Uluslararası derecelendirme kuruluşu Moody’s’in geçen Cuma günü (23 Eylül) Türkiye’nin uzun vadeli yabancı para cinsinden tahvilleriyle ilgili notunu “yatırım yapılabilir” seviyenin altına çekmesi kuşkusuz önemli bir gelişme.

Türkiye, finansal varlıkları açısından Mayıs 2013’ten itibaren “yatırım yapılabilir ülke” statüsündeydi. Şimdi bu statüsünü kaybetmiş bulunuyor.

Bilindiği gibi, bir ülkenin uluslararası finansal sermaye açısından “yatırım yapılabilir ülke” statüsünde olabilmesi için Fitch, Standart & Poor’s ve Moody’s’den oluşan üç büyük kredi derecelendirme kuruluşundan ikisinden olumlu not alması gerekiyor. Moody’s’in not indirimiyle birlikte Türkiye bu kriteri karşılayamaz hale geldi.

“Yatırım yapılabilir ülke” statüsünü kaybetmek, özelikle uluslararası büyük emeklilik fonlarının Türk tahvillerine yaptıkları yatırımları geri çekmesi ve (not düzelene kadar) bir daha yatırım yapamaması sonucunu doğuruyor. Bu fonlar, iç kuralları gereği, ancak “yatırım yapılabilir” seviyedeki ülkelerin tahvillerini satın alabiliyorlar. Bununla birlikte Moody’s’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi, genel olarak uluslararası yatırımcılara dönük önemli bir mesaj niteliğinde. 

Karar Siyasi mi Ekonomik mi?

Günlerdir yandaş medyada ve hükümet çevrelerinde Moody’s’in kredi notunu indirmesinin “siyasi” olduğu, Türkiye’nin güçlü ekonomik göstergelerini yansıtmaktan uzak olduğu söyleniyor.  

Benim yorumun şöyle: Karar elbette siyasi, en azından zamanlaması siyasi nitelikte. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve hükümet yetkililerinin “ekonomik değil siyasi” diyerek karşı propagandaya geçmesi, kendileri açısından OHAL rejiminin uygulamalarını örtbas etme işlevi görüyor.

Moody’s’in kredi notunu düşürürken üzerinden durduğu iki önemli gerekçe var. Birincisi, Türkiye ekonomisinin dış finansman ihtiyacının yarattığı risklerin artmış olması ve bu riskleri besleyen önemli bir faktör olarak büyümenin zayıflaması. İkinci gerekçe ise, “kurumsal yapının zayıflaması”.

Moody’s bu gerekçelerden ilkine dayanarak Türkiye’nin kredi notunu daha önce de düşürebilirdi. Türkiye’de bilhassa özel sektörün, yani bankaların ve reel/hizmet sektörlerindeki şirketlerin yüklü bir dış borç stoku olduğu bir sır değildi. Bu borçların özellikle kısa vadeli (vadesi 1 yıldan az) kısmının cari açıkla birleştiğinde her yıl sıcak para akımlarıyla ve borçlanarak bulunması gereken büyük bir döviz gereksinmesi doğurduğu zaten yıllardır yazılıp çiziliyordu.

Rakamlarla ortaya koymak gerekirse, Türkiye’nin önümüzdeki bir yıl içinde yaklaşık 200 milyar dolar dış kaynak bulması gerekiyor. Bunun 168 milyar doları yenilenmesi gereken kısa vadeli borçlardan, geriye kalan 32 milyar doları ise tahmini cari açıktan kaynaklanıyor.[1] AKP döneminde yüklü dış borçlanmaya dayalı büyümenin yol açtığı bu sonuç, Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) faiz artırımı veya başka olumsuz küresel gelişmeler karşısında zaten kırılgan bir durum yaratıyordu. 

Moodys’in bu borç yükünün çevrilmesiyle ilgili belirttiği ikinci faktör ise büyümenin yavaşlaması. Her ne kadar “darbe girişimi” sonrası ekonomi medyasında yaygın bir otosansür uygulansa da, büyümenin ciddi şekilde yavaşladığı, iç talebin daraldığı, şirketlerin kredileri ödemekte zorlandığı, geri dönen çeklerin ve kapanan şirket sayısının alışılmadık ölçüde arttığı hemen herkesin bildiği gerçeklerdi.

Bu verilerden hareketle yakın geçmişe kadar borç yükünün ciddi bir sorun çıkmadan çevrilebilmesini sağlayan “ılımlı” büyümenin yerini durgunluğa bırakmasının şirketlerin cirolarını azaltacağı, dolayısıyla borçların eskisi gibi çevrilmesinin zorlaşacağı, bunun da yurtdışı borçlanmanın asıl kanalı durumundaki bankacılık sektörünü zor durumda bırakabileceği sonucuna ulaşmak zor değildi.  

Sonuç olarak “siyasi” gerekçeye zemin teşkil eden gelişmeler yaşanmasaydı, Moody’s’in salt ekonomik gerekçelerle Türkiye’nin kredi notunu daha önce düşürmesi gerekirdi.

“Kurumsal Yapının Zayıflaması”: OHAL Rejimi

Moody’s’in ikinci gerekçesinin, yani Türkiye’de “kurumsal yapının zayıflaması”nın anlamı açık olsa gerekir. “Darbe girişimi” sonrasında Erdoğan ve AKP yöneticileri son birkaç yıldır sürdüregeldikleri, Türk-İslam faşizmi doğrultusunda parti devlet eşitliğini tesis etme programlarını daha da kararlı biçimde uygulamaya koyuldular. Devleti yeniden şekillendirme ve devlet kurumlarını partinin kendi kurumlarına dönüştürme yolunda kritik adımlar attılar.

Bu doğrultuda OHAL rejimi ekonomiye de ciddi müdahalelerde bulundu. İç talebi canlandırmak, başka bir deyişle rejime rıza devşirmek adına Merkez Bankası’nın (MB) ekonomik rasyonellerin ötesinde faiz indirimine zorlanması,  bankaların konut kredisi faizlerini düşürmek üzere baskı altına alınması, FETÖ’yle mücadele gerekçesiyle küçüklü büyüklü şirketlere “kayyum” atanması, yüzlerce kuruluşun milyarlarca liralık malına el konması bunlardan bazılarıydı.

Moody’s Türkiye’nin kredi notunu düşürerek gerçekte OHAL rejiminin uluslararası yatırımcıların talep ettiği kurumsal-hukuki standartlarla bağdaşmadığını deklare etmiş oldu. Böylece parti-devlet aracılığıyla ekonomik birimleri baskı altına alarak ekonomiye çeki düzen verme politikasının önüne yapısal bir sınırlama getirmiş oldu.

 

    

 

 

 

 

[1] Bkz. Mahfi Eğilmez, “Yatırım Yapılabilir Ülke Statüsünü Kaybettik”, 24.09.2016, http://www.mahfiegilmez.com/2016/09/yatrm-yaplabilir-ulke-statusunu.html