Bundan yaklaşık iki hafta önce rejim büyük bir korku yaşadı. İktidardan düşme korkusu. Doların 8,5 TL’yi görmesi, avronun da 10 TL’ye yaklaşması, üstelik önlerinin açık görünmesi, Cemaat’in 17-25 Aralık operasyonu bir yana bırakılırsa iktidara ecel terleri döktüren en ciddi gelişmeydi. Böylece Türkiye’de tek gerçek muhalefetin “dolar kuru” olduğunu söyleyenler bir kez daha haklı çıktı.

Rejimin ekonomi politiği ve ekonomide “reform”

Saray rejimin iktidardan düşme korkusu, önce Merkez Bankası (MB) Başkan’ının görevden alınması, sonra Hazine ve Maliye Bakanı damat Albayrak’ın hazin şekilde “görevden affedilmesi”yle kendini gösterdi. Bunu, yerlerine atanan bürokrat ve bakanın “öngörülebilirlik”, “serbest piyasa kurallarına uyum” gibi uluslararası finans çevrelerine “piyasa dostu” mesajlar vermesi izledi. Bu mesaj en üst düzeyden,  Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından da dile getirildi. Ekonomide  ve hukuk alanında yeni bir reform dönemi başlatılacağı duyuruldu. Nihayet 19 Kasım’da MB Para Politikası Kurulu’nun (PPK) % 4,75 puanlık faiz artırımıyla rejim ekonomik krizin ortasında bir soluklanma fırsatı buldu.

Saray’ın güdümündeki ekonomi yönetiminin neden MB faiz artışına bu kadar direndiğini; neden yaklaşık iki yılda MB döviz rezervlerinin 100 milyar dolar eritildiğini ve neden pandemi dönemi boyunca döviz kurlarının yükselmesiyle sonuçlanacak büyük kredi genişlemesine gidildiğini anlamanın, özellikle son dört yılda rejimin ayakta kalmasını sağlayan ekonomi politiği kavramak açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Krizi ötelemenin araçları olarak düşük faiz ve kredi genişlemesi

Erdoğan-AKP döneminde ekonominin gidişatını değiştiren dönüm noktası, Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) gelişmekte olan ülkelere yoğun sermaye girişinin sınırlanmasıyla sonuçlanan Mayıs 2013’teki açıklaması oldu. FED bu tarihte bankalardan tahvil alımlarını azaltacağını duyurdu. Böylece piyasaya enjekte edeceği likidite de azalacak ve faizler yükselecekti. Önceki dönemde kıyaslandığında, Mayıs 2013’ten sonra Türkiye’ye yabancı sermaye girişi yavaşlamaya, yoğun sermaye girişine bağımlı ekonomik büyümede tıkanıklıklar meydana gelmeye başladı. Uzun süre oldukça istikrarlı seyreden döviz kurları da artış eğilimine girdi. Örneğin Nisan 2013’te 1,8 TL civarındaki dolar kuru, 2014’te ortalama 2,19 TL’ye; 2015’te ortalama 2,72 TL’ye yükseldi (oysa yoğun sermaye girişi sayesinde 2002-2012 arasında ortalama dolar kuru sadece 1,51 TL’den 1,80 TL’ye yükselmişti).

Türkiye ekonomisi 2016’taki askeri kalkışmanın ardından yoğun tutuklamalar, şirketlere el koymalar gibi uygulamaların etkisiyle 3. çeyrekte % 1,3 oranında daraldı. Bu, küresel finans krizinin etkisiyle 2009 yılında meydana gelen % 4,7’lik daralmanın ardından yaşanan ilk daralmaydı. Belirsizliğin getirdiği ekonomik durgunluk ve döviz kurlarında artışın (2016’da ortalama dolar kuru 3,02 TL’ye yükseldi) devam etmesi, dolaysıyla iç talebin azalması, başta küçük boy işletmeler olmak üzere çok sayıda şirketi zor duruma düşürdü. Üstelik 16 Nisan 2017’de parlamenter sistemden Türk tipi başkanlık sistemine geçilmesini öngören anayasa referandumu vardı.

Böylece, Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL’le birlikte kurulması hız kazanan yeni rejimin yasal olarak da tesis edilmesini, sonra da ayakta kalmasını sağlamak üzere devlet destekli kredi genişlemesi politikaları yürürlüğe kondu. Mart 2017’de, referandumdan sadece bir ay önce, zor durumdaki şirketleri batmaktan kurtarmak ve ekonomik aktiviteyi canlandırmak için Kredi Garanti Fonu (KGF) uygulamasına geçildi. Kabaca söylersek devlet, bankaların işletmelere kullandıracağı 250 milyar TL’lik krediye kefil oldu. Normalde bankalardan kredi alamayacak firmalar KGF garantileri sayesinde bankalardan borç bulabildi. Şaibeli referandumun ardından 21 Haziran 2017’de, o zamandaki Başbakan Binali Yıldırım “Eğer, 250 milyarlık kredi hacmini oluşturmasaydık bugün 30 bin tane sanayici, iş adamı göçmüştü. Bankalar zora girmişti. Ekonomi maalesef zora girecekti” diyecekti. İktisatçı Ümit Akçay’ın belirttiğine göre, “Kasım 2016’da yüzde 7’lere düşen kredi artış hızı, Haziran 2017’ye gelindiğinde yüzde 22’ye çıktı”.

KGF, sadece 16 Nisan referandumunu değil, normalde Kasım 2019’da yapılması planlanan, ancak sonsuza dek sürdürülemeyecek kredi genişlemesinin yavaşlamasından sonraki durgunluk göze alınamadığı için 24 Haziran 2018’e çekilen cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinin  de “kazanılmasında” önemli rol oynadı.

Bundan sonra da rejimin varlığını sürdürmek için başvurduğu kredi genişlemeleri belli dönemlerde yeniden gündeme geldi. Yine Ümit Akçay’ın bir yazısından aldığım aşağıdaki grafik, Nisan 2014 ile Nisan 2020 arasındaki kredi genişleme hızlarını gösteriyor. KGF’nin sağladığı garantilerle kredi büyüme hızının Nisan-Temmuz 2017 döneminde % 40’ın üzerinde bir artış gösterdiği grafikten görülebilir.

Nisan 2014-Nisan 2020 döneminde toplam kredilerin genişleme hızı

Türkiye ekonomisi 2018-19 döneminde de neredeyse iki yıla yayılan bir durgunluk yaşadı. 2018 2. çeyreğinde hanehalkı tüketimi ve sabit sermaye yatırımlarında gözlenen kritik düşüş, Ağustos 2018’de patlak veren Rahip Brunson kriziyle birlikte daralmaya dönüştü. Türkiye bir kez daha yabancı sermaye girişlerinin durması ve ödemeler kriziyle karşı karşıya kaldı. Kriz 2019’da da devam etti. 2018’in son çeyreğinde % 3’lük  küçülmeyle belirginleşen durgunluk ancak 2019’un son çeyreğinde yakalanan % 6’lık büyümeyle geride bırakılabildi. 2019’un bütününde büyüme yalnızca % 0,9 oldu. Bu arada ortalama döviz kurları da Ağustos’taki döviz krizinin sonucunda 2018’de 4,82 TL’ye, 2019’da ise 7,50’ye yükseldi.

Bilindiği gibi, Rahip Brunson kriziyle yaşanan döviz şokunun ardından ekonomi yönetimi döviz borçlusu çok sayıda şirketi kurtarmak üzere bankalarla görüşme yaptı. Bu şirketlerin borçları yeniden yapılandırıldı. Dövizdeki patlamanın önünü almak için Eylül 2018’de MB politika faizini % 17,75’ten % 24’e (625 baz puan) yükseltti.  Böylece Ekim 2017-Haziran 2018 döneminde görece ılımlı seyreden, % 20 civarındaki kredi genişlemesinin de sonuna gelindi.

MB politika faizlerini bir yıl boyunca epeyce yüksek (% 24) bir düzeyde tutmak zorunda kaldı. Ekonomik durgunluktan çıkmak için Temmuz 2019’dan başlayarak üst üste dokuz toplantıda faizler tekrar düşürülmeye başlandı ve Mayıs 2020’de % 8,25’e indirildi. 2019’dan devreden ekonomik durgunluğu aşmak ve pandeminin etkilerini sınırlamak için özellikle kamu bankalarının öncülüğünde başlatılan olağanüstü kredi genişlemesi, Nisan 2020’ye gelindiğinde % 60’a varmıştı. Ağırlıklı olarak düşük faizli konut ve otomobil kredilerini ve küçük işletmelere kullandırılan ticari kredileri içeren kredi genişlemesi, Haziran ve Temmuz aylarında tarihi bir rekor kırarak % 74’ün üzerine çıktı.

Pandemi döneminde yaşanan kredi genişlemesini somutlaştırmak gerekirse; büyük ölçüde kamu bankalarının verdiği düşük faizli işletme kredilerinden en fazla “esnaf” diyebileceğimiz mikro-işletmeler ve küçük boy işletmeler yararlandı. Bahadır Özgür’ün derlediği verilere göre, Şubat-Ekim 2020 döneminde kredi çeken mikro-işletmelerin sayısı yaklaşık 3,2 milyon; küçük işletmelerin sayısı ise yaklaşık 450.000 oldu. Bu işletmeler ağırlıkla restoran, tekstil, toptan ve perakende ticaret sektörlerinde yoğunlaştı.

2019-2020 yıllarında rejim (çok özel bir muamele gören Kanyon, Limak, Cengiz gibi büyük yandaş grupları bir yana bırakırsak) toplumsal tabanıyla, yani esnaf ve KOBİ’lerle bağını zayıflatmamak için kredi genişlemesinin yanı sıra alabildiğine sıradışı önlemlere de başvurdu.

Yabancı kaynak girişinin zayıflaması, döviz kurlarının tırmanışa geçmesi ve iç talebin erimesiyle uzun süredir devam eden ekonomik krizden olumsuz etkilenen çok sayıda küçük ve orta boy işletmenin ayakta kalması kredi akışının kesintisiz devam etmesine bağlıydı. Bunun için de MB faizlerinin düşük tutulması, faizlerin düşük tutulması için de döviz kurlarını baskı altına alınması gerekiyordu. “Enflasyonun nedeni faizdir, tersi değil” teorisi, “faiz lobisi” gibi söylemler Tayyip Erdoğan’ın iktisat bilmemesinden değil popülist ajitasyon zorunluluğundan kaynaklanıyordu.

Faizleri düşük tutmak için “benden sonra tufan” tarzında politikalar izlendi. Böylece son iki yılda doğrudan müdahale ve kamu bankaları aracılığıyla piyasaya döviz verme yoluyla MB’nin 100 milyar dolar civarında rezervi eritildi. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK), 12 Nisan’da Türk bankalarının yabancı finans kuruluşlarına TL verip karşılığında dolar alma limitlerini özkaynaklarının yüzde % 1’ine çekti. Bu kısıtlamayla yurt dışı bankaların Türk bankalarıyla yaptıkları swap işlemlerinden aldıkları TL’yi kullanarak dolar almalarının önüne geçilmesi hedeflendi. Swap işlemlerine getirilen kısıtlamalar, yabancı banka ve finans kuruluşlarının ekonomi yönetimine duyduğu güvensizliğin önemli nedenlerinden birini oluşturacaktı. Zira yapılan kısmi bir sermaye kontrolüydü.

Sonuç olarak rejim, 2000’li yıllardaki muazzam kaynak girişine karşın üretken bir ekonomi tesis edememekten kaynaklanan ekonomik  krizlerin olağanca ağırlığıyla toplum tabanına yansımasını önlemek için elindeki bütün olanakları kullandı. Şimdi iki önemli açıdan cephanesini tüketmiş görünüyor. Birincisi ve en önemlisi, MB rezervleri tüketildi; hatta rezervler (MB, bankalardan takas yoluyla aldığı -borçlandığı- dövizleri  piyasaya verdiği için) yaklaşık 45-50 milyar dolar eksiye geçti. İkincisi, rejimin ekonomi yönetiminde kural tanımazlığı ve “benden sonra tufan” tutumuyla kısa vadeli manevralar dışında bir programa sahip olmayışı, uluslararası finans piyasaları nezdinde büyük bir güvensizlik oluşturdu. Reel ekonomi açısından bakıldığında, eleştirel yorumcuların öne sürdüğü gibi uzun süredir kredi çekerek ayakta kalan esnaf ve küçük-orta boy işletmelerin, pandeminin de katkısıyla, daha fazla  borçlanabilecek durumda olmadıklarını da ekleyelim.

“Reform” manevrası “Devletin” kırmızı çizgilerine çarpıyor

Doğal olarak sadece MB’nin faiz artırımı ve ekonomide “piyasa dostu” söylemler, Türkiye’nin MB rezervlerini takviye etmek için yabancı sermaye çekmesine yeterli olmayacaktı. Zira uzun süredir uluslararası piyasalar rejimden, kurumsal ve hukuki işleyişin otoriter-keyfi yönetimden özerkleştirilmesini talep ediyordu.

Hepimizin bildiği gibi, ekonomide “şahlanış” söylemine, hukuk reformu ve mahkemelerin bağımsızlığı söyleminin de eşlik etmesinin nedeni buydu. Daha somutlarsak, MB’nin faiz artırması gibi ekonomik adımların yanı sıra Batı’ya dönük bazı “demokratik” jestler de yapılmalıydı.

Büyük olasılıkla bu nedenle, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) uzun süredir tahliye edilmeyen Osman Kavala’yı tutuklayan ve tahliyesini reddeden tüm hâkimlerin listesini isteyeceği tuttu. Yine büyük olasılıkla bunun üzerine, devletin operasyonel amaçlarla kullandığı ülkücü mafya üyesi Alaattin Çakıcı sahneye çıktı ve ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit etti. Tehdidin içeriği güya Kılıçdaroğlu’nun Saray’ı ve Devlet Bahçeli’yi eleştirmesiyken Çakıcı sözü “3,5 yıldır yatan hain Osman Kavala’ya” ve Selahattin Demirtaş’a getirdi. CHP iktidardan Çakıcı’yı mahkûm edici açıklama beklerken Devlet Bahçeli, “dava arkadaşım” dediği Çakıcı’ya sahip çıktı; Kılıçdaroğlu’nu “terörist Demirtaş’a hürmet ve hayranlık” göstermekle, “Soros’un tetikçisi ve tedarikçisi Osman Kavala’ya sevgi ve sempati” duymakla suçladı.

Çok geçmeden Devlet Bahçeli’nin, K. Kılıçdaroğlu üzerinden “hukuk reformu” adına bazı jestler yapmaya hazırlanan Erdoğan’a mesaj verdiği anlaşıldı. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç’ın bir TV kanalında “Kavala’nın tutuklu kalmasına hayret ediyorum, Demirtaş’ın tahliyesi olabilir” şeklinde “reformu” destekleyici ifadesi, kısa sürede Devlet Bahçeli’in Basın Danışmanı Yıldıray Çiçek‘in çok sert tepkisiyle karşılaştı. Çiçek, Arınç’ı kast ederek, “Hendek-Çukur olaylarında 793 şehidin , Kobani olaylarında 53 kişinin azmettirici katili olan terörist Demirtaş’ın tahliyesini istemek şerefsizlik ve haysiyetsizliktir” dedi. Son noktayı ise Tayyip Erdoğan koydu. “Son günlerlerde reform gündemiyle ilgili yapılan açıklamalar bahane edilerek fitne ateşi yakılmaya çalışılıyor” dedi. Bir gün sonra Bülent Arınç, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliğinden istifa etti ve bana göre ekonomik reforma eşlik etmesi beklenen “hukuk reformu” gündemi de kapanmış oldu.

2015 yılında, hatta biraz daha öncesinde başlayan bir süreçte, özellikle Fetullah cemaatinin kesin tasfiyesiyle birlikte, yeni bir iktidar bloğuna  dayanan yeni bir rejimin tesis edildiğini biliyoruz. Bu süreçte, Tayyip Erdoğan ve etrafındaki dar bir AKP’li kesim “devletle”, devletin içinde hâkim konumda görünen, biraz genel bir ifadeyle Ergenekoncu dediğimiz kesimle çıkarlarını birleştirdi. Yine bildiğimiz gibi, Bahçeli-Erdoğan ya da “cumhur ittifakı” bu yeni iktidar bloğunun siyasi temsiliyetini oluşturdu. Erdoğan’ın yurtiçinde ve uluslararası alanda sözcülüğünü yaptığı yeni rejimde Bahçeli kanadı devletin içindeki hâkim çizgi adına izlenecek politikaların denetleyicisi ve muhalafete karşı faşizan ajitasyon işlevini üstlendi.

Bahçeli’nin, Osman Kavala’nın tahliye edilmesi olasılığına karşı Çakıcı’yı da devreye sokarak yürüttüğü sert ajitasyon bize ne söylüyor? Neden hiç de radikal bir muhalif olmayan Osman Kavala’nın tahliyesi bu kadar sert bir dirençle karşılaşıyor? Bu, Ergenekoncu bakıştır. Ergenekoncu çizgi, Türkiye’de Avrupa Birliği (AB) ile yakın ilişki içindeki liberal bir iş insanının AB değerlerini temel alan faaliyetlerine bile tahammül göstermeyecektir. Yine bu çizgi, iktidarını korumak adına ekonomik reformları destekleyecek, fakat ekonomik reformlara “hukuk reformunun” en asgari düzeyde olsa bile eşlik etmesine karşı çıkacaktır. İzlenen saldırgan, militarist dış politikanın da temelde “Libya’dan Kafkaslar’a kadar varlık gösteremezsek Anadolu’ya sıkışır ve yok oluruz” diyen aynı çizginin politikası olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Rejimin doğası gereği “hukuk reformu” defterinin kısa sürede kapandığını söyleyebiliriz. Hukuk alanında bazı manevraların eşlik etmediği “ekonomik reform”un tek başına faiz artışıyla yabancı sermaye çekmekte ne kadar başarılı olacağını hep birlikte göreceğiz. Bu süreçte Türkiye’nin militarist dış politikası, Batı’nın da ilgi alanı içindeki bölgeler söz konusu olduğunda Batı bloğuyla gerilim üretmeye devam edecek. Diğer yandan ekonomi ayağında, koşullar uygun olduğunda yeniden düşük faiz-kredi pompalama politikasına dönülmesi ve yeni döviz krizlerinin yaşanması muhtemel görünüyor. Ama bu kez rejimin, yazı boyunca açıklamaya çalıştığım aynı kredi çevirimini tekrarlamasının önünde çok daha büyük engeller bulunuyor.