Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın 20 Mart gece yarısı ani bir şekilde görevden alınması başkanlık sistemi ile yaratılan Acayiplikler Dönemi’nin yeni bir sayfası. Tek elde, tek merkezde toplanan siyasal güç Türkiye’yi hem siyasi hem de bu yazının temeli olan ekonomi alanında altüst etmeye devam ediyor. Türkiye, zor bir dönemden geçen dünya ekonomik sisteminden yönetim zafiyetleri sonucunda uzaklaşıyor ve yalnızlaşıyor. Son yaşanan Merkez Bankası Başkanlığı krizi bize ne gösteriyor?

Pandeminin Etkisi

Dünya ekonomileri Covid 19 pandemisi patlayınca ciddi bir krizle karşı karşıya kaldılar. Ne kadar süreceği belli olmayan global ölçekte kapanmayı gerektiren, milyonlarca insanı, çalışanı etkileyen, finansal sistemi paniğe iten bir salgın ortaya çıktı. 2008 krizi sonrası nekahet dönemini geçiren, ağır aksak toparlanmaya çalışan (finansal sistemi para içinde yüzdürerek, ülke bilançolarını borç batağına saplama pahasına, gelişmiş ülke faizlerini eksi veya 0 seviyesine indirmiş) dünya ekonomisi büyük bir şokla karşı karşıya kaldı. Finansal sistem, piyasalarda yaşan büyük dalgalanmalara rağmen aşı haberleriyle global bir çöküşe dönüşmeden (2020 Mart ayında 1929 buhranı benzetmesi bolca yapılıyordu) toparlandı. Bu çalkantı uzun zamandır kötü yönetilen, krizler içindeki ekonomisi zayıflamış Türkiye’yi çok ciddi anlamda vurdu. Birçok gelişmiş ülke, vatandaşlarına, çalışanlarına, esnaflarına, krizden etkilenen tüm kesimlere dev paketlerle yardım etmeye, ekonomilerini ayakta tutmaya çalışırken Türkiye kaynaklarını yıllar boyunca çarçur ettiği için çok kısıtlı yardımlar yapabildi. Pandemi süresince ‘Dayanışalım’ mesajlarıyla ‘IBAN’ yollayan hükümetin, vatandaşından kaynak bulmaya çalışması Türkiye’nin acı bir gerçeğiydi.

Damat’ın Ayrılışı ve Yeni Dönem

Ekonomik zorlukların tepe yaptığı böyle bir dönemde iç çekişmeler ve büyük ihtimalle muhalefetin sonradan ısrarla peşine düştüğü, Merkez Bankası rezervlerindeki çarçurun (Nerede 128 Milyar dolar?) ortaya çıkması sonucu Cumhurbaşkanı 8 Kasım Cuma gecesi Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal’ı görevden aldı ve yerine eski bir maliye bakanı olan Naci Ağbal’ı getirdi. Bu kararın kendisine karşı alındığını düşünen Damat Berat Albayrak 9 Kasım tarihinde Hazine ve Ekonomi Bakanlığı’nı bırakıp gitti. İki gün boyunca istifa edip etmediği anlaşılmadı. Ardına bile bakmadan gittiğini devir teslim törenine gelmemiş olmasından anlıyoruz. Damattan boşalan Hazine ve Maliye Bakanlığı’na Lütfi Elvan getirildi. Türk ekonomi tarihinin en karanlık, en kötü yönetim dönemlerinden biri (sadece iki yıl 4 ay sürmesine rağmen) bitmiş oldu.

Bir iddiaya göre, Cumhurbaşkanı Merkez Bankası’nda yaşanan büyük yıkımı yeni öğrenmiş ve yok olan rezervlerin yerine koyulabilmesi için saygın isimlere ihtiyaç duymuştu. Naci Ağbal ve Lütfi Elvan dönemi piyasalara güven verme hamleleriyle başladı. Yeni dönemin sembol ismi Naci Ağbal, Albayrak döneminde yapılan hataların tekrar edilmeyeceğini, şeffaf (yalan söylenmeyecek, gizli kapaklı işler son bulacak) yönetim sözü verdi. Klasik merkez bankası yönetimine geçilecekti. Yabancı yatırımcılara yapılan sunumlarda eski dönemin aksine giriş çıkış zorluğu yaşanmayacağı, piyasanın olması gerektiği gibi işleyeceği sözleri verildi.

Piyasa beklentilerine paralel faiz artışları art arda gelince piyasalar sakinleşti ve dövizin ateşi düştü. Dolar kuru Albayrak’ın görevi bıraktığı 8.40 seviyelerinden 6.93 seviyelerine çok kısa bir sürede indi. Yabancı yatırımcılar Albayrak dönemindeki zararları sineye çekerek tekrar Türk lirası varlıklarda yatırım yaptılar. *(Her ne kadar yabancı yatırımcı geri dönmüş olsa da Berat Albayrak kuralsızlığının etkisi geçmemişti. Merkez Bankasının rezervlerini doldurmaya yetecek kadar para girişi olmadı. Kamu bankalarının 9-10 milyar dolar civarındaki açık pozisyonu kapandı ancak asıl hedef olan TCMB rezervleri yerine konamadı)

Erdoğan Kararları ve Kriz

Bu geçici iyileşme toparlanma süreci 18 Mart’ta TCMB’nin yaptığı önden yüklemeli faiz artışı (enflasyonun önüne geçebilme amacıyla yapılan 200 puanlık artış ile gecelik faiz 19 % yükseltilmişti) sonrası iktidara yakın kesimlerin homurdanmaları, şikayetleri ve iddiaya göre Ağbal’ın MB rezervlerinden eksilen 128 milyar doların akıbetini soruşturması üzerine Cumhurbaşkanı’nın 20 Mart Cuma gecesi ani bir kararla Naci Ağbal’ı görevden almasıyla son buldu. Yine aynı gece bir başka Cumhurbaşkanlığı kararı ile Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekildiği açıklandı. Yatırımcıları şoke eden bu kararlar sonucunda pazartesi sabahı (yani bir gecede) Türk lirası 17 % değer kaybetti. (Dolar 7.21 den 8.45’ e çıktı). Türkiye’nin riskini gösteren CDS primi 300 seviyesinden 480 seviyesine çıktı. Türkiye finansal tarihinin en karanlık günlerinden biri yaşanmış oldu. Naci Ağbal’ın kararlı politikalarına inanıp içeriye giren yabancı yatırımcılar iki günde toplam 9 milyar dolar para çekerek çıktılar.

Erdoğan’ın devirdiği masa ile yabancılar bir kere daha kovulmuştu. Mesaj çok net anlaşıldı. Bir yabancı bankacının söylediği gibi Türkiye’nin rating notu ‘Bir Daha Asla Gelmem’ seviyesine indi. Dünyaca ünlü yatırım bankası Nordea durumu özetleyen açıklamayı yaptı: “Erdoğan Merkez Bankası’nı yönettiği sürece TL’ye yatırım yapmayacağız”

Erdoğan ve Sermaye Piyasalarına Bağlılık

2020’nin son aylarında önce demokratikleşme paketi ardından yeni ekonomi paketi konuşmaları başlayınca birçok yorumcu siyasal (Amerika yeni başkanı Biden ile ilişkiler, Halkbank davası , S400 krizi, Doğu Akdeniz’de yaşanan yalnızlık, Avrupa Parlamentosu yaptırım süreci vb.) ve ekonomik (MB rezervleri, yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek döviz kuru sarmalı, kısa çalışma ödeneğinin sona ermesiyle daha da artması ve ciddi toplumsal soruna dönüşmesi beklenen yüksek işsizlik) alanda ciddi olarak köşeye sıkıştığını, Erdoğan’ın her sıkıştığı dönemde yaptığı (birçok örnek sayılabilir, Rahip Brunson’un salıverilmesi) gibi geri adım atacağını, Avrupa ve Amerika ile ilişkileri rayına sokmak ve yurtdışından döviz girişini sağlayabilmek adına siyasal ortamı yumuşatacağını (ve hatta Kavala ve Demirtaş gibi isimleri salıvereceğini) düşündü.

19 yıllık iktidarı boyunca sermaye yanlısı piyasa ekonomisine sadık kalan Erdoğan ekonomik alanda kriz yaratan birçok yanlışına rağmen uluslararası finansal sisteme ve serbest piyasa ekonomisine bağlı kaldı ve bunu açıkça savundu. Ancak son krizde farklı bir yön ortaya çıktı.

Demokratikleşme paketinin masaya gelmeden, sağ çizgi ve şiddetin coşması (önce Ayasofya’nın camiye çevrilmesi sonra HDP’lilerin içeriye atılması, AİHM kararı olmasına rağmen Osman Kavala ve Demirtaş’ın içeride tutulması, Boğaziçi Üniversitesi rektörlük ataması ve sonrası yaşanan sertlik, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, AYM’ nin ortadan kaldırılma, HDP’nin kapatılma çabaları), ekonomik paketin ise tamamen fos çıkması, Erdoğan’ın ekonomik gidişatın baskısını kırmak için göstermelik bile olsa demokratikleşme çabasına girmeyeceğini gösterdi. Bu yönetim ve bileşenleri için ekonomik sisteme bağlılık artık temel öncelik değildi. Rejimin önceliği ayakta kalmaktı. Rejim her türlü şiddeti göze alan kontrolsüz yönetim biçimi ile aynı bu krizde olduğu gibi finansal sistemi devirme riskine sahipti. Bu yönetim belki uzun süredir böyleydi ancak bu kriz bize sermaye hareketleri serbestliğinin ortadan kalkabileceğini ilk defa ciddi bir şekilde gündeme getirdi. Bu ihtimali Standard and Poor’s Kredi Derecelendirme Şirketi 22 Mart tarihli açıklamasında. ‘Ana senaryomuz değil ancak sermaye kontrolü riski artmıştır.’ diye duyurdu.

Finansal Sistemden Uzaklaşan Türkiye

2013 yılından itibaren (AKP’nin Cemaat’le kopuşu ve Gezi olaylarının iktidarda yarattığı şok ile başlayan, Çözüm sürecinin terk edilmesi ve güvenlik politikalarına geri dönüş, 7 Haziran-1 Kasım Seçimleri ve MHP eksenine yerleşme, 2016 darbe girişimi ve Başkanlık ile tamamlanan süreçte) her geçen yıl demokrasisi ve hukuku zayıflayan, otokrasiye yaklaşan Türkiye uluslararası siyasal arenada birçok ülkeyle sorun yaşayıp yalnızlaşırken, uluslararası finansal sistemden de uzaklaşmaya başladı

Son yirmi yılda gelişmekte olan ülkeler (EM-Emerging Markets) içinde sayılan Türkiye son yaşanan krizlerden sonra birkaç yıldır Kıyı Ülkeler (FM-Frontier Markets) sınıfında görülüyor. (Kıyı Ülkeler: Bahreyn, Bangladeş, Burkina Faso, Benin, Hırvatistan, Estonya, Gine-Bissau, Fildişi Sahilleri, Ürdün, Kenya, Litvanya, Kazakistan, Moritus, Mali, Fas, Nijer, Nijerya, Umman, Romanya, Sırbistan, Senegal, Slovenya, Sri Lanka, Togo, Tunus, Vietnam).

Uluslararası not derecelendirme kuruluşları (politik olmalarına rağmen, orta vadede doğru bir değerlendirme yaptığı söylenebilir) da benzer bir görüş içinde. 2014 yılında yatırım yapılabilir ülke notuna sahip Türkiye artık bu seviyenin 5 not kadar altında. (Standard & Poor’s B+ görünüm durağan, Moody’s B2 görünüm negatif, Fitch BB- görünüm durağan.) **(Fitch 24 Mart tarihindeki açıklamasında yeni Merkez Bankası başkanının faiz oranlarını düşürmesi halinde Türkiye’nin kredi notunu düşürebileceğini açıkladı

Yabancılar Çıkıyor

Yabancı sermaye hem doğrudan yatırımlar hem de portföy yatırımları anlamında Türkiye’den uzaklaşıyor. Birçok örnek verilebilir ancak Merkez Bankası eski baş ekonomisti sayın Hakan Kara’nın yayınladığı bir tablo son dönemde yaşanan çıkışın güzel bir örneği. Sayın Kara bunu ‘biz bize kaldığımızın resmidir’ diye yorumlamış. Tabloda yerli para borçlanma enstrümanlarında yabancı yatırımcıların oranının son 10 yıl içindeki değişimi gösteriliyor. 90’lı yılların başından beri Türkiye hazine kağıtlarına düzenli yatırım yapan yabancıların iç borçlanma enstrümanları içindeki payı 0’a yaklaşmış durumda. Yıllardır Türkiye varlıklarına yatırım yapan yabancı sermaye hızla Türkiye’yi terk ediyor. Uluslararası sistemin paraya boğulduğu düşünülürse benzer ülkeler arasında en yalnız ülkelerden biri olan Türkiye’nin ciddiyeti daha net anlaşılabilir.

(ZA= Güney Afrika, RU = Rusya, ID = Endonezya, MY = Malezya, MX = Meksika, PL = Polonya, KR= Kore, TH = Tayland, BR= Brezilya, TR = TÜRKİYE)

Türk Varlıklarının Değeri Düşüyor.

Bir diğer önemli konu Türk varlıklarının değerindeki korkunç erime. ‘Avrupa’nın Yeni Finans Merkezi İstanbul’ iddiası ile yola çıkan yönetim 19 yıl sonunda Türk şirketlerini Avrupa’nın en ucuz şirketlerine dönüştürdü. Birçok örnek verilebilir. Ancak Türk ekonomisinin lokomotifi bankaların durumu çarpıcı.

Aşağıdaki grafikte Türk Borsasında işlem göre bankaların oluşturduğu endeksinin dolar bazında değeri gözüküyor. 2010-2013 yılarında 1190-1100 civarında olan endeks değeri bugün 130 civarına inmiş. Yani Türk Bankaları son 7 senede dolar bazında değer olarak neredeyse onda da birine düşmüş durumdalar.

Aynı örnek Türk bankacılığının en saygın ismi, yabancı yatırımcıların gözdesi (hükümetin ısrarla el koymak istediği) İş Bankası grafiğinde oldukça net görülebilir.

2010 yılında dolar bazında hisse değeri 4.90 usd, 2013 yılında 4.30 usd olan İş Bankası’nın hisse değeri bugün itibari ile 58 cent’e düşmüş durumda. İş Bankası Türkiye’nin en değerli şirketlerinden biri olmasına rağmen uluslararası piyasa değeri 10 da 1 inmiş ve halen yabancıların kaçıştığı bir şirkete dönmüş.

Türkiye Batı Ekseninden Kopuyor mu?

G20 üyesi, 85 milyonluk genç bir nüfusa sahip Türkiye, 2013’ten bu yana yönetim hataları sonucunda krizleri art arta yaşayarak uluslararası sistemden hızla uzaklaşıyor. S400 tartışmaları ve Rahip Brunson krizi sırasında çokça sorulan ‘acaba Türkiye batı ekseninden çıkıyor mu?’ sorusuna ekonomik anlamda bir yanıt veriliyor belki de. Türk piyasasına yabancı ilgisi tarihi düşük seviyelerde. Türkiye’nin sistemle bağı ciddi oranda zayıflamış durumda.

(Yabancı sermaye tartışması başka bir yazı konusu olabilir. Yabancı sermaye olmadan büyüme olur mu veya doğru refah modeli nasıl olmalıdır, tartışılmalıdır. Ancak mevcut uluslararası finans sistemi ve günümüz Türkiye koşullarında, sermayesi kısıtlı genç nüfusa sahip Türkiye’nin dünya sistemi içerisinde kalmasının daha doğru olacağını düşünüyorum.)

Erdoğan’ın ve rejimin finansal sistemi öncelemeyen veya önceleyemeyen politikaları Türkiye’yi ilk defa ciddi anlamda yol ayrımına getirecek gibi gözüküyor. Erdoğan’ın 23 Mart tarihinde yaptığı konuşmada şu sözler dikkat çekici. ‘Vatandaşlarımdan, milli servetimiz olan evlerindeki döviz ve altını, çeşitli finans araçlarına yatırarak, ekonomiye ve üretime kazandırmalarını istiyorum.’ Buradaki milli servet tanımı akla kuyumculara getirilmek istenen ve kuyumcuların ‘benim paramı devlet neden kullanıyor? ’tartışmalarına yol açan ‘her kuyumcu 500 gram altını kamu bankalarına sermaye olarak yatırma zorunluluğu’ yönetmeliğini çağrıştırıyor.

Sonuç

  • Pandeminin hız kesmemesi ve 2021 turizm sezonunu vurması halinde, Merkez bankası rezervleri negatif bir Türkiye’nin ödemeler dengesi kriziyle karşılaşma riski artmıştır.
  • Erdoğan’ın masayı devirerek yabancı sermayeyi kovması, (sistemi yüksek faiz-düşük büyüme-para basma-kuru değersizleştirme-daha yüksek faiz sarmalına sokması) krizin derinleşme ve bir sonraki döviz atağı anında sermaye hareketlerine kısıtlama getirilmesi olasılığını artmıştır.
  • Sermaye kontrolünün alternatifi IMF seçeneğidir. (IMF seçeneği spekülasyonu yapmak istemiyorum. Ancak emekçi kesim için en kötü seçenek olduğunu düşünüyorum)
  • Türkiye’nin bu karanlık, kontrolsüz yönetimden bir an önce vazgeçerek hukukun üstünlüğünü savunan yeni bir yönetime geçmesi bu kötü gidişatın önüne geçilebilmesi için şarttır.

Not: Yatırım bankası Goldman Sachs’a ait aşağıdaki grafik, TCMB’nin Swaplar çıktıktan sonra net döviz rezervi EKSİ 65 milyar usd civarında gösteriyor.