Irk, Kültür ve Sol

Justin Podur

Çeviren: Ozan Aksoy

Birazdan karşılaşacağınız metin, 2006 Haziran’ında düzenlenecek olan “Vizyon ve Strateji üzerine Z Oturumları”nda sunulmak üzere hazırlanmıştır ve oldukça şematiktir. Buradaki fikirleri, farklı internet kaynaklarından alınan örneklerle (bkz. şu makale ve şu röportaj) zenginleştirdim. Buradaki amaç, temel düşüncelerimizi sol görüşlü ve aktivist bir topluluğa sunmak, bu görüşleri tartışmak, geliştirmek ve geri bildirim almaktır. Ancak Znet Wiki’deki tartışma sayfalarında daha fazla geri bildirim almayı umuyorum.

Bu sunumu hazırlarken temel motivasyonum, politik yelpazede bir zayıflık olarak düşündüğüm bir konuyu tartışmaktı: Farklı kültürlerin ve kimliklerin etkileşimlerini; eşitlik, dayanışma ve özgürlük ekseninde kotarabilmek. Benim iyimser görüşüme göre biz, sol görüşlüler, içinde bulunduğumuz gruplarda ve örgütlenmelerde bu konuyu başarıyla ele alabilirsek grup ve örgütlenmelerimiz içindeki yıpratıcı sorunlara çözüm bulabiliriz. Eğer bunu başarırsak da daha çekici, büyük ve güçlü oluruz ve gelecekte gireceğimiz mücadeleler için güç kazanmış oluruz.

Tanımlar

Öncelikle bazı tanımlarla başlamak zorundayım. Şimdi herkes tarafından sıkça kullanılan bir kaç terimi tanımlayacağım. Bu tanımları yaparken, insanların bu terimleri kullanırken kast ettikleri anlamlara bağlı kalacağım. Ancak görüşlerimi daha rahat ifade edebilmek için bazı tanımları farklılaştıracağım.

Topluluğu ortak bir paydada buluşan bir insan grubu olarak tanımlıyorum. Kimin topluluğun içinde ya da dışında olduğu bu topluluk ve de topluluğun dışında kalanlar tarafından belirlenir. Örneğin siyahlar topluluğu sadece öz-tanımlamayla belirlenmez. Kimin siyah olduğu tarihsel olarak beyazlar tarafından belirlenmiştir, siyahlar tarafından değil. Farklı bir tür topluluk olan gazeteciler topluluğu ya da bilim insanları topluluğu dışarıda kalanlar tarafından tanımlanmamışlardır ya da en azından dışarıdakilerin bu toplulukların tanımlanmasındaki etkileri çok azdır.

Kimlik en kaba haliyle bir topluluğa ya da gruba üye olma durumudur. Topluluğun sınırlarının oluşumu gibi kimlik oluşumu da çift yönlüdür. Kimlik oluşturmada kişinin kendi bilinci kadar grubunki de önemlidir. Pek çok durumda bir gruba üyelik, grubun bireyi kabul etmesine bağlıdır. Öte yandan kimlik dışardan da atfedilebilir –devletlerin vatandaşlarını “statülü” [1] ya da “statü dışı” [2] vatandaş olarak belirlemesi gibi.

Burada kültür’ü antropologlardan farklı olarak tanımlayacağım. Antropologlara göre kültür biyolojinin belirlemediği her şeydir. Ben ise kültürü, grup üyelerinin iç iletişimini sağlayan ve üyelerin grup kimliğini sağlamlaştıran ortak bir dil –yalnızca konuşulan dil değil; işaretler, varsayımlar, normlar, gelenekler de dahil- olarak tanımlıyorum. Ancak iletişim kurma kapasitesi -medya, eğitim, din vs. gibi- kültürel kurumlarca şekillenir. Aslında her kurumun kültürel bir yönü vardır. “İşçi sınıfı kültürü” gibi tabirler kullanmamızın nedeni kurumların bu kültürel yönüdür.

Irk, grup kimliğinin, kişinin hangi kıtada doğduğu ve deri rengi gibi fiziksel özellikleriyle bağlantılı özel bir biçimidir. Kuzey Amerika’daki “ırksal” sınıflamalar kabaca şöyledir: Asyalı (kimi zaman doğu, batı ya da güney olarak ayrıştırılır), yerli, Latin, siyah ve beyazdır. Etnisite ise kökensel ülke ya da dile dayanan daha ince bir kavramdır.

Sıradaki tanımımız ırkçılık. Eskiden sol görüşlüler bu kavramın tanımı üzerinde hakimiyet sahibiydiler, ancak bana göre bu hakimiyeti kaybettik ve bu durum bazı sorunlara sebep oldu. Yaygın tabiriyle ırkçılık; bağnazlık, önyargı ve stereotipler kaynağıdır. Bu yaygın kullanıma göre siyahlar en az beyazlar kadar “ırkçı” olabilirler. Başka bir kullanıma göre ise ırkçılık siyahlara karşı duyulan akıldışı bir nefrettir. Bu kullanıma göre ırkçılık, yalnızca siyah karşıtı nefrete atfedilmiş, anti-semitizmden, islamofobiden ve herhangi bir gruba duyulan nefretten ayrıştırılmıştır. Bu kullanım “ters ırkçılık” fikrine -ki yaygın kullanıma göre beyazların aleyhine yapılan ayrımcılıktır ve pozitif ayrımcılık programlarına karşı sıklıkla öne sürülen bir savdır- yol açmıştır.

Irkçılığın soldaki kullanımı ise yukarıdaki yaygın kullanımlardan farklıdır. Solcular arasındaki kullanımına göre ırkçılık, bir grubun (beyazların) diğer gruplar üzerinde kurduğu bir iktidar düzeni ya da bu iktidar düzenini pekiştiren herhangi bir bireysel veya kurumsal davranıştır. Bu tanımın kullanışlı bir tanım –aslında en kullanışlısı- olduğunu düşünüyorum. Fakat çeşitli kısıtlamalarından dolayı bu tanım yaygın kullanımın lehine gözden düşmüştür. Bu kısıtlamalara birazdan değineceğim, ama önce tanımları bitirmek istiyorum.

Çokkültürlülük ırkçılığa karşı önerilen bir çözümdür. Çokkültürcü bir yapıda bütün kültürler saygı görür ve gerçekten eşittirler. Her grup kendi kültürel tercihini ifade etmekte özgürdür ve baskın gruplar azınlıktaki gruplara özel ihtimam göstermek durumundadırlar. Hoşgörü ve çeşitlilik genel kurallardır. Kültürler arası anlayıştır aranan. Çokkültürlülük, yaygın anlamdaki ırkçılığın tam bir zıttı olarak ortaya koyulur.

Ancak çokkültürlülük solcuların tanımladığı ırkçılığa karşı bir çözüm değildir. Eğer gerçekte bir iktidar düzeni hakimse saygı, hoşgörü ve çeşitlilik gibi çokkültürcü idealler, var olan güç dengesizliklerini tespit etmeyi ve düzeltmeyi amaçlayan hareketlere karşı (bölücü ve hoşgörüsüz oldukları ileri sürülerek) kullanılabilir. Bağnazlığa karşı koymak için geliştirilen adalet ve eşitlik idealleri yapıcı hareketlere karşı kullanılan savlar olur. Çokkültürlülük Kanada’da resmi politikadır ve istenilenin tersi sonuçlara sebep olmaktadır: Farklı toplulukların sözcülerinin, diğerlerini, kendilerinin topluluklarını “temsil ettiklerine” ikna edebildiği ölçüde ortak kaynaklardan pay kapmaya çalıştığı kıt kaynaklar üzerine kurulu bir yarışma tahtası. Sonuçta ortaya çıkan ise, bir “kültürü” olmadığı varsayılan baskın grubun (kültür yerine zenginlik ve iktidarı amaçlamalıdır), “özel haklar” istiyormuş gibi görünen “kültürlere” karşı, adalet ve eşitlik argümanlarını kullanmasıdır.

Solcular, aynı zamanda çokkültürcü analiz ve çokkültürcü ideallerin gelişmesine de yardımcı olmuşlardır. Çokkültürlülüğün bu kadar yaygınlaşmasının sebebi, ulvi değerlere (adalet, eşitlik, çeşitlilik) dayanmasıdır. Bastırılan seçmenlere karşı bir silah olarak kullanılmasının sebebi ise kısıtlayıcılığıdır.

Solun Çokkültürcülük Tanımının Zaafları

Irkçılığın soldaki tanımının zaafları çokkültürcülük tanımının zaaflarıyla yakından ilgilidir. Her iki kavram da aynı soruna çözüm önermektedirler. Farklı gruplar arasındaki güç dengesizliklerine karşıysak bu dengesizlikleri ortadan kaldırmalı ama bahsi geçen grupları korumalı mıyız? Ya da grupları mı yok etmeliyiz?

Eğer grupları birbirinden ayrı ve bağımsız olarak korumak istiyorsak ayrılıkçı bir çözüm önermiş oluyoruz.

Eğer grupları yok etmek istiyorsak asimilasyon peşindeyiz demektir.

Her iki çözüm de –en kaba haliyle çokkültürcülük farklı gruplar arasında “hoşgörü” fikrini vurgulasa da ayrılıkçı bir çözümdür- kültürel homojenliğe dayanıyor. İki çözüm de insanların tek bir grup içinde ya da bir tek kimlikle yaşadığı kusurlu fikre dayanıyor. Bu kusur ve bunun çokkültürcülükteki uygulaması Vijay Prashad’ın Everybody was Kung Fu Fighting (Herkes Kung Fu Yapıyordu) kitabında açıkça ortaya koyuluyor:

“Kültürler birbirinden ayrı ve kendi sınırları içinde midir? Kültürlerin bir tarihi var mıdır yoksa hep sabit midir? Kültürlerin sınırlarını kim çizer ve bu sınırların değişmesine kim karar verir? Kültürler birbiri içine sızar mi? (…) Kültürel bir fetişe saygı göstermek, onun içindeki özgürleştirme veya değişme potansiyellerini bulmaktan ziyade, onu insanlık müzesinde sergilemek olarak anlaşılıyor. Bazılarının sapkın kültür tanımlarına saygılı olmak adına homofobiyi, cinsiyetçiliği, sınıf baskısını ve ırkçılığı, kabul etmek durumunda kalıyoruz.”

Vijay’ın retoriksel sorular listesine iki tane de Michael Rabinder James’in Deliberative Democracy and the Plural Polity (Katılımcı Demokrasi ve Çoğulcu Yönetim) kitabından ekleyelim: “Bireyler kültürel kimliklerini kendileri mi seçerler, miras mı alırlar yoksa bu kimlikler bir yerlerden empoze mi edilirler? Grupların kaynaklar üzerindeki iddiaları bu soruya dayanır. Kaynaklardan bahsederken ekonomi ve sınıfı ve belki biraz da sınıf çatışmalarını kast ediyoruz. Öz-tanımlamaya dayanan bir grubun neden kaynaklar üzerinde özel bir iddiası olsun? Rabinder James’e göre bireysel seçim ve miras, grubun içsel kabulü ve dışardan empoze edilenlerin hepsi, hemen hemen bütün örneklerde kimlik oluşturmada rol oynarlar.

Kültür ve çokkültürcülük hakkındaki birçok görüşlerimiz grup içi çeşitliliği göz ardı eder. Grup sınırlarının zaman içinde nasıl değiştiğini gözden kaçırır.

Amartya Sen’in son kitabı, Identity and Violence (Kimlik ve Şiddet) aynı konuya değinir. Yazar iki ana noktayı tartışır: Birincisi bireylerin örtüşen ve değişebilir birden fazla kimlikleri vardır. İkincisi, kimliğin herhangi bir koşulda nasıl bir rol oynayacağı kişisel kararlardan etkilenir.

Bu, çok büyük bir hayal gücü gerektiren bir şey değil. Gündelik gerçekliği tanımak yeterlidir. Hepimizin gözleri önündedir. Ama bunun bazı önemli sonuçları var.

Polikültürcülük

Robin Kelley, ColorLines 1999’da yukarıda bahsedilen tanımayı “çokkültürcülüğe” karşılık “polikültürcülük” olarak tanımlar.

“… Biz her zaman polikültürcüydük. Biz derken yalnızca kendi ailemi ya da çevremi kastetmiyorum, bütün Batı dünyasını kastediyorum. Siyahları bizden bu kadar farklı kılan derimiz, saç rengimiz, konuşmamız veya yürüyüşümüz değil. Bunun nedeni Amerika’da yaşayan siyahların çoğunun yaşayan -ölü olmayan- çok farklı “kültürlerin” bir ürünü olmalarıdır. Bu kültürler, hiyerarşi ya da anlam konularında neredeyse tamamen öz-bilinçsiz bir şekilde içimizde yaşamaya devam ediyorlar. Bu tahlilde, “polikültürcülük” terimi “çokkültürcülük”ten daha iyi bir kavram çünkü ikincisi kültürleri sabit ve yan yana duran, birbirinden ayrı birimler olarak ele alıyor. Bu da kültüre bir nevi zoolojik bir yaklaşım. Böyle bir çokkültürcülük kavramı yalnızca güç ilişkilerini bulanıklaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda da çoklukla ırksal ve cinsiyete dayanan farkları katılaştırıyor.”

“…Bu, bazıları için pek açık olsa da başkaları için tehlikeli bir kavram. Pek çok Avrupalı, Afrikalılar’ın Batı Medeniyeti’nin oluşturulmasına katkıda bulunduğunu ve de köleleştirdikleri bu halkın aslında torunları olduklarını teslim etmek istemiyor. Dünyayı, insanların ve kültürlerin sürekli hareket ettikleri, ne kadar tanımlasak da hiç bir şeyin sabit kalmadığı küçük bir küre olarak görmek istemiyorlar. Polikültürel mirasımızı ve kültürel dinamizmi kabul etmemiz siyah kimliğimizden ya da siyahlara duyduğumuz sevgi ve ilgiden ödün vermemizi gerektirmiyor. Bilakis siyahlığın tanımını genişletmemizi, tarihimizi daha ciddi ele almamızı ve içimizdeki zengin çeşitliliğe yeni bir gözle bakmamızı sağlıyor.” ( http://www.zmag.org/content/showarticle.cfm?SectionID=30&ItemID=3865 )

Geleceğe Dair Sonuçlar

İlk olarak, ben hala gruplar arasındaki güç farklarını ve sınıfsal farkları yok etmek istiyorum. Dolayısıyla tarihsel geçmişi vurgulayan ama bugün için adalet ve eşitliği hedefleyen örneğin Kuzey Amerika’daki siyahlar ve yerli halklar için uygulanabilecek zarar tazmin programları önemli. Ne farklılıklara hoşgörmek adına eşitsizlikleri meşrulaştırmayı anlayabiliyorum, ne de eşitsizliği azaltacak zarar tazmin programlarını “özel muamele” olarak görmek için bir neden bulabiliyorum. Öte yandan birkaç nokta önemli. Bu programlar dikkatlice hazırlanmalı ki eşitsizlikleri gerçekten azaltsın. İkincisi de gruplar arasındaki eşitsizlikleri azaltmayı istemek grup içi dengesizlikleri hoş göreceğimiz anlamına gelmemeli.

Burası kültürel özerklik ve dayanışma arasında gerilimlerin çıkabileceği bir noktadır. Bu kültürler arası bir hoşgörü çağrısı değildir çünkü yalnızca tek bir kimlik altında yaşamıyoruz. Ortak bir kimlik üzerinden dayanışma örgütleyebiliriz, tek ortak kimliğimiz insanlık olsa da. Ancak eğer kültürel göreceliliği grup içi adaletsizliği mazur göstermek için bir araç olarak kullanmak istemiyorsak, güçlü grupların da kendi değer ve normlarına dayanarak zayıfların özerkliliğini ihlal etmelerine izin vermek istemeyiz.

Fakat kurumların, grupların ve halkların gerçek dünyasında “güçlü grupların bir şeyler yapmasına izin vermemek” ne demektir? Bir ülkedeki bir azınlık grubunu ya da uluslar ailesi içindeki küçük bir ulusu nasıl koruyabiliriz? Bu sorunu çözmek için yasal, politik ve iletişimsel koruma araçları mevcut.

Değişmesi için oybirliğine ya da büyük bir çoğunluğa ihtiyaç duyulan ve anayasalar ve uluslararası hukukta karşılığı bulunan resmi, yasal koruma araçları mevcut. Ancak bunlar güç sahibi gruplar tarafından ihlal edilebilir.

Seçme ve seçilme sistemleri, politikacıların toplumun belirgin bölümlerine ulaşmalarını özendirecek şekilde değiştirilebilir. Fakat bunlar da ihtilafa yol açabilir.

Ana medya kurumlarının adalet ilkelerine göre hareket etmeleri özendirilebilir. Bu ilkeler şunlar olabilir:

  1. Ana topluluk içindeki bütün alt grupları temsil etmek
  2. Ana topluluk içindeki bütün farklı mevkileri temsil etmek
  3. Herkesin ulaşımına açık olmak
  4. Gruplar arası diyaloğu ve alışverişi kolaylaştırmak
  5. Ana topluluğun “ortak bir kültürünü” oluşturmak

Daha küçük toplulukların medya kurumları ise daha spesifik roller üstlenebilirler. Örneğin aynı adalet ilkesine uymak zorunda olmayabilirler. Ana medya kurumlarıyla aynı seviyede bir halk desteğine veya kamusal alanda aynı konuma sahip olmayabilirler. İfade özgürlüğü kanunlarıyla korunan ve herkese açık özerk medya grupları olabilirler.

Burada tasvir ettiğim medya kurumları polikültürel bir yapı için oldukça önemli bir konu. Ana topluluk, kendi kurumlarını, içerdiği bütün grupları temsil edecek şekilde uyarlamakla yükümlüdür. Ayrıca bu gruplar için bağımsız kurumların gelişmesine de yardım etmelidir. Alt gruplara ait bu bağımsız kurumlar adalet ilkesine bağlı kalmak zorunda değildir, çünkü ana topluluğun aksine insanlar bu grupları terk etmekte özgürdürler.

Michael Rabinder James Deliberative Democracy and the Plural Polity adlı kitabında demokratik süreçleri değerlendirebileceğimiz temel adalet ilkeleri öneriyor: Bütünsel eşitlik (herkesin kabaca aynı oy gücüne sahip olması), düşünsel eşitlik (her farklı mevkinin popülaritesine bakılmadan temsil edilmesi), bütünsel özerklik (farklı adaylar ve mevkiler arasında seçim yapabilme), düşünsel özerklik (baskı olmadan ve şeffaflıkla yeni görüşler üretebilme şansı), bütünsel karşılıklılık (eşit koalisyon kurabilme şansı) ve düşünsel karşılıklılık (belirli grupları ortak olarak görebilme ve düşüncelerini anlayabilme eğilimi). James adayları, kimlik gruplarından oy almaya teşvik edecek bir seçim sistemi de öneriyor.

Yasal, politik ve iletişimsel koruma araçları polikültürel bir yapıyı güçlendirir. Fakat bütün bunlara rağmen güçlü gruplar alternatif görüşleri engellemek, yanlış şekilde tanıtmak ve marjinalize etmek için kaynaklar üzerinde kontrol kurabilir.

Ancak bence kesin çözüm, kurumsal önlemlerin ötesinde, hiç kimsenin kendi “alt grubuna” sabitlenmiş bir zihniyette oy vermediği hatta kendini bu şekilde düşünmediği “ortak kültürün” gelişmesidir. Bu, komünalizme[3] karşı en başarılı çözümdür ve Hindistan’da komünalizmin önünde en güçlü fren olmuştur. İnsanlar tek bir kimlik üzerinden oy vermiyorlar ve tek bir kimlik içinde yaşamıyorlar. Sağlam bir toplum zaten bunu istemez.

Peki ya karşı karşıya gelen topluluklar? Ya bir toplum veya ülke içinde zulüm ve şiddet baş gösteriyorsa? Ne zaman ana topluluk -ya da ülkeler topluluğu ya da her hangi bir dışsal kurum- müdahale etme hakkına sahiptir?

Birçok aşırı olayda, bu sorun Atrhur Waskow’un 1960’ta basılan Keeping the World Disarmed (Dünyayı Silahsızlandırmak) adlı kitabında önerdiği tek bir kural ile çözülebilir. Bu temel kural şu: Müdahaleye izin vardır, fakat fazla kuvvet fazla konsensüs gerektirir. Örneğin her ülke, silahlandığı ve kendi halkının haklarını ihlal ettiği iddia edilen ülkeye, bu iddiaları araştırmak için silahsız bir gözlemci gönderebilir. Daha fazlası için daha fazla konsensüs gerekir, ve silahlı müdahale çok büyük bir oy çokluğu gerektirir.

Bugüne Dair Sonuçlar

Daha önce de söylediğim gibi insanlar tek bir kimlik üzerinden oy vermez ve yaşamaz. Sağlam bir toplum zaten bunu istemez. Ayrıca şunu da eklemeliyim ki sağlam bir toplumsal hareket de bunu istememelidir. Şunu da eklemeliyim, solcular insanlardan böyle yapmalarını istiyor ki bu büyük bir hata.

Homojen bir grup ya da hareket yoktur. Kamusal alanda temsiliyet ilkesi ve otonom alanlar yaratılması fikri hemen hemen her durumda uygulanabilir. Düşünsel ve bütünsel eşitlik, karşılıklılık ve özerklik kriterleri de her zaman uygulanabilir. Kendi kurumlarımızı ve süreçlerimizi bu kriterler ile değerlendirebiliriz hatta değerlendirmeliyiz. Irkçılık karşıtları olarak bizler, çoklu ve kesişen kimlikleri ve bu kimlikler arasında seçim yapma imkanını tanıyarak kendimizi geliştirebiliriz. Ayrıca insanlardan tek bir kimlik altında yaşamalarını ve düşünmelerini isteme gafletinden kurtuluruz.

Bu teorik yapı bana solcuların kullandığı “renk insanları” [4] kavramını sorgulamama yol açtı. Bu kimlik dışardan empoze edilen sudan bir kimliktir. Uyumlu toplumsal bir yapının gerekleri olan ortak tarih, dil, deneyim ya da coğrafya gibi unsurları göz ardı eder. Muğlak sınırları içindeki güç farklılıklarını ve baskıyı göz ardı eder. Irkçılık karşıtları daha sağlam dayanışma bağlarına bel bağlamalıdır. Beyazları dışlamamızın bir getirisi olduğuna inanmıyorum. Irksal kimlikler olarak basit kavramlar kullanma taraftarıyım: Siyah, Yerli, Doğu, Batı ya da Güney Asyalı, Latin, Beyaz gibi. Ancak unutulmamalı ki bunlar da akışkan ve değişken sınırlara ve içsel çeşitliliğe (sınıf, iktidar, toplumsal cinsiyet gibi grup içi çeşitlilikler) sahiptirler.

Solun “ayrıcalık” analizinin gereğinden fazla sıklıkta ya da ayrımcılık yapılarak kullanıldığını düşünüyorum. Özellikle yapıcı amaçların ve politik stratejinin yokluğunda, bireylere grup kimliği ve bu kimliğin sağladığı ayrıcalıklar üzerinden saldırmak solun genel eğilimidir. Kimlikler üzerinden yapılan eleştiriler, yapıcı amaçlar ve objektif kriterler olmadığında, henüz tamamen homojenleşmemiş ya da atomize olmamış hareketleri yok etme potansiyeli taşır. Tabii ki inkar, sessizlik, eşitsizliklere suç ortaklığı ya da ikiyüzlülükten yana değilim. Böyle eleştiriler, eleştirinin stratejik değeri ve eşitsizlikleri azaltma, dayanışmayı artırma ya da özgürlükleri genişletme gibi ırkçılık karşıtı amaçları güçlendirme ihtimali bakımından, vaka bazında değerlendirilmeli. Pek çok eleştiri salt kendini ifade etmek için ya da kolay olduğu için yapılıyor. Eleştiriyi yapanlar sıklıkla kendi ayrıcalıklarının farkında olmuyorlar. Bunun aktivist olmaya çalışan pek çok solcu için geçerli olduğunu düşünüyorum. Michael Rabinder James, bir azınlık grubunun çoğunluğa karşı politik mücadelede ne zaman haklı olduğuna dair kriterler öneriyor. Pek çoğunuzun tahmin edeceği gibi bu kriterler düşünsel ve bütünsel eşitlik, karşılıklılık ve özerklik. Başka bir gruba karşı mücadele etmeye karar verirken bu kriterler aklımızın bir köşesinde bulunmalı.

Notlar:

[1] status (ç.n.)

[2] non-status (ç.n.)

[3] Komünalizm: Gruplar arasında ayrımcılık yapma ve aralarındaki şiddeti artırma. (ç.n.)

[4] People of colour: Beyazlar dışındaki insanlar için kullanılan bir kavram. (ç.n.)