KOVİD-19 salgınının küresel düzeyde patlak vermesi birçok kişiyi yeni bir ekonomik ve politik düzenin kaçınılmaz olarak gelmekte olduğunu düşünmeye sevk etti. Fakat durum gerçekte böyle mi? Dünyaca tanınan kamusal entelektüel Noam Chomsky, ABD’de Donald Trump yönetiminde palazlanan büyük para sahiplerinin, halkın radikal reformlar yapılması yönündeki baskısını önlemek üzere konulan bütün engelleri kaldırmadan yenilgiye uğratılamayacağını söylüyor. Chomsky, açık ırkçılığın Trump döneminde yoğunlaştığını ve polis şiddetinin, Amerikan toplumuna musallat olan, temeldeki beyaz üstünlükçülüğünün bir semptomu olduğunu da hatırlatıyor. Bu arada, Trump’ın çevre karşıtı politikaları ve nükleer silahların kontrolü antlaşmalarını ortadan kaldırması, dünyayı çevresel ve nükleer bir soykırıma giderek daha fazla yaklaştırıyor.

J. Polychroniou: Farklı kulvarlardan birçok kişi, KOVİD-19’un oyunun kurallarını değiştireceğini ileri sürmüştü. Bu görüşe katılıyor musunuz, yoksa geçici bir durum mu içinden geçtiğimiz? Bir kez bu sağlık krizi sonlandıktan sonra “işlerin olağan akışına” geri döneceğimiz geçici bir durum mu?

Noam Chomsky: Bunu bilemeyiz ve öngöremeyiz. Bugün bizi tehdit eden çeşitli krizlerin sorumluları yarattıkları ve fazlasıyla faydalandıkları sistemin süregitmesini garantiye almak için hiç durmaksızın çalışıyorlar. Hatta bu sistemin, daha yoğun bir gözetimle ve diğer baskı ve denetim  araçlarıyla daha da sert bir biçim alarak süregitmesini sağlamaya uğraşıyorlar. Halk güçleri de bu habis gelişmelere karşı koymak için harekete geçiyor. Bizi insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bu uğuruz duruma getiren yıkıcı politikaları ortadan kaldırmayı; yoğunlaşmış sermeyenin ayrıcalıklarını değil, insan hakları ve ihtiyaçlarını önceleyen bir dünya sistemine doğru ilerlemeyi hedefliyorlar.

Pandemi sonrası dünya şekillenirken gerçekleşen keskin sınıf savaşında hangi çıkarların ve bedellerin söz konusu olduğunu idrak edebilmek için biraz düşünmekte fayda var. Çıkarlar ve ödenebilecek bedeller devasa düzeyde. Bütün bu bedellerin kökleri, kuralları gevşetilmiş kapitalizmin intiharvari mantığında ve daha derin bir düzeyde bizzat kapitalizmin kendi doğasında bulunuyor. Hepsi de geçen 40 senenin neoliberal veba salgını sırasında giderek daha görünür hale geldi. Bu yıkıcı eğilimler ilerledikçe, söz konusu krizler de su yüzüne çıkan habislikler yüzünden daha da şiddetli hale geldi. Bu habisiliklerin en uğursuzları insanlık tarihindeki en güçlü devlette görülüyor; krizdeki bir dünya için pek de hayra alamet bir durum sayılmaz

Ödenecek bedeller, geçen Ocak ayında Kıyamet Saati düzeneğiyle dile getirildi. Trump’ın başkanlığının her bir yılında dakikayı gösteren yelkovan geceyarısına [kıyamete ç.n.] daha fazla yaklaştı. Atom bombalarının atılmasından sonra Kıyamet Saati ilk kez ayarlanmıştı ve o zamandan bu yana iki yıl önce, geceyarısına en yakın durumda gelinmişti. Geçen Ocak’ta analistler dakikalarla ölçmeyi tamamen bıraktı ve saniyelere geçtiler: Geceyarısına 100 saniye kalmıştı. Öncelikli kaygılarını tekrarladılar: nükleer savaş, çevresel yıkım ve demokrasinin gerilemesi. Demokrasinin gerilemesi en son zikredilmişti, çünkü iki varoluşsal krizle baş edebilmek için yegane umudumuz, bilgi sahibi bir toplumun dünyanın kaderinin belirlenmesine doğrudan katıldığı canlı bir demokrasidir.

Ocak’tan bu yana Trump insanlığın bekasına yönelik bu tehditlerinin her birinin düzeyini artırdı. Nükleer felakete karşı bir ölçüde koruma sağlayan silahların denetimi rejimini ortadan kaldırma projesine devam etti. Bu yıl, Eisenhower tarafından önerilmiş olan Açık Semalar Antlaşması’nı[i] sona erdirdi ve sistemin son direği niteliğindeki Yeni Başlangıç’ın[ii] [New Start] yeniden müzakere edilmesini engellemek için saçma sapan koşullar dayattı. Şimdiyse nükleer silahların test edilmesiyle ilgili moratoryumu[iii] sonlandırmayı aklından geçiriyor. Silahların Denetimi Birliği’nin icra direktörü Daryl Kimball bu adımı, “nükleer silahlara sahip diğer ülkeleri aynı yolu takip etmeye çağıran bir davet” olarak niteliyor.

Askeri sanayi hepimizi yok edecek yeni silahlar geliştirmek üzere akıtılan ödüller karşısında coşkusunu gizlemekte zorlanıyor. Devletin bu politikası, rakipleri de aynısını yapmaya  teşvik ediyor, böylece insanlığın bekasına yönelik yeni tehditlere karşı koymak üzere askeri sanayiye yeni ödüller, teşvikler akacak. Neredeyse bütün uzmanların bildiği üzere bu umutsuz bir çabadır; ama onları ilgilendiren bu değildir. Onlar için önemli olan devletin cömertliğinin doğru ceplere yönelmesidir.

Trump, insan yaşamını idame ettiren çevreyi yok etmek üzere başlattığı kararlı kampanyasını sürdürüyor. Salgın yayılırken açıklanan Trump’ın 2020 mali yılı bütçesi, Hastalık Denetim ve Önleme Merkezleri (DCPC) ve yönetimin sağlıkla ilgili diğer kurumlarına ayrılan bütçeyi azaltıyordu. Sağlanan tasarruf da, insanlığın varlığını sürdürme ihtimalini ortadan kaldıran fosil yakıt endüstrisine yönelik artan desteklere gidiyor. Ayrıca, adet olduğu üzere, askeriyeye ve seçim stratejisinin  önemli bir bileşeni olan Meksika sınırına yapılacak duvara daha fazla finansman ayrılıyor. Trump’ın çevresel yıkımı denetlemek için ilgili konumlara yerleştirdiği şirket liderleri ise sessizce, bir ölçüde yıkımı sınırlayan ve halkı su kaynaklarının ve soluduğu havanın zehirlenmesinden koruyan kuralları ortadan kaldırmakla meşgul. Bu icraatı, Trump fenomeninin habisliğini bütün keskinliğiyle ortaya koyuyor. Trump’ın adamları, KOVİD-19’u daha da ölümcülleştirecek ve on binlerce Amerikalının yaşamını tehlikeye atan bir politika izleyerek hava kirliliğini artırıyor. Ama bunun pek bir önemi yok. Bu insanların çoğu -yoksullar, Siyahlar ve “yanlış yere” oy verenler- çevreyi kirleten tesislerin yakınlarında yaşamak dışında bir seçenekten yoksunlar.

Bir kez daha bu icraatlardan fayda sağlayanlar olduğunu belirtelim: Trump’un öncelikli seçmen tabanını oluşturan özel servet sahipleri ve büyük şirketlerin gücünü elinde tutanlar.

Kıyamet Saati analistlerinin üçüncü endişesine dönecek olursak, Trump’ın Amerikan demokrasinin altını oyma programını ivmelendirdiğini söylüyorlar. Yürütme organı büyük ölçüde paramparça edildi ve efendilerini kızdırmaya cüret edemeyen bir grup korkak şakşakçıya indirgendi. Trump’ın son hamlesi, Washington’da yarattığı bataklığı araştırmakta olan New York Eyalet savcısını görevinden uzaklaştırmak oldu. Söz konusu savcı, bulgulara çok yaklaşmışken Trump tarafından tasfiye edilen genel müfettişlerin soruşturmasını derinleştiriyordu. Yeni öğrendiğimiz bir sonraki adım, Trump’ın yaratacağı uluslararası bir kriz veya ülke içindeki bir kriz durumunda beş paralık diktatöre sadakatle itaat edilmesini sağlamak üzere askeri komuta kademesinde yapılacak bir tasfiye olacak.

Jair Bolsonaro, Trump’ı taklit ediyor; farsın trajediyi taklit etmesi. Fakat Brezilya’da yürütmenin istediği suçları işleyebilmesinin önünde zayıf da olsa hâlâ bazı engeller var; Bolsonaro’nun kendi yarattığı bataklığı soruşturan yetkilileri tasfiye etmesini engelleyen Yüksek Mahkeme gibi. Bu konuda ABD oldukça geriden geliyor.

Sadece altı ayda insanlığın bekasına yönelik her üç tehdidi de ciddi şekilde tırmandırıp Kıyamet Saati’ni geceyarısına doğru kaydırırken pandemiyle başa çıkmakta görkemli bir başarısızlığa imza atmak büyük bir başarı sayılmalı. Trump yönetimi altında, dünya nüfusunun yüzde 4’ünü oluşturan ABD şimdi dünyadaki KOVİD-19 vakalarının yüzde 20’sini barındırıyor. Önde gelen bir tıp dergisindeki bir araştırmaya göre bu vakaların neredeyse hepsi, Trump ve adamlarının bilim insanlarının tavsiyelerine uymayı reddetmesinden kaynaklanıyor.

Mart’ın sonlarında ABD ve AB ülkelerinde aşağı yukarı aynı sayıda korona virüs vakası vardı. Avrupa, ABD’de yapılan bilimsel araştırmaların sonuçlarını benimsedi ve vaka sayıları hızla düştü. Trump yönetiminde vakalar Avrupa’ya göre beş kattan fazla arttı. Avrupalı araştırmacılar acaba ABD pes mi etti diye endişeleniyor. Avrupa, şimdi Trump ve adamlarının kurmakta oldukları parya devletten gelen yolculara yasak getirmeyi tartışıyor.

ABD yönetiminin pandemiyle mücadelede pes ettiği fikri yanıltıcı. Yöneticilerin olup biteni hiç umursamadığı daha doğru bir sonuç olur. Onların derdi, iktidarı muhafaza etmek ve gelecekteki toplumu kendi suretlerinde biçimlendirmek. Toplumun genelinin kaderini kendi işleri olarak görmüyorlar.

Geleceğin dünyasını biçimlendirme görevi, yürütme organının emirlerine bırakılmıyor. Şimdi bu, Senato’nun neredeyse tek görevi. Cumhuriyetçi bir çoğunluğa sahip olan Senato belki de efendilerine yürütme organından daha itaatkârca hizmet ediyor. Mitch McConnell’in[iv] Senatosu bir tartışma, müzakere veya yasama organı olma iddiasını hemen bütünüyle terk etmiş durumda. Görevi, yukarıdan aşağıya bütün yargıyı Federalist Society’nin[v] genç aşırı sağcı yetiştirmeleriyle doldurarak servet ve şirket sahiplerine hizmet etmek. Bu aşırı sağcı hukukçuların, toplum ne isterse istesin, gerici Trump-McConnell programını yıllarca koruması bekleniyor.

Cumhuriyetçilerin toplumu cezalandırmak üzere en son çabası, her zamanki gibi yerine içi boş vaatlerden başka bir şey önermeden Obamacare Yasası’nı[vi] iptal etmek için Yüksek Mahkeme’ye başvurmak oldu.

Trump’ın habisliği aslında sadece, toplumsal ve ekonomik düzenin çok daha derinlerdeki habisliklerini su yüzüne çıkarıyor. Bir sonraki muhtemelen daha kötü salgından kaçınacak veya Trump’ın çok daha beter hale getirmek için uğraşıp didindiği insanlığa yönelik hakikaten varoluşsal tehditlerle baş edeceksek bu daha derinlerdeki habislikleri görmezden gelemeyiz.

Mevcut sağlık krizinden çıkarken ortalığı şekillendirmek için neler yapabileceğimizi kendimize sorduğumuzda karşımıza çıkan sorular bunlar.

J. Polychroniou: Siyah yaşamları savunan ve polise ayrılan bütçenin kesilmesine destek veren ulusal çapta gösterilerin patlak vermesinden bu yana ırkçılığa dair kamusal tutumlarda kitlesel bir değişime tanık olduk. Yerleşik düzenin önde gelen şahsiyetleri ve hatta Cumhuriyetçi Parti içinde bile Trump’a karşı artan bir meydan okuma oldu. Trump dönemindeki ırkçılığı nasıl analiz edebilirsiniz? Ülkenin ırk ilişkileri açısından yeni bir dönem için hazır olduğunu söyleyebilir miyiz?

“Trump dönemindeki ırkçılık” hakkında, ırksal nedenlerle gerçekleştirilen şiddet vakalarının kaydına bakarak bir fikir edinebiliriz. Karalama Karşıtı Birlik’e [Anti-Defamation League][vii] göre 2016’da, yani Trump göreve gelmeden önce, bu lanet ABD’de terörizmle bağlantılı ölümlerin yüzde 20’sinden sorumluydu. 2018’e geldiğimizde bu oran yüzde 98’e çıktı. O zamandan bu yana da aynı düzeyde devam ediyor. FBI direktörü Christopher Wray, 2018’den bu yana ırksal ve etnik gerekçelerle hareket eden aşırılıkçıların, ideolojik nedenlerle meydana gelen ölümcül olayların ve şiddetin birinci derecede sorumlusu olduğunu açıkladı. Foreign Affairs dergisinin bidirdiğine göre 2019 yılı, 1995’teki Oklahoma City bombalamasından bu yana beyaz üstünlükçü şiddetten kaynaklanan ölümlerin doruğa çıktığı yıl olarak kayda geçti.

Bu, Trump döneminde Beyaz Saray’dan düzenli olarak pompalanan ırkçılığın bir yüzü. Günümüzdeki gösterilerse karşıt yönde son derece önemli eğilimleri yansıtıyor. Gösteriler ölçek, kararlılık, dayanışma ve halk desteği açısından benzeri görülmemiş düzeyde; Martin Luther King Jr’ın hâlâ popüler bir şahsiyetken başardıklarının oldukça ötesine geçiyor.

Bu kayda değer gösteriler halkın bilincinde önemli değişimlere tanıklık ediyor. Elbette Trump beyaz üstünlükçü seçmen bloğunu seferber etmek için büyük çaba gösteriyor; bunun için de ülkenin, Demokrat Parti’yi yöneten şiddet yanlısı radikaller tarafından nasıl kuşatıldığına dair coşkulu suçlamalar içeren tweetler atıyor. Fakat bu tanıdık teknikler artık daha önce olduğu kadar işe yaramıyor.

Şimdiye kadar gösterilerin kısa vadeli hedeflerinin çoğunlukla polis şiddeti üzerinde yoğunlaştığı görülüyor. Polisin uygulamalarına odaklanan bu yaklaşım, doğrudan Amerikan toplumunun çok daha temel özelliklerinin ele alınmasına götürüyor bizi. ABD’deki polis şiddetinin benzer ülkelerdekinden çok daha fazla olduğuna ilişkin sürüyle kanıt var. Fakat bu durum toplumsal bir boşlukta meydana gelmiyor. ABD şiddetin çok daha fazla olduğu bir ülke.

Tabii ki şiddet genlerden kaynaklanan bir şey değil. Toplumun birçok veçhesine yansıyan toplumsal hastalıklardan kaynaklanıyor; özellikle de ülkenin toplumsal adalet kriterleri bakımından OECD ülkeleri sıralamasında çok altta bulunmasından. Bu hastalıkların niçin Siyah topluluklar üzerinde radikal şekilde orantısız bir etki yarattığı açık. Polis şiddeti bir semptom, kökenleri görmezden gelinerek iyileştirilemez.

J. Polychroniou: Protestoların özellikle ABD’de küçük yerleşim birimlerinin olduğu bölgelere yayılması ülkede son derece acayip bir fenomene, milis hareketine ışık tuttu. Trump’ın yönetimi altındaki Cumhuriyetçi Parti’nin politik ideolojisinin ne ölçüde milis hareketinin aşırı devlet-karşıtı[viii] ideolojisiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorsunuz?

Michigan Eyalet Meclisi’nin silahlı Michigan Özgürlük Milisleri tarafından basılması dışında (Donal Trump milisler için “iyi insanlardır” diyerek bizi rahatlatmıştı) yakınlardaki en dramatik olay, Bethel, Ohio’da meydana gelen vakaydı. Siyahların Yaşamı Değerlidir hareketini desteklemek üzere barışçıl bir gösteri yapan 20-30 kişiye birçoğu silahlı veya beyzbol sopalı 700 karşı-protestocu saldırdı. Bunlar, motorsikletli çetelerden, “back to blue” gruplarından ve Anayasa’nın İkinci Tadilatı[ix] yandaşlarından oluşuyordu. Anayasa’nın İkinci Tadilatı’nın söz konusu gösteriyle uzaktan yakından bir ilgisi yok, fakat güvendiği “sıkı adamlara” gaz vermek üzere Trump tarafından sürekli -ve her zaman alâkasız şekilde- gündeme getiriliyor.

İnsanların yaşamlarının güvencesizleşmesi, milletin dayanışma ve karşılıklı destek gibi “tehlikeli yanılsamalar”dan uzaklaşıp belirsiz bir piyasada yalıtılmışlık hissine kapılmasına yol açıyor.

Politik ideolojiye gelince, modern Cumhuriyetçiler Reagan’ın “devlet çözüm değil sorunun kendisidir” sloganını monoton bir şekilde tekrarlamayı seviyor. Oysa idolleri, (ulusal borcu neredeyse üç misline çıkarıp) federal hükümeti genişletmişti. Modern Cumhuriyetçi Parti’nin ideolojisinin kısmen devlet-karşıtı olduğu doğru. Onlara göre, devlet ciddi bir kusurdan muzdariptir: Toplumun ihtiyaçlarına karşı bir ölçüde duyarlıdır. Bu kusur, politika oluşturma gücünün halka karşı tamamen sorumsuz olan özel tiranlıklara aktarılmasıyla düzeltilebilir. Fakat devlet Cumhuriyetçiler için bazen çözüm de olur. Bunun bir örneği, halkın iman edilen doktrinlere müdahalesinin ezilmesi için devlet gücüne gereksinme duyulmasıdır ki bu düşünce, daha önce tartıştığımız gibi, iki savaş arası Viyana’daki kökenlerinden bu yana neoliberalizmin alamet-i farikasıdır. Devlet aynı zamanda büyük şirketler için devasa kamusal sübvansiyonlar sağlaması anlamında da çözümdür. Reagan’dan bu yana düzenli olarak meydana geldiği gibi, neoliberal politikaların iplerini gevşettiği şirketlerin işlediği suçlar ekonomiyi çökerttiği zaman bu iyice görünür olur. Bu durumda efendiler, ellerinde şapkalarıyla kurtarılmak için “dadı devlet”ten yardım istemeye koşarlar. Aynı şey bugün de yaşanıyor; bununla birlikte, neoliberal doktrinin önünü açtığı şirketlerin açgözlülüğü bu sefer ancak kısmi bir sorumluluk taşıyor. Pandemi patlak verdiğinde hisse senetlerinin geri alımıyla varlıklı hissedarlarını ve yöneticilerini zenginleştirmekle meşgul olan şirketler, her zamanki gibi, kamudan cömertlik göstermesini istiyor ve istediklerini alıyorlardı.

Üstelik bir fırsatın heba olmasına göz yummamak her zaman önemlidir. Yüksek konumlardaki dostların sayesinde, “[korona virus teşvik paketinde yer alan] vergi yasasındaki değişikliğin sağladığı avantajların yaklaşık yüzde 82’si, 2020’de yılda 1 milyon dolar veya üzerinde geliri olanlara  gidecek.”

Neoliberalizmin kılavuz ilkesi, Kurucu Atalar’dan James Madison’ın Anayasa Kongre’sine bildirdiği şu geleneksel anlayışın daha keskin bir ifadesinden ibarettir: Devletin gerçek işlevi “zengin azınlığı çoğunluğa karşı korumaktır”. Devletin başlıca meselesi, 17. yüzyıl İngiltere’sinde ilk modern demokratik devrim sırasında kendilerini tanımladıkları sıfatla “üstün niteliklere sahip olanların” refahını korumaktır. “Ayaktakımı” bir şekilde başının çaresine bakacaktır.

Nasıl mı? Neoliberal dünyada ayaktakımı için çözüm, destek sistemlerinden (“toplum diye bir şey yoktur”), sağlık programlarından, çocuk bakımından, tatil imkânlarından, güvenli emeklilik maaşlarından, aslında piyasanın tahribatlarından kaçmanın bütün yollarından yoksun olan prekaryaya[x] katılmaktır.

Emeklilik maaşları da neoliberal mantığı takip ediyor. İlk adım, emeklilik maaşlarını özel 401(k) sistemleri[xi] içinde eritmek oldu. Bu sistem, şanslı olanlara yüksek getiriler sağlarken şansı yaver gitmeyenlere felaket getirebilir. Fakat her iki durumda da güvencesizleştirme, insanların bakışını, dayanışma ve karşılıklı destek gibi “tehlikeli yanılsamalar”dan çevirip belirsiz bir piyasada yalıtılmışlığa yönlendiriyor. İkinci adım Eugene Scalia tarafından atıldı. İşçi haklarına şiddetle karşı bir şirket avukatı olarak sahip olduğu nitelikler nedeniyle Scalia, Çalışma Bakanı olarak atandı. Salgını bahane ederek 401(k) piyasasını sessizce tahripkâr özel sermaye firmalarına açtı, böylelikle onlara devasa bir kâr kaynağı ve fahiş yönetici ücretleri sundu.

Trump daha da ileri gitti; Washington’da yarattığı bataklığı araştırarak çizginin dışına çıkan New York Güney Bölgesi savcısını görevden uzaklaştırdıktan sonra yerine Jay Clayton’ı atadı. Devlet-şirket suçları üzerine yaptığı son derece faydalı çalışmalarından birinde David Sirota, Clayton hakkında şu bilgiyi veriyor: Clayton, uzun süredir federal yasanın “varlık yöneticilerinin emeklilerin birikimlerinin daha fazlasını yüksek riskli, yüksek ücretli firmalara kaydırmasına elverecek” şekilde değiştirilmesini savunan özel bir sermaye şirketinin avukatıdır. Bu tür alavere dalavere işler yapan kuruluşları izleyen Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu (SEC), söz konusu kuruluşların usulsüz uygulamaları üzerine acı bir rapor yayımladı. Sirota bu raporu, gayet makul şekilde, yaklaşmakta olan soygunu önlemek üzere “ümitsiz bir yardım çığlığı” olarak yorumluyor. Fakat Sirota, denetim tehdidini bertaraf etmek üzere Yüksek Mahkeme’nin sessizce “SEC’in özel sermaye şirketlerini cezalandırma yetkisini kısıtladığına” dikkat çekiyor.

Daire daralıyor. Yeni çağ adım adım efendiler tarafından şekillendirilirken şapkalarınızı sıkı tutun -tabii bunu yapmalarına izin verirsek.

J. Polychroniou: Korono virüs salgınının patlamasından bu yana Joe Biden’in, çağdaş ABD’nin karşılaştığı sorunların birçoğunun çevrimsel değil yapısal olduğunu fark ettiği izlenimi var. Aslında Bernie Sanders’ın Nisan ayında başkanlık kampanyasını durdurmasından sonra Biden daha da sola kaymış görünüyor. Bu da şu ilginç soruyu doğuruyor: Acaba Biden’in kendisi mi değişti, yoksa değişen Demokrat Parti’nin siyaseti ve kültürü mü? Biden’in politik ajandası ve Demokrat Parti’nin olasılıkla değişen yüzü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Noam Chomsky: Biden’in neyin farkına vardığını bilmiyorum. Buna karşın programını okuyabiliriz ki oldukça sola itilmiş görünüyor. Bunu yapan Demokratların Ulusal Komitesi veya bağış yapan sınıf değil. Sanders ve arkadaşlarının doğrudan angajmanıyla, asıl önemlisi, Sanders’ın kampanyasının bir araya getirip ilham verdiği grupların daimi aktivizmiyle sağlandı bu. Demokrat Parti’nin yüzünün değişmeye devam edip etmeyeceği, söz konusu güçlerin seferber olup harekete geçmeyi sürdürmesine bağlı.

Bu yıl da dahil dört yılda bir tekrarlanan gösteri hakkında geleneksel sol perspektifi hatırlamakta fayda var.

Siyasetin bir seçimde oy vermek, ardından da eve gidip işleri başkalarına bırakmaktan ibaret olduğunu söyleyen resmi bir doktrin var. Toplumu bastırmanın ve otoriter kontrolü muhafaza etmenin harikulade bir yolu bu. Bu kontrol tekniğini uygulamak üzere kullanılan terminoloji ise şöyle: “Oyunu X’e at”, bir yurttaş olarak sorumluluğunu yerine getirmiş sayılırsın.

Yerleşik düzenin bu doktrini gerek hükümet politikasını destekleyenler gerekse ona karşı çıkanlar için geçerlidir. İkinci durumda buna, “ehveni şere oy vermek” deniliyor.

Geleneksel sol doktrin ise çok farklıdır. Siyasetin, hükümetin yanı sıra özel şirketlerin kudretinin daha sert baskısına karşı koymayı hedefleyen, adaleti güçlendirip kurumların halk tarafından denetlenmesi için hareketler geliştirmeyi amaçlayan daimi aktivizmden oluştuğunu savunur. Birkaç yılda bir “seçim” denilen bir olay kendini gösterir. Yapılacak olan adaylar arasında kayda değer bir fark olup olmadığı üzerine birkaç dakika ayırıp düşünmektir. Eğer böyle bir fark varsa, en kötü adaya karşı oy vermek için de birkaç dakika ayırır, ardından işinize gücünüze geri dönersiniz. Yapılacak seçime bir örnek olsun diye küresel ısınmayı ele alın. Açık ki son derece kritik bir sorun (benim gibi bazıları ise nükleer savaşla birlikte insanlık tarihinin en kritik meselesi olduğunu düşünüyor.) Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu konu hakkında keskin şekilde ayrışıyor. Pew Araştırma Merkezi’nin en son araştırmasına göre:

Amerikalılar insan faaliyetlerinin ne ölçüde iklim değişikliğine kaktıda bulunduğu konusunda derin bir politik bölünme yaşamayı sürdürüyor. Aşağı yukarı her 10 demokrattan 7’si (tam oran yüzde 72) insan faaliyetlerinin iklim değişikliğine büyük ölçüde katkıda bulunduğunu söylerken, kabaca 10 cumhuriyetçiden sadece 2’si bu görüşe katılıyor (tam oran yüzde 22). Aradaki fark yüzde 50. İdeolojik yelpazenin uçlarına baktığımızda farkın daha da büyüdüğünü görüyoruz. Liberal demokratların büyük çoğunluğu (yüzde 85), insan faaliyetlerinin iklim değişikliğine önemli derecede katkıda bulunduğunu düşünüyor. Muhafazakâr cumhuriyetçilerin ise sadece yüzde 14’ü aynı görüşte.

Önümüzdeki Kasım’da adaylar arasındaki fark derin bir uçurumu temsil ediyor.

 

Truthout web sitesinin notu: Bu söyleşi, açıklık ve uzunluk açısından hafifçe edit edilmiştir.

 

[i] Açık Semalar Antlaşması (ASA), Doğu ve Batı blokları arasında güven ve istikrarı geliştirmek amacıyla açıklık ilkesinden hareketle 1992 yılında Helsinki’de imzalanmıştır. Kasım 2000’de Rusya parlamentosu tarafından onaylanmasını müteakip 2 Ocak 2001 tarihinde yürürlüğe girmiştir. ASA kapsamında taraf ülke toprakları üzerinde havadan silahsız gözlem uçuşları gerçekleştirilmektedir.

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo yaptığı yazılı açıklamada, 22 Mayıs 2020 tarihinden itibaren Açık Semalar Antlaşması’ndan çekildiklerini duyurmuştur. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/A%C3%A7%C4%B1k_Semalar_Antla%C5%9Fmas%C4%B1

[ii] Resmi adıyla “Stratejik Silahların Azaltılması Yeni Sözleşmesi”, yani New Start Antlaşması Şubat 2011’de yürürlüğe girdi. Antlaşma, stratejik nükleer savaş başlıklarının 1.550 adete düşürülmesini öngörüyor. Ayrıca fırlatmaya hazır durumdaki kıtalararası balistik füze, denizaltılarda konuşlu balistik füze ve nükleer silah taşıyabilen bombardıman uçağı sayısını 700’e; operasyona hazır olan veya olmayan fırlatma rampası, denizaltı ve bombardıman uçağı sayısının 800’e indirilmesi şartlarını da bulunuyor. Kaynak: https://tr.euronews.com/2019/11/28/rusya-dan-abd-ye-nukleer-anlasmay-uzatma-cagr-s-new-start-14-ay-sonra-yururlukten-kalk-yor  -ç.n.

[iii] Nükleer silahların belirli bir süre test edilmesini yasaklayan anlaşma kast ediliyor. -ç.n.

[iv] Cumhuriyetçi Parti’nin Senato çoğunluk lideri -ç.n.

[v] Federalist Society, ABD’de hukuk alanında faaliyet gösteren muhafazakar-sağcı bir kuruluştur.  -ç.n.

[vi] Kısaca “Obamacare” denilen, ABD’de Obama döneminde 2010’da yürürlüğe giren Hasta Koruma ve Ekonomik Sağlık Hizmeti Yasası asıl olarak 40 milyondan fazla sigortasız kişinin yaklaşık yarısının sigorta kapsamına alınmasını sağladı. Bu kişilerin çoğu ya sigorta şirketlerinin sigorta yapmak istemediği “hastalardan” veya primlerini ödeyemeyecek kadar düşük gelirli gruplardan oluşuyordu. -ç.n.

[vii] Anti-Semitizme ve nefret suçlarına karşı mücadele eden bir sivil toplum örgütü –ç.n.

[viii] Burada “devlet-karşıtı” derken, vergi-karşıtı, göçmen-karşıtı aşrı sağcı milis gruplarının, ABD’de devletin bir tiranlığa dönüştüğü ve silah gücüyle mücadele edilmesi gerektiği yolundaki ideolojik yaklaşımı kast ediliyor. -ç. n.

[ix] 1791’de Haklar Beyannamesi’nin bir parçası olarak Anayasa’da yapılan İkinci Tadilat, bireylerin silah sahibi olma ve taşıma hakkını güvenceye alır. – ç.n.

[x] Prekarya: Günümüzde eğreti ve güvencesiz bir varoluşa sahip toplumsal sınıf için kullanılan niteleme. 20. yüzyılda yaşamak için emeğini satmak zorunda olan, sanayi işçilerinden oluşan proletaryadan farklı olarak prekarya üyeleri sadece kısmen emek süreçlerine katılır. Prekaryanın alamet-i farikası, iş güvencesinden yoksun olmak ve sürekliliği olmayan işlerde çalışmaktır. -ç.n.

[xi] 401(k) sistemi, ABD’de işçiler tarafından en çok kullanılan emeklilik planıdır. İşçiler çalıştıkları sürece ücretlerinin bir kısmını özel emeklilik fonlarına aktarıyor. Genellikle 59 yaşına gelmeden sistemden para çekilemiyor. Emeklilikten sonra işçiler yaptıkları katkıya ve katkılarının yatırıldığı fonların performansına göre belirli bir tutara hak kazanıyor. Özel emeklilik fonları, işçilerin birikimlerini riskli finansal piyasalarda değerlendiriyor. -ç.n.