Bu yazıda, 24 Haziran’da yapılan Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçim sonuçlarında gözlenen oy kaymalarına, laik-Atatürkçü ve sol eğilimli muhalefet açısından nasıl bir tablonun ortaya çıktığına ve son olarak önümüzdeki dönemde ekonomide iktidar bloğunu bekleyen güçlüklere değineceğim.

Seçimin Sayısal Sonuçları ve Oy Geçişleri

Çilek Ağacı adlı web sitesinde seçim sonuçlarını sayısal olarak analiz eden ve oy geçişleri hakkında önemli bilgiler veren bir çalışma yayımlandı.[1] Bu çalışmanın dayandığı analiz yöntemini ve modellemeleri doğru kabul edersek hayli ilginç bir tablonun ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

1)      AKP’nin ciddi oy kayıpları: Bilindiği gibi, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP ve MHP’nin oylarını konsolide etmeyi başararak % 52,5 oy aldı. Buna karşın, ülke genelinde AKP % 7 oy kaybına uğradı. 1 Kasım 2015 seçimleriyle karşılaştırmalı olarak bakıldığında, bu oy kayıplarının çok sayıda ve farklı bölgelerdeki illerde azımsanmayacak bir çözülmeye işaret ettiği görülüyor. Örneğin AKP’nin 1 Kasım’da % 60-65’ler düzeyinde oy alarak neredeyse tam bir hegemonya kurduğu birçok ilde % 8 ila % 15’lere varan oy kayıpları yaşadığı gözleniyor. 

İller bazında bazı örnekler vermek gerekirse, AKP Bursa’da % 11, Antep’de % 10, Kocaeli’nde % 8, Adapazarı’nda ise % 9 oy kaybına uğruyor. Bunlar üretim birimlerinin ve çalışan nüfusun yoğun olduğu önemli şehir merkezleri.

Karadeniz’deki oy kayıpları ise daha yüksek: Samsun’da % 12, Ordu’da % 15, Giresun’da % 8, Trabzon ve Rize’de ise % 11. Karadeniz’de temel geçim kaynakları olan fındık ve çay gibi ürünlerde üreticilerin ciddi sorunlar yaşadığı biliniyor.

Orta Anadolu’ya geldiğimizde oy kayıpları Konya ve Kayseri’de % 15’i, Sivas’ta ise % 14’ü buluyor. 1 Kasım’da AKP’nin çok yüksek oylar alarak MHP’de önemli bir oy daralmasına yol açtığı Doğu Anadolu’da da ciddi oy kayıpları var: AKP Malatya ve Erzurum’da % 14 oy kaybederken, Maraş’ta % 13, Erzincan ve Elazığ’da ise % 12 oy kayıpları yaşıyor.

Yerel düzeyde AKP’nin kaybettiği oyların hangi partilere gittiğinin, oy kayıplarının nedenlerinin ayrıntılı çalışmalar tarafından ortaya konulması gerekiyor.

2) Oy geçişleri: Yukarıda bahsettiğimiz “Haziran 2018 Seçim Analizi ve Oy Geçişleri” adlı çalışma ise yerellere değil bütün Türkiye çapındaki oy geçişlerine odaklanıyor. Çalışmanın ulaştığı sonuçlar şöyle:

–      AKP’nin kaybettiği oylar büyük ölçüde MHP’ye kayıyor.

–      MHP 1 Kasım’da aldığı oyların ancak yaklaşık % 30’unu koruyabiliyor. Dolayısıyla MHP’nin aldığı oyların çok önemli bir bölümü 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “Reis”e oy veren, daha önce 1 Kasım’da da AKP’ye oy vermiş olan AKP’li memnuniyetsiz seçmenlerin oylarından oluşuyor.

–       İYi Parti ise ağırlıklı olarak 1 Kasım’da MHP’ye oy vermiş olan seçmenden (% 60), ikinci derecede de CHP’li seçmenden oy alıyor (% 25). Yani İYİ Parti ağırlıklı olarak iktidar bloğuna tepki duyan MHP’li seçmenlerin oyunu almış oluyor. Diğer yandan, İslamcı baskı koşullarında laikliğin tek adresi olarak mecburen CHP’ye giden merkez sağ oyların da bir bölümünü alarak özellikle Trakya, Ege ve Akdeniz bölgelerinde kendisine belirli bir yer ediniyor.

Bu oy geçişkenliklerini nasıl yorumlamalı? Sanıyorum şu sonuçları çıkarmak mümkün:

Ağırlıklı olarak ekonomik sorunların ağırlaşmasından bunalmaya başlamış olan AKP’li seçmenler, elbette iktidar bloğunda İslamcı çizginin yerini giderek Türkçü-İslamcı bir çizgiye bırakmasının da katkısıyla, daha uzağa gitmeyip MHP’yi tercih ediyorlar. İşin ilginç tarafı, iktidar bloğuna tepki duyan MHP’li ve merkez sağ seçmenin oyunu da kendisi milliyetçi-faşizan bir çizgide olan, fakat merkez sağı da kapsama iddiasındaki İYİ Parti alıyor.

Bu son derece tehlikeli bir eğilim. Özellikle ağırlaşan geçim sorunları nedeniyle AKP’ye tepkili olan seçmenlerin oyları, bu kez her ikisi de “faşizan/milliyetçi” çizgide olan partilere kayıyor. Bu yazının son bölümünde ele alacağımız gibi, önümüzdeki dönemde ekonomik durumun çok daha kötüye gitme olasılığı göz önüne alındığında AKP’nin seçmen tabanında oluşacak erimenin milliyetçi/faşizan kanadı güçlendirmesi son derece muhtemel. Sonuç olarak, aslen Erdoğan/AKP karşıtı motivasyonlara sahip olan sol, seküler, Kemalist eğilimli muhalefetin toplumsal yaşam içinde örgütlenmeye başlamadıkça, bu kez de Türkçü-faşist bir yükselişle karşı karşıya kalma tehlikesinin güçlü olduğunu öngörebiliriz. Nitekim daha şimdiden Meclis’te % 21’lik bir milliyetçi/faşizan bloğa sahip olduk.

Kampanya Süreci ve Seçim Sonuçları, Sol, Seküler ve Atatürkçü Kesim Açısından Nasıl Bir Tablo Ortaya Koyuyor?

Seçim süreci ve sonuçları CHP’nin örgütsel yapısının ciddi şekilde değişmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koydu. Muharrem İnce, CHP tabanı, İYİ Parti ve kısmen de HDP tabanından oy alırken AKP tabanından ciddiye alınabilecek bir oy alamadı. Parti olarak CHP oy kaybına uğradı. Seçim gecesi parti yöneticileri ve Muharrem İnce’nin bocalamasının altında ise muhtemelen CHP’nin ülke genelinde sandıkların tümünden sağlıklı bilgi alamaması, dolayısıyla önemli oranda sandık görevlisi ve müşahit açığının bulunması yatıyordu. Bu da örgütsel zaafiyete işaret eden önemli bir gösterge.

Sorun seküler muhalafetin, milliyetçi-İslamcı ideoloji ve örgütlenmenin kuşatması altındaki geniş toplum kesimlerine ulaşamamasından, alternatif sosyal dayanışma ağları örgütleyememesinden, sağlık, eğitim, hukuk gibi temel alanlarda iktidar bloğuna oy veren seçmenlerin sorunlarını onlarla birlikte çözmeye yönelik STK örgütlenmeleri kuramamasından, gerçek anlamda sol bir işçi örgütlenmesinin olmayışından ve buna benzer nedenlerden kaynaklanıyor. 

Bu türden kapsamlı çalışmaların ancak uzun vadede sonuç alabileceği gayet iyi biliniyor. Buna karşın, seküler muhalefeti oluşturan farklı kesimler olarak yalnızca seçimden seçime harekete geçme, önümüze konulan “kurtarıcı lidere” ölçüsüz bir umut bağlama, ardından toplumsal gerçeklikle sert bir karşılaşma yaşayınca da derin bir umutsuzluğa sürüklenme ve “bu memlekette yaşanmaz” veya “bu millet adam olmaz” gibi tepkisel ve irrasyonel noktalara savrulma adeta yaşam biçimimiz haline geldi.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Muharrem İnce’nin İstanbul, Ankara ve İzmir’deki büyük mitinglerine katılan milyonlarca insanın küçük bir yüzdesi 16 Nisan Referandumu’ndan itibaren çeşitli alanlarda sivil inisiyatifler oluşturma veya CHP örgütünün toplumsal bağlarını güçlendirmek üzere CHP’de çalışma yoluna gitseydi hem seçim sonuçları farklı olur hem de CHP taban baskısıyla bir değişim sürecine girerdi.

Bu gerçekleşmedi. Yavaş ve zahmetli bir toplumsal dönüşüm çabası yerine, son derece sınırlayıcı koşullar altında “klasik” bir seçim kampanyasıyla sonuç alınabileceğine inanıldı. Bu da yetmedi, seçimlerden sonra okumuş-yazmış, iyi eğitim aldığı söylenebilecek seküler kesimler Muharrem İnce gibi popülist ve yer yer demagojik bir lider CHP’nin başına geçerse CHP’nin gerçekten dönüşebileceği yanılsaması üretebildiler.

Kampanya dönemi ve seçim sonuçları, seküler toplumun bir kez daha  toplumsal bağlar kurma çabasına girmeden kısa vadede ve popülist bir liderin peşine takılarak sonuç alma yönündeki kolaycı, hatta konformist diyebileceğimiz tercihini ortaya koydu. Bu tercihten bir an önce kurtulmamızda fayda var.

Seçimlerden Sonra İktidar Bloğunu Bekleyen Ekonomik Açmazlar

Her ne olursa olsun ekonominin kendi dinamikleri kısa sürede siyasal gelişmeler üzerinde belirleyici bir etkiye kavuşacak.

Erdoğan ve AKP, 15 Temmuz darbe kalkışması sonrası ekonomideki daralma eğilimin üstesinden yaklaşık 220 milyar TL tutarında Kredi Garanti Fonu (KGF) mekanizmasını harekete geçirerek geldi. Dönemin Başbakan’ı Binalı Yıldırm’a göre “350 bin işletmeye 220 milyar TL kaynak aktarıldı”.[2] Binalı Yıldırım “KGF olmasaydı 30 bin firmanın batacağını” da söylemişti. KGF, 16 Nisan Referandumu’nda iktidarın büyük bir oy kaybına uğramamasında gayet belirleyici olan etkenlerden biriydi.

16 Nisan’dan bugüne kadar Türkiye ekonomisininin durgunluğa girmeyip büyümeyi sürdürmesinde de kamu harcamalarının, çeşitli düzeylerdeki teşviklerin ciddi bir rolü oldu.

Seçimlerden önce Mehmet Şimşek yanına Merkez Bankası (MB) Başkanı ve diğer teknokratları alıp Londra’da finans çevrelerini “Erdoğan’ın aslında yanlış anlaşıldığı”na ikna etmeye gittiğinde gayet net bir yanıt aldı: Erdoğan/AKP seçimlerden sonra ülkeye fon akımlarının yeniden başlamasını istiyorsa, öncelikle kapsamlı “kemer sıkma” önlemlerine başlamalıydı. Finans çevreleri Türkiye’ye, “önce siz yapın, bir görelim”  mesajı vermişti.

Daha önceki yazımda[3] belirttiğim gibi Türkiye ikili bir basıncın altında. Bir yandan içerde reel sektör şirketleri çok ağır bir dış borçlanma yükü altında; bir kısmı, kurlardaki büyük sıçramanın da etkisiyle borçlarını çevirmekte zorlanıp bankalarla borçlarını yeniden yapılandırma görüşmeleri yapıyor, artan sayıda şirketin de yapmaya hazırlandığı öne sürülüyor. Dolayısıyla yüksek döviz borçlusu büyük şirketlerin bir kez daha TL’de ciddi bir değer kaybını tolere edecek durumda olmadıkları iddia ediliyor.[4] MB’nin geç kalmış, bu yüzden çok yüksek faiz artışı nedeniyle tüketici kredileri ve ticari kredi faizlerinde çok ciddi bir yükseliş var. Örneğin, firmaların kullandığı ticari kredi faizleri % 24’lere dayanmış durumda.

Bu koşullar altında aklı başında her iktidar “kemer sıkma” önlemlerine değil, tam aksine kamu borcunu arttırma pahasına “genişlemeci”, yani devlet desteğiyle ekonomiyi canlandırıcı önlemlere başvurmayı tercih eder. Zira canlandırıcı devlet desteği olmadan bu kadar yüksek faiz oranlarıyla şirketlerin kredi kullanması, dolayısıyla ekonominin çarklarının dönmesi ve reel sektör şirketlerinin borçlarını ödeyebilmesi çok zordur.

İşte bu noktada uluslararası finans çevrelerinin rolü devreye giriyor. Türkiye’de devlete, bankalara ve reel sektöre yüz milyarlarca dolar borç vermiş olan bu çevreler, küresel likiditenin daraldığı, örneğin ABD Merkez Bankası FED’in Ekim ayından itibaren dolar likiditesini her ay 50 milyar dolar -ki yılda 600 milyar dolara karşılık geliyor- küçültmeye başlayacağı koşullarda bizim gibi “gelişmekte olan piyasalar”dan para çıkışı olacağını, bu nedenle dış finansman gereksinmesi çok yüksek olan Türkiye’nin dış borçlarını ödemekte zorlanacağını öngörüyor. Bundan ötürü IMF’siz bir “IMF anlaşması”, yani kapsamlı bir “kemer sıkma” politikası dayatıyorlar.

Bu politikanın bir ayağını da “iç talebin daraltılması” ve “enflasyonla mücadele” adı altında kamu harcamalarının radikal şekilde azaltılması, yani kamuda çalışanların ücretlerine zam yapılmaması, sosyal yardım harcamalarının kontrol altına alınması, yeni vergiler getirilmesi, ekonomiyi canlandırmak üzere gerçekleştirilen altyapı harcamalarının kısılması, vergi borçlarının ertelenmesi gibi teşviklere son verilmesi türünden önlemler oluşturuyor.

Sorun, iktidar bloğunun 9 ay sonra yerel seçimler varken IMF’siz bir IMF programını uygulamak ile şirketlerin batmasını engellemek, inşaat sektörünün çöküşünün önüne geçmek ve seçmen tabanını korumak için genişlemeci maliye politikalarını sürdürmek arasına sıkışıp kalmasından kaynaklanıyor. Önümüzdeki dönem Türkiye’nin siyasi dinamiklerini belki de yakın geçmişte hiç olmadığı kadar bu sıkışmışlık ve bu çerçevede yapılacak tercihler belirleyecek.

Mevcut iktidar bloğu uluslararası finans merkezlerinden gelen baskılara direnirse, bunun maliyeti büyük olasılıkla dolar kurunun 5 TL’ye yaklaştığı günlerdekine benzer şekilde hızlı bir para çıkışı ve ağır bir finansal kriz olacak. Baskılara boyun eğerse, bu kez de yerel seçimlerde seçmen desteğini anlamlı şekilde yitirme tehlikesi var. Dolayısıyla deneyimli iktisatçı Korkut Boratav’ın belirttiği gibi, Erdoğan ve ortakları yerel seçimlere kadar olan dokuz ay zarfında ekonominin daralmasını ertelemek ve aynı anda bir krizin patlak vermesini önlemek gibi üstesinden gelmesi çok zor bir ikilemle karşı karşıya.[5]Mevcut verilerden hareketle bir tahmin yapmak gerekirse, iktidar bloğu “şapkadan tavşan çıkarmayı” başaramazsa, önündeki en iyi seçeneğin bir krizi göze almak yerine IMF’li veya IMF’siz “ekonomiyi daraltma” programını kabul etmek olduğunu söyleyebiliriz.

[1] http://cilekagaci.com/2018/06/30/haziran-2018-secim-analizi-ve-oy-gecisleri/

[2] https://www.dunya.com/kredi-garanti-fonu/basbakan-kgfyi-kalici-hale-getiriyoruz-haberi-389711

[3] http://art-izan.org/guncel/secimlerden-sonra-restorasyon-mu-kriz-mi

https://kanalfinans.com/raporlar/forex/dolar-ve-ekonomik-gorunum-erkin-sahinoz. Erkin Şahinsöz bu yazısında, sadece Şubat-Haziran döneminde dolar/TL kurundaki hızlı yükseliş nedeniyle reel sektörün dış borcunun 198 milyar TL arttığını, oysa İSO tarafından her yıl açıklanan “500 Büyük Sanayi Kuruluşu” adlı çalışmanın 2017’yle ilgili raporunda Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşunun faiz ve vergi öncesi toplam kârının zaten 94,7 milyar TL olduğunu söylüyor.

[5] http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/akpnin-devrettigi-ekonomik-sorunlar-241496. Korkut Boratav bu yazısında 2018 Nisan ve Mayıs aylarında ekonomide durgunlaşma eğilimlerini, olası bir krize yol açabilecek makro-ekonomik göstergeleri ve iktidarın önündeki politika seçeneklerini gayet güzel ortaya koyuyor.