezkerelerini onaylama politikasını gözden geçireceğini mi açıklamıştı? Böylesi adımların söz konusu olmadığını biliyoruz.

Sözünü ettiğim yeni çizginin demirbaş söylemi “demokrasi güçleri” oldu. Her önemli dönemeçte Kürt kimliğini sahiplenen geniş toplumsal tabandan ziyade gerçekte var olmayan bu “demokrasi güçleri”ne çağrı yapıldı. Toplumsal tabanın örgütlenememesi sorununun üzerine gitmek, tabanda oluşan güven bunalımını sorgulamak yerine hayali bir “demokrasi ittifakı” ve bu haliyle gerçekleşmesi olanaksız bir “demokratikleşme” vizyonu ikame edildi. Van, Mardin ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanları görevden alınıp yerine kayyumlar atandığında gözler CHP’ye çevrildi. Ekrem İmamoğlu’nun Diyarbakır’a  gidip kadayıf yiyerek kayyumları kınamasıyla durum idare edildi. Geliştirilen söylem ise ilginçti: CHP ve CHP tabanına “Bugün bana, yarın sana, sıra İstanbul belediyesine kayyum atanmasına gelebilir” denildi. Oysa meselenin genel bir “anti-demokratiklik” olmadığı, Kürtlerin iradesinin hedef alındığı gün gibi ortadaydı. Türkiye’nin Batısı ile Kürt bölgesinin bilinen nedenlerle çok farklı bir muameleye tabi tutulduğu dile getirilmedi. Bunun sonucu, ilk ciddi sınavda tuzla buz olması kaçınılmaz olan bir “kader ortaklığı” izleniminin yaratılması oldu. Nitekim Kuzeydoğu Suriye harekâtı öncesine kadar demokratik kamuoyunda HDP-CHP yakınlaşmasından bahsediliyordu, tabii bu yakınlaşmanın gerçekliği sorgulanmadan.

Askeri harekât başladığında, Kürt siyasetinin farklı bileşenleri tarafından olmayan demokrasi güçlerinden “savaş-karşıtı cephe” oluşturmaları talep edildi; çoktan devlet politikasının ardında hizalanmış olan bu siyasi partiler, askeri harekâta karşı çıkmazlarsa kendilerinin de zararlı çıkacağı belirtilerek ikna edilmeye çalışıldı. Tezkereye “evet” dediği için CHP isim verilerek açıkça eleştirilmedi, dolaylı bir dil kullanıldı. Bağımsız bir konumdan CHP’nin savaş yanlısı siyasetinin eleştirilip toplum nezdinde tartışmaya açılmaması, doğal olarak barışın gündemleştirilmesini zora soktu.

***

Sonuçta bütün mesele, HDP tabanı ve Kürtlerin haklarını destekleyen kesimlerde yanlış ve gerçekleşmeyecek beklentiler yaratılmasında, zihinsel bir karışıklık oluşturulmasında ve sürekli bir özgüven sarsılmasına yol açılmasında düğümleniyor. Kürt siyasetinin 2015’den bu yana izlediği yeni çizgi, sürekli aidiyet duygusunda bir aşınma ve geleceğe dönük bir umut kırılması üretiyor. HDP seçmenleri ve Kürt siyasetini destekleyenlerin bu çizgiyi kamusal alanda yüksek sesle sorgulaması bu yüzden büyük önem taşıyor. HDP tabanının son gelişmelerden sonra bir daha CHP’ye oy vermeye ikna edilemeyeceği zaten herkesin malumu. Fakat işleri bu noktaya getiren çizginin kapsamlı şekilde ve açıkça tartışılması, yeni bir vizyonun oluşturulması açısından çok önemli.

[i] İçinde HDP’nin de yer aldığı “Kürt siyaseti” terimini bilinçli olarak kullanıyorum. Zira stratejik düzeyde kararların bir bütün olarak Kürt siyaseti içinde alındığı biliniyor. Ayrıca pek çok kişi gibi izlenen politikaların eleştirisi söz konusu olunca sadece HDP üzerinden eleştiri yapılmasının anlamlı olmadığını düşünüyorum.