699 hafta boyunca İstanbul Galatasaray Meydanı’nda toplanan Cumartesi Anneleri/İnsanları, 25 Ağustos’ta yapılacak olan 700. Hafta eylemine günlerdir çağrı yapıyordu. 700. hafta vesilesiyle gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini soran insanların mücadelesini pek çok kesim gündeme getirdi. Yeni Türkiye’nin ana akım haber kanalları ve gazeteleri konuyu görmese de uydu ve internet üzerinden yayın yapan pek çok televizyon kanalı bu güne özel programlar hazırladı; konuya duyarlı gazeteciler kayıp yakınlarının mücadelesini köşelerine taşıdı. Ahmet Kaya’nın yıllar önce gözaltında kayıplar mücadelesine destek vermek için söylediği Beni Bul Anne şarkısını Ceylan Ertem ve kayıp yakınları birlikte yorumladı ve 700. hafta için eyleme katılım çağrısı yaptı.

Peki ne oldu? Haftalardır yapılan bu eyleme birkaç saat kala İçişleri Bakanlığı’nın 700. Hafta eylemine izin vermediği bilgisi geldi. Olay birdenbire  izinsiz gösteriye dönüştü; eylemden bir saat önce gözaltılar başladı. Saat 12.00 olmadan yapılan müdahaleyle insanların korkup eyleme katılmasının önüne geçilmeye çalışıldı. Büyük ihtimalle öyle de oldu, katılım azaldı. Israr edip gelenlerse gaz ve toz bulutuyla karşılandı.

Bilindiği gibi gözaltına alınan insanlardan haber alınamaması 12 Eylül döneminde yoğun olarak yaşandı ve 90’lı yıllardaki iç savaşla daha da artarak devam etti. Gözaltındaki kayıpların akıbetini sormak amacıyla ilki 1995 yılında yapılan Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemi taşıdığı ağır travmatik yükün altında şüphesiz ki dünyanın en barışçıl eylemlerden biri. Tarifsiz acıların yükünü taşıyan bu insanlar Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda biraraya gelerek haftalarca sessiz oturma eylemi yaptı. Eylem ilk başladığında devlet güçleri eyleme müdahale etmiyor; talepleri dikkate de almıyordu. Eylem sol içinde de birtakım tartışmalar yarattı. Bazı sol gruplar, grup kimliğinin öne çıkmasını istemeyen bu inisiyatife karşı tavır aldı; hatta sol içinde hakarete varan saldırılar yaşandı. Polis baskısının ve müdahalesinin de artmasıyla grup içinde kopmalar başladı.[1] Polis şiddeti artıkça ve katılım azaldıkça 19 Mart 1999’da eylemlere 10 yıl boyunca ara verildi.

Benim gibi 70’li yılların sonunda doğanlar bu olaylar yaşanırken çocuktu. 95 yılının Mart ayında ortaokulda öğrenciydim. İstanbul’da Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Gazi Mahallesi’nde üç kahvehane ve bir pastane taranmıştı. Mahalleliler olayı protesto etmek istediğinde polis ve askerin müdahale ettiği olaylarda sayıları 30’a yakın kişi hayatını kaybetmiş; pek çok insan gözaltına alınmış ve işkenceye uğramıştı. O dönemin anaakım medyasının yanlı da olsa bu haberleri verdiği, televizyonların bunları tartıştığı dönemlerdi. Ortaokul din hocamız bu olaylar hakkındaki görüşlerimizi sorduğunda bir kısmımız bu konuyu gündeme getirdiği için şaşırmış bir kısmımız da o ders esnasında Gazi olaylarından haberdar olmuştuk. Alevi olduğunu çoğumuzun o gün öğrendiği bir arkadaşımız  kendilerine yani Alevilere bunun neden yapıldığını sordu. Din hocamız bunun inançla ilgisi olmadığını, İslam dininde buna yer olmadığını uzun uzun anlatırken dininin içeriden kirletilmesine sınıf ortamında karşı çıkmaya; farklı inançlara saygıyı bize öğretmeye çalışıyordu. Ne de olsa o yıllar din hocalarımızın yandaş olarak anılmadığı, siyasi angajmana bu kadar da girmediği zamanlardı.

Bugün hâlâ akıbeti sorulan ve Cumartesi eylemlerinin başlamasına vesile olan Hasan Ocak da o dönem gözaltına alınanlardan biriydi. Cesedi iki ay sonra Kimsesizler Mezarlığında bulunmuştu. Bedeninde işkence izleri vardı; otopsi raporu boğularak öldürüldüğünü söylüyordu. Hasan Ocak’ın yakınları ‘şanslı’ olanlardandı; en azından sarılacakları bir mezar taşı vardı. Ama ailenin suç duyuruları sonuçsuz kaldı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Temmuz 2004’te Hasan Ocak’ın yaşam hakkını ihlal ettiği için Türkiye’yi Ocak ailesine manevi tazminat ödemeye mahkûm etse de cinayetin failleri bulunmadı.

Takvimler 2009 yılını gösterdiğinde Türkiye’de Ergenekon operasyonları yapılıyordu. Ama sayıları onbinleri geçen fail-i meçhul cinayetlere ve gözaltında kayıplara dokunulmuyordu. Ergenekon kapsamında adı geçenlerin çoğu Cumartesi Anneleri/İnsanları tarafından yıllardır dile getirilen suçlara karışmıştı. Bu suçların Ergenekon Davasına dahil edilmesini isteyen kayıp yakınları 2009 yılında yeniden Cumartesi eylemlerine başladı.

Bu eylemler öncelikle kayıp yakınları arasında dayanışma duygusunu güçlendirmesi; birlikte kayıpların akıbetini sorma gücü vermesi ve kamuoyunda bu konunun konuşulur olmasını sağlaması açısından oldukça hayati bir yerde duruyor.  Öyle ki 2011 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan kayıp yakınlarıyla görüşmüş ve AKP iktidarından önce yaşanan bu olayların üzerine gideceğine dair söz vermişti.[2] Bilinmez ama bu niyetinin altında kendi hükümetini korumasının yanında benim din hocamın dinini içeriden koruma isteği bulunduğu gibi bir yorum da yapılabilir. Diğer yandan pratikte bu olayların yaşandığı dönemlerdeki yetkili isimlere hiçbir şey yapılmadı. Örneğin Hasan Ocak’ın gözaltına alındığı Gazi olayları sırasında görevli olan İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, dönemin Emniyet Müdürleri Necdet Menzir ve Mehmet Ağar, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe ve tabii ki Başbakan Tansu Çiller’e dokunulmadı.

2018 yılına geldiğimizde manzara çoktan değişmişti. Mehmet Ağar saraydaki, Tansu Çiller de AKP mitinglerindeki yerini almış 24 Haziran seçimlerinden Ergenekon-AKP ittifakı zaferle çıkmıştı. Ergenekon davalarında yargılanan pek çok isim de devlet bürokrasisinde yerini aldı. Bu ittifakın 700. Hafta için çağrısı yapılan Cumartesi eylemini de hoş görmesi beklenemezdi.

 700. Hafta eyleminde pek çok kişi gözaltına alınırken onlarla birlikte Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak da gözaltına alınmak istendi. Büyük ihtimalle 80’i aşmış yaşına hürmeten hemen bırakıldı. Yaklaşık 9 ay önce oğlu Veli Saçılık’ın gözaltına alınmasına itiraz eden Kezban Saçılık’ı yerlerde sürükleyen güvenlik güçlerinin bugünkü uygulamasına belki de çok şaşırmamak gerek. Analar ağlamasından kadına karşı şiddete sıfır toleranstan geldiğimiz durum bu.  İşin diğer acı tarafı da 80 yaşını geçmiş Emine Ocak’ın yaşı 20’lerinde olan, belki de Hasan Ocak öldürüldüğünde yeni doğmuş olan gencecik polisler tarafından gözaltına alınması… Bu yazı yazılırken gözaltına alınanların bir kısmı da gün içinde serbest bırakılıyordu.

Bu manzara sadece iktidarın kirliğini göstermiyor. Bugünkü gibi keyfi uygulamalar 20li yaşlarındaki polislerin de vicdanını köreltiyor ve iktidara destek veren tabanı da suça ortak ediyor. Bugün yapılanların yanlış olduğunu bilse de iktidara oy veren geniş bir toplum kesimi susuyor. Nazi döneminde binlerce kişi katledilirken toplumun büyük bir kısmının susup yaşananlara göz yumduğu gibi. Ülkede haksızlık kol gezerken bir kısım da aklayıcılar kongresindeki yerini alıyor, iktidarın savunuculuğunu üstleniyor. Ortada müthiş bir toplumsal çürüme ve insanlıktan çıkma hali var. Asıl iş yaşanan haksızlığı görüp itiraz edenlere düşüyor. Sürekli iktidarın ne kadar kötü olduğunu söyleyip kendileriyle aynı şeyi gören kesimlerle mi konuşacaklar yoksa toplumsal sorumluluk mu alacaklar? Toplum çürümeye mi terk edilecek yoksa yeni değerler, insani değerler etrafında mı örgütlenecek? İnsan olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu!


[1] Eylemin başlangıcında yer alan Ayşe Günaysu bu süreci bianet’e yazdığı “Cumartesi” Nasıl Başladı, Neden
Ara Verildi?
  adlı yazıda anlatmıştır. Detayına oradan bakılabilir.

[2] Bu görüşmeyi övgüyle veren dönemin Yeni Şafak Gazetesi haberi için bkz: https://www.yenisafak.com/politika/berfo-ananin-son-umudu-erdogan-301716