Geçtiğimiz günlerde “Güldede” adlı albümü Kalan müzik etiketiyle yayınlanan Engin Gürkey’le müzikal serüveni, eğitimci kimliği, Türkiye’de perküsyon eğitimi ve perküsyon dünyası üzerine konuştuk..

Bize biraz kendi müzikal serüveninizi anlatarak başlar mısınız?

Rahmetli babam darbuka çalardı. Kendisini çok küçük yaşlarda kaybettim. Müzik tutkusunun -belki birinci derecede olmasa da- genetik olarak bir yerlerden geldiğine inanıyorum. Tabii ben şanslıydım, çünkü babam bana bir darbuka hediye ettiğinde, aynı zamanda çalmayı da öğretmişti. O zaman 6 yaşındaydım.

Bildiğim kadarıyla aileniz Arnavut göçmeni.

Babam Arnavut, annem de Yunanistan göçmenidir. Bizim o sularda bayağı tılsım vardır. Bir de, komün yaşayan bir aileyiz biz. Babam çok sebepsizce çalar, hep eğlendirirmiş ev halkını. Öyle başladı benim serüvenim de. Ancak ertesi yıl babamı kaybettim. Babamı kaybettiğimde bıraktığı vasiyet belki de beni buralara kadar getirdi. Öldüğü gün anneme “Bu oğlanı lütfen konservatuara yolla; yollamazsan iki elim arkanda” dediğini çok iyi hatırlıyorum. O vasiyet üzerine bir serüven başladı. Hemen akabinde, eski adıyla İstanbul Belediye Konservatuvarı’na başladım. Sene 1976. Aynı zamanda –darbuka çaldığımdan olsa gerek- Türk Müziği Konservatuarı sınavına da girmiştim. O zaman iki sınava birden girilebiliyordu.Tesadüfen İstanbul Belediye Konservatuarı’nı kazandım. Okula başladığımda, ilk olarak şaşırdığımı ve “Burada darbuka yok.” dediğimi hatırlıyorum; çünkü bambaşka enstrümanlar vardı karşımda. Tabii bu şaşkınlık dönemini kısa sürede atlattım. Yatılı okuyordum ve bunun büyük avantajlarını yaşadım. Adapte olmakta hiç zorluk çekmedim; çünkü hayatım o ortamda, ağabeylerimizin-ablalarımızın örnekleriyle geçti.

Eğitim sisteminde müzikteki disiplinin altını özellikle çiziyorum. Üniversiteye geçtiğim yıl, konservatuvar İstanbul Üniversitesi’ne bağlandı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı adını aldı. Burada lisans eğitimimi, 1994 yılında da yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Bu arada senfoni orkestrasında stajyer olarak çalmaya başlamıştım. Yücel Berrak Hocam ile birlikte çalışıyordum. Kendimi hayal ederken, hep model olarak senfoni orkestrasına girebilecek biri gibi tanımlardım. Çünkü konservatuvarın asli görevi belli başlı orkestralara müzisyen yetiştirmektir. Öte yandan, yıllar içinde kendi kendime farklı müzikler ve perküsyonlar ile ilgilenmeye başlamıştım.

Tercihlerimi yapacağım yıllara geldiğimde, hayat beni devlet memuru olarak devlet senfoni orkestrasına yönlendirmek üzereyken, içimdeki kültürel birikim başka şeyler çalmamı söylemekteydi. Böyle bir bocalama dönemi yaşadım. Kısmet belki, kadro da açılmamıştı o yıl orkestrada. Bir yandan da hayatımı kazanmam gerekiyordu. Bu sırada okuldan bana öğretim görevlisi olmam için teklif geldi. Esasında öğretmenliği hiç düşünmüyordum, çünkü çalmak için yetiştirilmiş kişileriz biz. Bununla beraber okuldaki teklifi kabul ettim. Peki ama bu sefer de ne çalacaktım? Çünkü öğretmen olunca klasik perküsyon alanında sahne tamamen bitmiş sayılır. Bundan sonra hızlı adımlarla piyano ile çaldığım bestelerimi kaleme almaya başladım. Öğrendiğim bir çok perküsyon vardı. Bunlarla çeşitli yerlerde çalmaya başladım: pop ve jazz grupları, topluluk ile alternatif oda orkestraları vb. Bu sayede bir çok müzisyenle çalışarak tecrübe de edinmiş oldum.

“Yansımalar” ile yolculuğunuz da bu sıralarda başlıyor sanırım.

Evet. ’95 yılında Birol Yayla ve Şenol Filiz ile tanışınca, piyanoyla perküsyon arasında ve kendi coğrafyamdaki müzikleri harmanlamaya dair yeni  bir serüven başladı benim için. O zaman anladım ki gerçekten ne yapmak istediğime karar verip, ne hayal ediyorsam onun üzerine çalışmaya başlamalıydım. Ama bu hayal ettiklerim bir süre sadece “Yansımalar” grubu çatısı altında üretime döndü. İnsanlar bu sayede beni tanıdı ve ben de o müziğin insanlarını, kültürünü tanıdım. Çok daha önemlisi Türk müziği usulleri ve makamları üzerine yarı akademik yarı alaylı bir şekilde tecrübe edindim. Artık kendi şarkılarım da ortaya çıkmaya başlayınca anladım ki, bundan sonra hayatıma kendi yazdığı müzikleri üzerine  çalabilen bir perküsyoncu olarak devam etmeliydim.

Böylelikle kendi projelerinize yöneldiniz.

2000’e geldiğimizde dedim ki, perküsyon dünyanın en zengin enstrüman grubuysa ve ben de Türkiye’de yaşayan ve bir çok kültüre ait ritimleri çalmaya çalışan bir perküsyoncuysam, bunun bir adı olmalı ve bu ürettiklerimi bir çatı altında insanlarla paylaşmalıyım. Bunun adı ‘dünya vurmalı çalgıları’ idi. Buradan yola çıkarak “World of Percussions”  adlı bir albüm yaptım. Albümden önce de bir topluluk kurdum. Bu topluluktaki üyeleri yetiştirdim. Kendi yetiştirdiğim kişilerle de böyle bir müzik yaptım.

Bu topluluğu kurarken nereden yola çıktığınızdan ve nasıl bir oluşum olduğundan bahsedebilir misiniz?

Başta Türk perküsyonları ve ritimleri olmak üzere, içinde Latin Amerika’yı, Afrika’yı hatta klasik perküsyonları da barındıran bir müzikal yapı.  Dünyada  ‘multi-perküsyon’ olarak adlandırılan bir kimlik. Perküsyonun uçsuz bucaksız sınırlarını zorlayan, araştırmaya keşfetmeye çalışan bir çalışma. Türkiye’de bunun eksikliğini hissetmiştim  aslında. Bizde böyle bir akademik yapı olmadığından, bu tanımlamalar da çok anlaşılır olamıyor. Karşılaştırmak gerekirse; bizim jenerasyonumuzun önündeki örneklere bakıldığında, çok iyi sanatçılar var, doğrudan ‘perküsyoncu’ olarak adlandırılıyorlar; ama bu tanımlamayı açıtığımızda, kim ne çalıyor ve çaldığıyla ne tarz müzik yapıyor, ona bakmak lazım. Böyle bir kulvar anlayışı yok bizde. Eğitim altyapısı olmadığı için böyle bir kültür de oluşmamış. Belki de buna bir cevap oluşturmak adına böyle bir topluluk kurdum. Madem perküsyon dünyanın en zengin enstrümanı, öyleyse tek başıma değil, grubumla birlikte, grup için yazdığım müziklerle ortaya çıkmalıydım. Hem besteci kimliğimi ortaya çıkaran hem de bu kimliği böyle bir yapı içinde sunan müzikal bir arayıştı benimkisi.

Yine aynı sıralarda, bugün ‘Güldede’ albümünde de sonuçlarını gördüğümüz bir başka projeye daha başladınız.

“Yansımalar”la edindiğim birikimi aynı formatta nasıl geri dönüştüreceğimi düşündüğümde, yine “Engin Gürkey Ensemble” adı altında, piyanomun orkestrasyon olarak altyapıyı beslediği, kendi coğrafyamızdan enstrümanlar olan ud, ney, keman ile de melodik yapının bezendiği bir topluluk kurdum. Bu, beni daha çok heyecanlandırdı. Çünkü bu, benim fark edilen tarafım değildi. Belli bir yaştan sonra yeni başlanan bir enstrüman gibi düşünüyorum  bu müziği.

Piyano eğitiminizi küçük yaşlarda yine konservatuardayken almıştınız. Bu, sizin için önemli bir avantaj olmalı.

Evet. Konservatuvarda zorunlu olarak yardımcı enstrümandı piyano. O yıllarda algılayamadık tabii niye zorunlu olduğunu. “Madem ben perküsyoncuyum, niye piyano öğreniyorum?” diye düşünürdüm. Rahmetli Selçuk Uraz’dı benim piyano hocam. Hiç yardımcı enstrüman gibi ders vermedi. Perküsyon kadar piyano çalıştığımı hatırlıyorum. Bu, beni besleyen büyük bir  güç oldu.

Toplulukta kimler var?

Kemanda Turay Dinleyen, kontrabasta Özgür Salıcı, pianoda Yiğit Özatalay, udda Aytuğ Öncü, flütte Halit Turgay ve neyde Ali Tüfekçi. Bu toplulukla Modern Türk müziği adına müzik yaptığımı söyleyebilirim. Beni en mutlu eden tarafı da bu: müziğin orijinal olması. Kendi müziklerimle “Yansımalar” ve “İnce Saz”da edindiğim birikimi buradaki müzikal yapıda birleştirdim. Şu anda çok mutluyum; çünkü hep istediklerimi yapıyorum. Buraya hep hayal ederek geldim. Hiçbir şey tesadüf olmadı benim için. Ve yapacak daha çok şey var.

Bu noktaya hep mücadele ederek gelmişsiniz; öte yandan, kendi hayallerinizi gerçekleştirme şansı bulabilmiş bir çocukluğunuz olduğu da söylenebilir. Bugün akademik eğitim olarak perküsyonu seçmek isteyen bir çocuğun önünde nasıl bir eğitim seçeneği var? Bir kere, hangi tür perküsyonları ve hangi müzikal alanda çalışmayı seçecek? Örneğin, İstanbul’da klasik Batı müziği perküsyonları eğitimi veren İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı var. Orada da dünya perküsyonlarına dair bir şey yok. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı var ama burada ayrı bir perküsyon bölümü yok; yalnızca usuller üzerinden, gerektiği kadar perküsyon eğitimi veriliyor. Öte yandan, halk müziği ve halk müziğinde kullanılan perküsyonlar adına hiç bir akademik eğitim yok. Ancak alaylı olarak öğrenebiliyorsunuz bu gelenekleri. Yani okul eğitimi adına karşınızda tek bir seçenek var: klasik Batı müziği ve perküsyonları. Bu, sizce de biraz tuhaf değil mi?

Benim hep hayıflandığım bir şey var. Yurtdışına gittiğimde oradaki müzisyenlerle sohbet ediyoruz; daha çok da Türk müziği ve perküsyonları üzerine. Yurtdışında da klasik Batı müziği perküsyonları üzerine eğitim var; ama aynı okulda siz Afrika, Latin Amerika perküsyonlarını da görüyorsunuz. Birçok kültürün beşiği olmuş bu topraklarda ise bu, yok. Bu, ciddi bir tartışma konusu. Müziğin makamlar ve usuller üzerine kurulduğu bir sistem var; ama bir de halk müziği var. Hem Klasik Türk Müziği hem de halk müziğindeki enstrümanları ortaya koyduğumuz zaman zaten batıdan daha fazla orkestrasyon yapabileceğimiz bir yapı çıkıyor karşımıza. Ritim eğitimi veriliyor, tamam ama vurmalı çalgılar başka bir şey, ritim başka şey. Vurmalı çalgılar özde öğretilmesi gereken bir enstrüman grubu, çalınması gereken de ritimdir. Siz çalacağınız enstrümana hakim değilseniz, ritmi nasıl çalacaksınız?

Türk müziği konservatuvarında kudüm, bendir üzerine eğitim veriliyor; ama usuller çerçevesinde. Klasik Batı müziği  konservatuvarında olduğu gibi bir enstrüman yapısı oluşturacak olsam, öncelikle klasik Türk müziği ve halk müziği diye ikiye böler ve en az on enstrümanlı bir sistem kurardım. Bir çocuk bunlara dair de eğitim almalı. Nasıl ki Batı müziğinde her döneme dair klasik eserler icra ediliyorsa, Türk müziği makamları ve usullerine dair de eğitim verilmesi gerekecektir. Bunlar paralel yürümeli. Bu iş neden yapılmıyor, ben anlamıyorum.

Baktığınızda, günümüze dek, esasen çokseslilik ve orkestra adına pek çok şey yapılmış. Özellikle İtalya’dan birçok ünlü besteci davet edilmiş,  dersler verilmiş, müzikler yazılmış, orkestralar, bandolar kurulmuş, konservatuvar açılmış. Ancak, bunlar arasında Türk müziği vurmalı çalgılar bölümü olmamasını hayretle karşılıyorum. Bana soruyorlar “niçin perküsyon müziği yapan perküsyon ustalarınız yok.” diye. Perküsyon çalmakla perküsyon müziği yapmak çok farklı şeyler. Akademik olarak beslenemeyince, kişi enstrümanı ile o müziği bir araya getiremiyor. Dolayısıyla çok ciddi, çok hızlı çalan perküsyoncularımız var; ama müzik sadece elin hızlılığıyla değil, aynı zamanda beyin ve kalp birlikteliğiyle de ortaya çıkar. Klasik Batı müziği konservatuarları gibi Türk müziği konservatuarları da çoğalsın. Ekol olarak da klasik Türk müziği ve halk müziği diye ikiye ayrılsın. Belli başlı ekol olmuş 20’inin üzerinde enstrümanımız var. Bunlar eğitimde yer alsın. Türk müziği konservatuvarları bünyesinde de Batı müziği okutulduğu için, bu paralellik çok kolay sağlanır. Klasik Batı müziği perküsyonlarını model olarak alır, o modeli çok rahatlıkla Türk müziği perküsyonlarına uygulayabilirsiniz. O zaman, o müzikle beslenen bir perküsyon öğrencisi profesyonel yaşantısına geldiği zaman, besteci perküsyoncu veya perküsyon müziği yapan biri olabilir.

Klasik bakışta perküsyoncular için hep böyle refakat eden, eşlikçi olma durumu var. Öne çıkanlar daha alaylı, daha özel yetenekli kişiler. Halbuki konservatuvar da solist yetiştirebilir. Bunlar birbirini beslemeli bence. Oysa, hep tesadüfî oluyor. Bu da önemli ama geç kalınabiliyor. Örneğin; kişi 50 yaşında popüler oluyor, diyorlar ki “Sen neredeydin?”. “Ben buradaydım hep; ama hayatın içinde başka şeylerle uğraşıyordum.” diyor. Böyle olmamalı. 20 yaşındaki bir perküsyoncu “Kendi müziğimi yapacağım.” diyebilmeli. İyi örneklerimiz hep başka enstrümanlar üzerine: ud, keman, ney gibi. Perküsyon ise hep eşlik eder durumda. Akademik olarak da öne çıkmış Türk perküsyon grubu bir tek  “Yarkınlar” var. İkincisini, üçüncüsünü sayamayız ama bir Karagümrüklü olarak ben size 7-8 grup çıkarabilirim.
Tabii, tüm bunların cevabını verecek kişi ilk etapta ben değilim ama ben de bir perküsyoncu olarak eleştirimi ve özeleştirimi yapıyorum.

Nasıl bir sonuca ulaştınız peki?

Yani, ben kendim ne yapabilirim diye sordum ve ilk etapta okullarda olmayan bir sistem yaratabilirim diye düşündüm. Bu, içinde tabii ki Türk perküsyonlarının ama aynı zamanda diğer dünya perküsyonlarının da olduğu bir sistem. Bu sistemdeki çalgıları temel olarak dört gruba ayırabiliriz: Türk (tabii Türk derken aslen bu coğrafyaya ait ve Türk müziğine de mâl olmuş çalgıları kastediyorum), Latin Amerika, hepsini tetikleyen kültür olan Afrika, ve klasik Batı müziği perküsyonları.

Bir de son yıllarda hızla artan sayıda açılan çeşitli perküsyon kursları var. Kimileri artık hobi düzeyinde dahi eğitim vermiyor. Özellikle belli bir kesimin rağbet ettiği, işten çıkıp da deşarj olma, eğlenme ve sosyal bir ortam edinme amaçlı gidilen kurslar bunlar. Veya şirketlerin, çalışanlarının takım performansını arttırma adına düzenlettiği etkinlikler. Siz kendi perküsyon atölyenizin buraya dair bir cevap oluşturduğunu düşünüyor musunuz?

Ben, ilk etapta beni takip ederek gelecek kişileri hayal ederek yazmaya başladım. Yani okula gidemeyen, yaşı gecikmiş ama her daim çalmak isteyen; okulun bir araç olduğunu, ama amacın esasında kendisi olduğunu düşünebilen genç yeteneklerle bunu paylaşmaya başladım. O yüzden de adına “perküsyon atölyesi” dedim. Yazılı bir sistem oluşturmaya çalışıyorum. Topluluk müziğine dair yazıyorum ve bunu da perküsyon topluluk müziği adı altında öğretiyorum. Sonrasında bu alanda bir ‘trend’ oluşunca, bu sınıflara her sektörden ve hiç hayal etmediğim kadar perküsyon dünyasına yabancı insanlar gelmeye başladı. Bu, artık benim misyonum da olmaya başladı. Akademik perküsyoncu ama kendi yerinde öyle bir sistem yaratmış ki bunu halkla da paylaşıyor. Bu, reddedilir bir şey değil ama başlangıçtaki hayalim bu değildi esasında.
Benzer şekilde perküsyon çalmaya oldukça geç, üniversite yıllarında başlamış biri olarak benim de ilk hocam siz oldunuz. Bugün İTÜ MİAM’da yine beraberiz. Benim gibi konservatuara gitmemiş ama eğitimini akademik anlamda tamamlama ihtiyacı duyan kişiler açısından, MİAM’ın sağladığı bu olanağa dair ne düşünüyorsunuz?

Yukarıda bahsettiğimiz perküsyon anlayışı adına birçok probleme açıklık getirecek akademik yaklaşımı sebebiyle, tüm Miam yöneticilerini bu girişimden dolayı kutluyorum. Bu, olanakları daha sonra anlaşılarak  geliştirilecek bir reformdur bana göre.

Peki yaygın öğretimde, örneğin ilköğretim düzeyinde, vurmalı çalgılarla tanışma neden hiç olmuyor? Bizim zamanımızda -hâlâ öyle mi bilmiyorum- illa ki blok flüt çalacaksın, mandolin ya da bağlama kursuna gideceksin.

Zaten ilköğretimin müzik eğitim sisteminde çok ciddi problemler var. Akademik eğitimde, eğitim alacak kişinin müzik kulağına bakıyoruz önce ve ek olarak da ritim kulağına bakıyoruz. Profesyonel müzik eğitiminde müzik kulağı belirleyicidir çünkü.

Müzik kulağıyla ritim kulağını ayırıyor musunuz?

Tabii. Akademik bir eğitim düşünüyorsanız, konservatuvara girmenin ilk şartı şudur: Klasik bir ezgi sorulur -melodik, çift ses, üç ses vb- ve senin kulağın olup olmadığına bakılır. Kulağın varsa beraberinde ritim duyguna da bakılır. Ama her zaman müzik kulağı notu geçerlidir. Ben de bu sınavlarda yer alıyorum. Aman, diyorum, bir davulcu buldum. Sınav esnasında çocuk bir anda hüsran yaşıyor, kulak duymuyor. Sisteme dair ciddi sorunlar var. Esasında konservatuvarlara giriş sınavlarının da sorgulanması lazım bence. Bu konuyu şimdilik geçiyorum.

İlköğretim açısından ise asıl hedef, genel müzik eğitimi vermek. İlk etapta müzisyen olmayacak, yani temel müzik eğitimi vereceğiniz kişilerden bahsediyoruz. Bu çocuklara doğrudan, hiç müzik kulağı filan fark etmeden, müzikal bir ensrümanla eğitim verdiğiniz zaman hem faydalı olabilirsiniz hem de zararlı. Çünkü eğer çocuğun müzik kulağı iyiyse, bunu fark edersiniz ve o çocuğu yönlendirirsiniz. Ama müzik kulağı olmayan birini blok  flütle, bağlamayla veya klarinetle çalıştırdığınızda, o çocuk yanındakine göre çalamıyor olacak. Çünkü müzik başka bir şey. Benim tezim şu: temel eğitimde ilk evrenin perküsyon ile başlaması.

“Orff çalgıları” diye bilinen ve kimi okullarda burada da uygulanmaya başlanan sistem de buna dayanıyor sanırım.

Evet. Orff sistemini biz Türk perküsyonlarına çevirebiliriz; enstrüman olarak davul, darbuka, tef vb kullanabiliriz. Orff sisteminin en ilerici özelliği basit çalgılama biçimleri sunmasıdır. Perküsyon dışında hiçbir enstrümanda bu kadar basit ses üretme yoktur. Alırsın ve vurursun. Örneğin; nefeslilerde aylarca ses üflersin; yaylılarda arşe çekmek veya piyanoda doğru parmak pozisyonunu oturtmak için aylarca uğraşırsın. Perküsyonda ise her yaşta ve her alandan kişi, perküsyonda temel sesi rahatlıkla çıkarabilir. Bu basit çalgılama biçiminden yola çıkarak ve hayatın kendisinin de bir ritim olduğunu düşünerek, Orff da insanları eğitimde birlikte başarıya götürmenin yolunun ritim duygusuyla mümkün olacağını öngörmüş. Çünkü ritim herkeste olan bir şey. Ritim kulağı olmayan biri yoktur; zayıf olabilir; ama yok diye bir şey olamaz. Çünkü ritim bir duygudur. Konuşurken, yürürken, nabzımız vb… hayatın ta kendisidir. Aslında hepimiz birer ritimiz.

O yüzden mi yetişkin düzeyde de en çok rağbet edilen enstrüman perküsyon? Yani daha basit ses üretildiği ve herkes bir yere kadar yapabileceğini hissettiği için?

Elbette. O yüzden atölyelerde perküsyon eğitimi daha yoğun veriliyor. Herkes piyano eğitimi alabilir; ama herkes piyano çalamayabilir. Müzik kulağı olmayan biri nasıl kendini iyi ifade edecek? Bir yere kadar başarırsın. Ritmin duygu olduğu ve herkeste var olduğuna, gerçekte müzik kulağı olmadan da çok keyifli çalışmalar yapılabileceğine inanıyorum.

Öte yandan bu, disipline dair de bir çalışma. Böylelikle sınıf disiplini de daha rahat sağlanabilir. Müzikal yolla çocuklar takım çalışması ile birbiriyle uyumu, arkadaşlığı, senkronize olmayı, doğru hareket etmeyi çok kolay yoldan öğrenebiliyorlar. O zaman sonuç da çok başarılı olabiliyor. Eğitim sistemimi yaşlara göre indirgedim. 3-7, 7-13, 13-17 ve yetişkinler gibi evrelere bölerek bu sistemi yaymaya çalışıyorum. Hedefim iki türlü: Birisi kendi perküsyon atölyemi, okula döndürmek. Okula döndürdüğümde, hakikaten bu tartıştığımız sistemdeki eksik olan öğeleri burada doğru bir şekilde ve sertifikalı olarak vermek istiyorum. Hobi olarak gelmek isteyen kişilere de -adı üzerinde- hobi faaliyeti çerçevesinde eğitim vereceğiz. Yani akademik formasyonla amatör faaliyeti ayıracağız.

Yaş evrelerinden bahsettiniz. İlköğretimde temel müzik eğitiminin perküsyon ile başlayabileceğini söylediniz. Peki uzmanlaşma anlamında müziğe –özelde de perküsyona- yönlendirilecek bir çocuk için doğru yaş evresi nedir sizce?

İlköğretim 8 yıla çıktıktan sonra biz de konservatuarlara 6. sınıftan itibaren tam zamanlı talebe alabiliyoruz -ki bu bence de uygun bir yaş. O yaşlarda teknik anlamda çok önemli işler yapabiliyorsunuz. Algılar daha açık oluyor. Çocuk aldığı eğitimi daha doğru bir zamanda ve doğru bir şekilde geri dönüşüme geçirebiliyor. Tekniklerin oturması vb zamanla alakalı bir şey. Dil gibi yani. Bir süre sonra gelişmesi  çok zor oluyor.

Sizce 7 yaş veya öncesi mümkün mü?

7 yaş öncesine dair en güzel örneği kendi çocuğuma bakarak yaşıyorum. Çocuk verileni geriye döndürebiliyor; ama istediği zaman istediği şekilde. Yani disiplin sorunu oluyor. Eğitim ise disiplin gerektirdiği için, en doğrusu 7 yaşından itibaren başlamak. Biz 6. sınıftan itibaren alıyoruz; ama bu da tartışılır tabii. Çocuk matematiği ve Türkçe’yi öğrenebiliyorsa, 7 yaşından itibaren müziği de öğrenebilir; çünkü artık disipline girmiş oluyor. Bu örneğin perküsyon için geçerli olduğunu unutmayalım. Her enstrüman için uygun olmayabilir. Bunun için belli enstrümanlara göre farklı yaş evreleri olabilir. Eğitim içindeki problemler eğitimcilerle özel komisyonlar kurarak, diyalog içinde ele alınmalı. Bizlerin tecrübesine başvurulmalı.

Peki sorunlar okul düzeyiyle bitiyor mu?

Eğitimci olarak müfredat oluşturuyorsunuz, güzel; ama sonucu hiç tartışmıyoruz. Öğrenci mezun olabilir; ama başarı esas okuldan sonra başlıyor. Çocuğun okuldan sonraki yaşantısını hiç sorgulayan var mı? Nereye gittiği, ne yaptığı hiç araştırılmıyor. Lisans düzeyinde bir anne- baba size gelip “Benim çocuğum okulu bitirdikten sonra nereye gidecek?” diye sorsa, “Bana ne?” diyebilirsiniz. Hep problem bunlar. Okul sana diyor ki talebe al, alıyorsun ama ya sonra? Örneğin, ’92’den bugüne hâlâ senfoniye biri alınmış değil. Yani ben kendi müziğimi yapmamış olsam, hâlâ kadro bekliyor olacaktım. Birçok kız öğrenci var; ama evinde oturuyor. Türkiye’deki aile yaşantısı gereği, erkek öğrenciler gibi alternatif yerlerde de çalamıyorlar. Yuvalarda, müzik okullarında eğitmenlik yapıyorlar; ama böyle mi olmalı yani?

Her şeyi devletten beklemek de doğru değil tabii. Alternatif oluşturmak lazım. Yurtdışında da bu böyle. Bizim konservatuvarlarda yaptığımızı, onlar devlet okullarında yapıyorlar. Akademiler, özel okullar, özel kuruluşların özel konservatuarları var. Yani açılmak lazım. Ben de 2010 gibi kendi okuluma geçmiş olmayı istiyorum.

Bu kadar önemli ve zengin bir enstrüman grubundan bahsediyoruz. Biraz da tanıyabilir miyiz? Örneğin, nasıl sınıflandırılıyor vurmalı çalgılar?

Öncelikle ikiye ayrılıyor: Sabit ses perdeli olanlar ve sabit ses perdeli olmayanlar. Sabit ses perdeli olmayanlar yani bir ezgi çalmaya, melodik yapıya müsait olanlar da (örneğin; vibrafon, ksilafon, marimba) kendi içlerinde yüzeylere ayrılıyor: tahta tuşlular, metal tuşlular gibi. Ötekiler, yani tek sese sabitlenenler ise ritim tutmakta kullanılanlar, yani bildiğimiz davullar. Bunlar da yine kendi içinde yüzeylere göre ayrılıyor: metal, tahta, deri yüzeyli davullar gibi. Buradan sonra da coğrafyalar karşımıza çıkıyor. Üçüncü bir grup da bunların dışında, sadece ses efekti yaratanlar: doğadaki birtakım sesleri müzik dünyasına kazandıran enstrümanlar bunlar.

Coğrafya farklılaştıkça enstrümanlar da farklılaşıyor. Örneğin; Afrika’da su kabakları ve hasırlar çıkıyor karşımıza. Mezopotamya’da ise daha çok deri yüzeyli davullar. Peki birbirini etkilemiş ya da melezleşmiş ne tip perküsyonlar var?

Bence birbirini etkileme mezhepler ve kavim göçleriyle alakalı. Örneğin; klasik müzikte ‘daire’ dediğimiz bir enstrüman var, bir başka deyişle ‘pullu bendir’. Halk oyunlarında Arap kültüründen gelen tef ya da def olarak karşımız çıkıyor. Belli değişikliklerle de olsa aynı enstrüman aşağıya indiğimizde ‘riq’, Brezilya’da ‘pandeiro’, Karaibler’de ‘pandeiretta’, İspanya’da ‘tamborim’ olarak karşımıza çıkıyor. Araplar yoluyla Avrupa’ya taşınmış.

Peki siz coğrafik sınıflandırmayı nasıl yapıyorsunuz?

Böyle bir enstrümanın peşinde koşmaktansa ben, eğer bu topraklarda kullanılan hali varsa onu alırım. Türk perküsyonları adı altında toplarım. Örneğin, tüm Ortadoğu’da kullanılan asma davul, def, darbuka; klasik müzikte kullanılan kudüm, bendir, zil, halile vb. Latin Amerika ise zaten kendi başına ayrı bir kimlik; oturmuş bir kimlik. Brezilya ve Küba olarak iki ana ekole ayrılıyor. Hemen akabinde Afrika çıkıyor karşımıza çünkü onlar da Afrika’dan beslenmişler. Çünkü yeni kıtanın keşfiyle Afrikalı zenci köleler getiriliyor. Afro-Küba müziği dediğimiz, yarısı Afrika yarısı Küba olan İspanyol etkileşimli  bir Latin Amerika müziği doğuyor. Afrika perküsyonlarını atlamak imkansız, çünkü bugünkü birçok Batı formunda davulun da atasını oluşturuyor. Tamamen kendine has modelleri ve sesleriyle kendi başına bir kulvardır. Akademik formasyona girmesi gereken başka coğrafya düşünüyor musunuz diye sorsanız, ben Asya davulları derim. Özellikle metal gonglar, Japon davulları hep belirleyici enstrümanlar. Ben, okul yapımda da böyle bir sistem düşünüyorum

Latin perküsyonları bugün perküsyon dünyasında daha hakim ekol gibi. Bu sizce nereden kaynaklanıyor? Örneğin, popüler müzikler içinde Latin müziğinin ciddi bir etkisi olmasından mı?

Latinler çok neşeliler, iyi ki varlar. Ben uzun yıllar Latin müziğiyle ilgilenmedim, perküsyonları dışında. Birinci derecede çalmak istediğim müzik değildi çünkü. Ama Latin perküsyonları çok önemli ve çok popüler olmuş entsrümanlar. Bu ülkelerin insanları müzikle yaşam biçimlerini birleştirdikleri için turistik anlamda da çok yaygınlaştırmışlar müziklerini. Örneğin, ‘çaça’yı yaratmışlar. Çaça dansı da çok popüler. Danslarıyla da dünyaya yaymışlar müziklerini. Afrika ise pek öyle değil. Başarı anlamında ben ilk etapta Latinleri görüyorum. Ben stüdyo müzisyeniyim aynı zamanda. Çaldığım albümlerin p’inde bu perküsyonları ve ritimleri kullanabiliyorsam, demek ki gerçekten de öyle.

Bu kadar baskın olunca, zaman içinde belli bir sistematizasyon da oluşmuş. Oturmuş bir notasyon sistemleri var; standardlaşmış akort sistemleri var; hangi tür enstrümandan nasıl ses alacağınız, ses sisteminde nasıl tonlayacağınız belli vb. Doğu perküsyonları açısından ise böyle bir sistemden bahsedemiyoruz (‘tabla’yı belki ayırmak gerek). Sizce neden?

Eğitim olmayınca endüstriyel tasarım da gelişmiyor. O enstrüman ilkel yapısıyla kalıyor. Gelişmediği sürece de müzik içinde tercih edilmesi azalıyor. Bugün ‘bongo’nun bile versiyonu yapılmış mesela: kasa yok, sadece iki deri. Aynı sesi alıyorsun. Arz- talep meselesi. Çalan varsa hep yenileniyor ve gelişiyor dolayısıyla.

İlk albümünüz olan “World of Percussions” da bu farklı coğrafyalara ait perküsyonları bir araya getiren bir albüm oldu.

Bu, eğitici niteliği yüksek bir albüm oldu. Her perküsyoncunun arşivinde olması gerekir. Aynı zamanda perküsyon topluluğumu da ifade eden bir çalışma oldu. Öncü bir çalışma fakat popüler bir albüm değil. Bana “Sizin için Türkiye’nin tek oynatmayan perküsyoncusu deniyor.” diyorlar. Bu, benim için önemli bir kriter. Öte yandan, çok da isterdim oynatmayı. Hayıflanmıyorum; ama benim alanım ve yönüm başka. Belki de azınlıkta olduğum için, çalmaktan çok sürekli bunları anlatmak zorunda kalıyorum.

Dünyada bazı enstrümanistler var. Örneğin; baterist, tablacı, darbukacı.. O kişi, o enstrüman ile bütünleşir. Veya klasik Batı müziğinde ‘malet’li enstrüman çalan birini (örneğin, vibrafonist Evelyn Glennie) veya Afrika enstrümanı olan ‘djembe’ çalan birini düşünün. Bunlar ‘master’ enstrümanlardır. Öte yandan, maletle çalınan enstrümanlarda akademik bir yapı olmadan, ailenin diğer enstrümanlarını da öğrenmeden çalamazsın zaten. Klasik müzik perküsyoncusu ama vibrafon sanatçısı aslen. ‘Djembe’ci de yine öyle. O ailenin bir yapısı var, tek başına djembe müziği yapılamıyor. O da yine hakim oluyor diğer enstrümanlara. Latin’de de böyle. ‘Conga player’ olan Giovanni Hidalgo mesela. Tüm Latin perküsyonlarını biliyor; ama temel enstürümanı conga. Türkiye’de ise tamemen eğitimsizlikten kaynaklanan bir durum var. Örneğin, bir darbukacı diğer klasik müzik enstrümanlarını bilmeyebiliyor teknik anlamda. Usul bilmiyor ya da. Tartıştığım, bu kişilerin kendisi değil. Eğitim sisteminden bahsediyorum yine. Ben isterdim ki bunu çalan insanlar da bu coğrafyaya ait birçok enstrümanı çalsın. Belli bir seviyeye gelmek ve ondan sonra o kimliği taşımak lazım.

Öte yandan tek başına uzun süre perküsyon müziği dinlemek, dinletmek de zor. Bu da kendine dair bir müzikal anlayış geliştirmeyi gerektiriyor. Bir yandan da bulduğunuz her boşluğu doldurma, kalabalık çalma eğilimi olabilir. Sizin üslubunuzun müziği ön plana alan, sade ve yerli yerinde çalmak şeklinde özetlenebileceğini düşünüyorum. Siz kendi tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz?

Müziğin tanımından hemen üç öğe ortaya çıkıyor: ritim, müzik, armoni. Ritim kendi başına çok ciddi bir öğe. Kendi başına ritim müziği yapabilirsiniz. Perküsyoncu olarak bir müziğin içinde kullandığınız o ritim öğesini çalarken, her şeyi düşünmeniz gerekiyor: o armonik yapıyı, melodik yapıyı. Ben daha müzisyen yaklaşmayı seviyorum. Kendi müziğimde de öyle. Kendi albümümde de “Buraya dört ölçü solo koyayım da patlatayım.” şeklinde yaklaşmadım. O müziğin bir ifadesi var. Özellikle sözsüz müziğin daha derin bir ifade biçimi var, çünkü söz yok. Ne anlattığını karşınızdaki kişi bilmiyor. Ama o armoni ve melodi çok şey anlatıyor. Bence Türk müziğindeki eksiklik de burada. Bakıyorum müzik çok romantik, kişi çok yetenekli belki; ama çok fazla geliyor yaptıkları bana. Veya çok naif bir melodi var yukarıda; ama aşağıda öyle bir armoni var ki çok modern ve o melodiyi yiyebiliyor. Müziği bilmek gerekiyor yani. Eskiden bir laf vardı: “Kimler var grubunda?” diye sorarlar, “Dört müzisyen bir davulcu var.” derlerdi. Davulcu, müzik konuşulurken hep bakar yani. Çünkü ne armoniye, ne melodiye, ne de forma dair konuşabilir. Yine eğitimden kaynaklanıyor bu. Benim en büyük avantajım perküsyon eğitimimi hep müzikal ortamlarda edinmiş olmam. Gerek akademik gerekse alaylı olarak, hep iyi müzisyenlerle çalıştım. Galiba biraz minimalist düşünüyorum ben. Dengeli ve ifadeli olmak lazım. Aranjman tekniğinde de olması gerektiği kadar nicelikte ve doğru enstrüman kullanmak gerek. Yani bir şeyi 7 enstrüman ile de anlatabilirsin, tek enstrüman ile, tek kişiyle de anlatabilirsin. Topluluk anlayışı da biraz oturmuş kafamda herhalde. Tek başıma çalarken de iki kişi mi yoksa dört kişi için mi yazacağımı kestiriyorum. Az enstrüman ile, az enerji kullanarak büyük ifade yaratmayı seviyorum; yani atmosfer müziği yapmayı seviyorum esasında. Daha farklı müzikler için daha farklı şeyler de geçerli olabilir tabii. Benim müziğim için belki bu daha çok geçerli. ‘Kendi yazdığı sözsüz şarkılara eşlik eden bir perküsyoncu’ olmak yani. Ben bir müzik yaratıyorum ve kendi perküsyonlarımla eşlik ediyorum.

Albüme dair konuşalım biraz da.. Albüm sürecinden biraz bahsedebilir misiniz? Parçalar nasıl şekillendi, kimlerle çalıştınız?

Başta sevgili Birol Yayla ve Yansımalar grubunun tüm üyeleri yanında sevgili Mısırlı Ahmet, Hüsnü Şenlendirici, Marcel Khalife ve oğulları Rami ile Bachar, Ercan Irmak, Serkan Çağrı gibi müzik dostlarımla seslendirdim müziğimi…

“Güldede” albümünde dikkatimi çeken bir nokta da şu oldu. Sözsüz müzik yaptığınız için mi, bazı şarkıların altına küçük notlar düşme ihtiyacı düşmüşsünüz. Örneğin; ‘Huş’ adlı bestenizin altında şöyle yazıyor: ‘Doğaya ve kayın ağaçlarına.. Her zaman yeşil kalsınlar..’

Önceleri çekinmiştim bunu yazmaya ama sonradan çok olumlu tepkiler aldım. Samimi duygularla yazıldığını düşünüyorum. ‘Türkü’ diye bir beste yaptıysam, bunu kime ithaf ederim diye düşündüm. Halk ozanlarına tabii, çünkü ben de çok esinlendim onlardan. Veya ‘Huş’ için de geçerli bu. Önemli bir semboldür Huş ağacı.  Çok iyi davullar da Huş ağacından yapılır. Mesela “Kayın mı huş mu?” diye sorar perküsyoncu. Huş biraz daha koyu ve kapalı bir ton verir. Bizim için de, insanlık için de önemli bir ağaçtır; tüm doğa gibi. Herkes birbirinden etkileniyor ve o şekilde yaşam sürüyor. Birbirimizden kopmamız imkânsız. “İz” adlı bestemi de İstanbul depreminde asker olarak gördüklerimin izi olarak yazmıştım. Sen birtakım dengeleri bozarsan, bazı şeyleri de tetiklersin. Bence hiçbir şey sebepsiz değil. “Güldede” de Karagümrük’te doğup büyüdüğüm ve hâlâ yaşadığım sokağın adı. Obje olarak kullandım bunu. Tamamen mistik olarak. Benim birkaç kutsalımdan biridir burası. Annem de hep buraya kadar oynamama izin verirdi. Böyle bir gönül bağım var. Ayrıca o toprakların gerçekten de tılsımlı olduğunu düşünüyorum ben perküsyonculuk adına.

Müzikal yaşantınızda kimlerden etkilendiniz?

Hep besteci perküsyoncularla ilgilendim. Örneğin, pop çaldığım yılarda Sezen Aksu ile çalıyordum ve Arto Tunçboyacı ile ilgilenirdim veya yurtdışında perküsyoncu olmayan piyanistlerden etkilendim: Egberto Gismonti gibi. Saymakla bitmez tabii. Enstrümanını müziği ile birleştirip bir ifade içinde sunanlar ilgimi çekmiştir daha çok. İyi çalmak tamam ama önemli olan sonuç bence. Yemek gibi. Malzemeler var ama sonuç nasıl acaba?

Siz bir üretim içinde yılların birikimini ortaya koyup bir albüm yapıyorsunuz.. Bunu, gerek konser gerekse albüm vasıtasıyla dinleyiciyle buluşturmak istiyorsunuz. Ama bu alanda ciddi bir tıkanma var. Albüm satışları artık ciddi oranda düştü. Korsanla başetmek ise, paylaşım siteleri filan varken, mümkün değil. Sizin gibi alternatif müzik yapanları bu durum nasıl etkiliyor?

Burada ciddi bir hukuki ve ahlaki problem var bence. Zaten artık her şeyi biz yapıyoruz.. Besteyi yapıyoruz, müzisyen yetiştiriyoruz, çalıyoruz, cebimizden para da ödüyoruz. Bundan sonrası için yapımcı belgemi de alıp, bu sistem değişene kadar kendi  yapımımı kendim yapmayı düşünüyorum. Ama özellikle bu kısır döngü içinde yüreği ile bizim kategoride müzik dostlarına kucak açan sevgili Hasan Saltık’ı ve Kalan Müzik’i kutlamak  ve bana  verdikleri destek için sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum. Gerçekten de Türkiye’deki müzik arşivine çok değerli yapıtlar kazandırıyorlar.

Teknolojik olanakların gelişmesiyle stüdyo müzisyenliği alanında ciddi bir yükseliş başladı. Bir dönem daha çok stüdyo merkezli üretimler yapılır oldu. Artık albüm satışlarının düşmesiyle, canlı performanslar yani konser arzı da artmaya başladı. Öte yandan konser verme de maliyetli bir hal aldı, çünkü beklentiler giderek yükseliyor. Bu durum da müzisyeni –alternatifini üretmediği sürece- sponsorlara mecbur bırakıyor. Siz bu sorunla nasıl baş ediyorsunuz?

Ben zaten sponsorlu iş pek yapmıyorum, bir iki özel etkinlik dışında. Benim en büyük sponsorum, perküsyon dinleyicisi olan kendi fan kitlem.

Dinleyici profilinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

İlk etapta perküsyon öğrencilerim, ailem ve dostlarımdı. Artık albümle birlikte, perküsyon dinleyicilerinin yanı sıra sözsüz müziğin izleyicileri, Yansımalar ve İnce Saz’ın bende kalmış izlerini takip edenler ve tamamen yeni simalar da eklendi.

Bundan sonrasına dair yeni projeleriniz neler?

Sözsüz müzikten sözlü müziğe geçebilirim. Yeni üreteceğim şarkıları sözlendirmeyi düşünüyorum. Özellikle Arap kadın vokallerini çok beğeniyorum. Belki Marcel Khalife ile birlikte Arap müziği ve vokali ile kendi müziğimi buluşturabilirim. Sound olarak da elektronik bir tarz deneyebilirim. Perküsyonda da yeni albüme girmek istiyorum. Ama bu sefer Türk, Latin vb şeklinde ayrı ayrı değil de daha ‘mix’ bir şey yapmak istiyorum. Bütün türlerle kendi coğrafyama ait bir şey yapmak istiyorum. Belki de vokal, perküsyon ve dans üzerine günün birinde ‘Kardeş Türküler’le de bir şeyler yapabiliriz, ne dersiniz?

Engin Gürkey’in web sitesi için  www.engingurkey.com