Yerel seçimlerde ne yapmalı, oy kullanmalı mı, kullanmamalı mı, oy kullanılacaksa kime oy vermeli? Muhalif vatandaşlara yüklenen rol açısından bu sorunun cevabı yıllardır aynı: Tıpış tıpış sandığa gidip muhalefet adına kim nerede aday gösterilmişse ona oy vermeli, yeter ki Saray kazanmasın.

Vatandaş niçin tıpış tıpış sandığa gidip kim nerede aday gösterilmişse ona oy vermek zorunda?

Çünkü seçimler dışında siyasete katılımı sağlayacak örgütlü toplumsal kanallar inşa edilemiyor. “Entelektüel sorumluluk” adına konuşulacak olursa: Mağduriyetler ve yakınmalar yeri geldiğinde yüksek sesle ifade ediliyor, fakat işin dayanışma kısmı son derece tartışmalı. Yüksek siyasete de yön verebilecek örgütlü toplumsal dayanakların inşası söz konusu olduğunda, egemen eğilimin ya açık veya örtülü biat ya da sorumluluktan kaçış ve arabeskleşme olduğu ortada.

Popülist yüksek siyaset arayışlarına karşı katılımcı-demokratik bir siyaset kültürü öyle hemen yaratılabilecek bir şey değil. En az 3-5 yıllık, orta ve uzun vadeli hesaplamalar gerektiren, zorlu ve nitelik gerektiren yaratıcı emek süreçlerine ihtiyaç duyuyor. Katılımcı-demokratik bir siyaset kültürünün yaratılması sorumluluk değil de sorun gibi algılanınca, bildik tuzak yeniden kuruluyor: Gün her zaman kurtarılmayı bekliyor ve şimdi de gündemde yerel seçimler var.  Saray karşısında aciz kalan muhalif yüksek siyasete dönük serzenişler azalmış durumda. Şu sıralar bir kez daha muhalif seçmenlerin sandığa gitmesini sağlamak ve bu şekilde Saray’a bir yenilgi yaşatmak en önemli gündem maddesi.

Yerel seçimlerde Saray’a bir yenilgi yaşatmak için ne yapılması gerektiği belli. Mesela İstanbul’un AKP’nin başlıca ekonomik rant kaynağı olduğu ve İstanbul’u kaybettiğinde Türkiye’yi kaybetmesinin kaçınılmaz olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Kirli siyasetten kurtulmanın yolu kirli ekonominin tasfiyesinden geçtiğine göre kritik sorulardan birisi şu: İstanbul başta olmak üzere, belediyelerin yolsuzluk ve kayırmacılıktan arındırılması hedefleniyor mu?

Bu zaman zaman tartışılır gibi yapılan ama gerçekte pek tartışılamayan bir mevzu. Yakın zaman önce İstanbul Kartal’da çöken bina ve yirmiden fazla insanın ölümü, inşaat alanında yolsuzluk ve kayırmacılığın sadece hırsızlık değil cinayet olduğunu gösterdi. Bu katliam sahnesi bile, deprem tehlikesi ve can güvenliği diyerek yola çıkılan, son olarak “imar affı” soslu hale getirilen “kentsel dönüşüm”  kepazeliğinin masaya yatırılması için yeterli olamıyor.

“Kentsel dönüşümden” nemalanma arzusu, az ya da çok mülk sahibi vatandaşları da ayartıp içine çeken ahlaki bir kirlilik yarattı. “Can malın yongasıdır” denilip çürük binalardan müteahhitlerin ne kazanacağı, bu kazançtan hissedarların payına ne düşeceği önem kazandı. Sonuç olarak rant hırsı öncelikli, can güvenliği “isteğe bağlı” hale getirildi. Oysa Kartal’da çöken bina, olası İstanbul depreminde İstanbul’da neler olabileceğini gösteriyor.

Hedef gerçekten ve evrensel olarak yolsuzluğun ve kayırmacılığın tasfiyesi mi, yoksa sadece birilerinin yolsuzluk ve kayırmacılığına itiraz mı?

Yolsuzluğa karşı en çarpıcı çıkış, Gülenciler tarafından 2013 yılında 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonuyla yapılmıştı. O da sahici bir “temiz eller operasyonu” değil, seçici bir şekilde birilerinin yolsuzluğuna odaklanan, emniyet-yargı merkezli, nihayetinde başarısızlığa uğrayacak bir darbe girişimiydi.

Bugüne gelinecek olursa, iktidarın muhalefeti sindirmeye dönük ve Gülencilerden farklı olarak kolaylıkla sahneleyip sonuç alabileceği seçici yolsuzluk operasyonlarına karşı ahlaki-politik önlemler alınması gerektiği açık. En başta muhalefetin nefes almasına hizmet etmesi beklenen CHP’li belediyeler yolsuzluktan ve kayırmacılıktan arındırılmadığında, iktidara dönük yolsuzluk ve kayırmacılık suçlamalarının güçlü bir şekilde dillendirilmesi zaten mümkün değil.

Kirli siyaset ve kirli ekonominin üzerine dahi güçlü bir şekilde gidemeyen muhalif yüksek siyaset gerçekten de Saray’a muhalif olabilir mi?

Akıl ve gözlem gücü biraz harekete geçirildiğinde, Saray’a yenilgi yaşatma iddiasının bile Saray’ın onayından geçmesi şartıyla ısıtıldığını tespit etmek zor değil. CHP İstanbul belediye başkan adayı İmamoğlu’nun Saray ziyareti, her ne kadar inkâr edilse de, icazet almak için yapıldı. Toplumu kutuplaştırmayan belediye başkan adayı olmanın yolu, toplumsal geçimsizliği siyaset haline getirmiş Saray’la iyi geçinmekten geçiyor. İyi Parti zaten duruma göre MHP ile birlikte veya onun yerine Saray’la ittifak kurabileceği mesajını veriyor. Saadet Partisi’nden beklenen, olabildiğince AKP seçmenlerinden oy alması ve şartlar el verirse AKP-MHP bloğunun yerine geçmeye aday CHP-İyi Parti ittifakına hizmet etmesi.

HDP bu oyunun dışında görünüyor, ama o da CHP üzerinden oyunun bir parçası haline geliyor. HDP Hakkari milletvekili Leyla Güven’in öncülüğünde başlatılan ve Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılmasını hedefleyen açlık grevleri, farklılık yaratabilmek adına bir son çare eylemi. Doğal olarak, CHP’li adayların seçilmesini sağlamak için Fırat’ın batısında aday göstermeme taktiği ile çelişiyor. Çünkü İmralı adres gösterilerek talep edilen barışın muhatabı hiçbir şekilde CHP-İyi Parti ittifakı değil. Saadet Partisi gibi, HDP’ye de yüklenen misyon CHP-İyi Parti ittifakına hizmet etmesi. HDP’nin açmazı, söz konusu Kürt meselesi ve barış olduğunda, sadece AKP-MHP ittifakı değil CHP-İyi Parti ittifakının da umut vermiyor olması. CHP dönüşmediği ya da CHP’ye alternatif bir sol hareket inşa edilemediği sürece, ince bir taktik olarak HDP’nin Kürt seçmenini CHP’ye yönlendirme çabası, kabaca asimilasyonu ve teslimiyetçiliği teşvik etme işlevi görecektir.

Muhalif olmak adına en şanslı seçmen kitlesi Kürdistan’da yaşıyor: Kayyum belediyelerinin sandıkta tasfiye edilmesi ve bölgeye dayatılan Türk-İslam düzeni kurgusunun boşa çıkarılması gibi net ve sonuçları reel olarak sarsıcı bir hedefle hareket edebilecekler. Buna karşılık, Fırat’ın batısında yaşayan seçmenler çeşitli biçimlerde Türk-İslam düzenini meşrulaştıran ve yerel yönetimlerin paylaşımına odaklanan muhalif bir yüksek siyasete mahkûmlar.

Sonuç olarak, yerel seçimler iktidara karşı dağınık bir pasif direniş sergilemeye devam eden vatandaşların kurtulamayacağı bir siyaset tuzağı. Bununla birlikte, Türk-İslam düzenini inşaya odaklanmış ve muhalif yüksek siyaseti de peşinden sürükleyen Saray açısından bu tuzağı güvence olmaktan çıkaran net bir değişken var: Durdurulamayan ekonomik çöküntü. Saray’a oy vermemek, ancak bu değişkenle birlikte Türk-İslam düzenini zora sokan bir işlev ediniyor. Çünkü Saray’a verilmeyen oyların alternatif üretebilmesi, sadece iktidara değil muhalif yüksek siyasete de alternatif üretilmesine bağlı.

Bu alternatifin yokluğunda, Saray’a karşı verilen oylar kadar sandıktan uzaklaşma eğiliminin ne kadar güçlü seyredeceği de önemli. Oylara talibiz diyen bir yüksek muhalefet kurgusuna kanıyormuş gibi yapmak ve tıpış tıpış sandığa gitmek bir yere kadar. Toplumsal muhalefet açısından yerel seçimlerin asgari müştereği, kayyum belediyelerinin istila ettiği Kürdistan dışarıda bırakılacak olursa, sadece Saray’a oy vermemek. İki seçim arası ayları ve yılları verimsiz bir şekilde geçirip seçim günlerinde tıpış tıpış sandığa gitmek, mevcut haliyle muhalif yüksek siyasetin tekrar tekrar kendisini üretmesinin ve dayatmasının ötesinde bir sonuç üretmiyor.