Bu değerlendirme linkteki haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.

Dış Politika

Azerbaycan-Ermenistan savaşı

Bu dönemin en önemli dış politika gündemlerinde birisi önceki hafta 25 Eylül günü başlayan ve giderek şiddetlenen Azerbeycan-Ermenistan savaşı idi. Çatışma Azerbaycan’ın kendi toprağı olduğunu iddia ettiği ve 1991-1993 yıllarında, Ermenistan Silahlı Kuvvetleri tarafından işgal edilmiş olan Dağlık Karabağ’ın geri kazanmak için Azerbaycan tarafından başlatıldı. Azerbaycan’ın son 20-30 yıl içinde çok yoğun bir şekilde silahlandığı, İsrail ve Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülkeden satın aldığı silahlarla sahada askeri üstünlük elde ettiği görüldü. Tarihi olarak Dağlık Karabağ bölgesi tamamen Azerbaycan toprakları tarafından çevrelenmiş olmasına rağmen, Ermeni nüfusun çoğunlukta olduğu bir özerk bölgedir.  1991-1993 savaşında Ermenistan, Dağlık Karabağ ile Ermenistan arasındaki Azerbaycan’a ait bölgeyi de elinde tutarak bir tampon bölge oluşturmuştu ve bu şekilde Dağlık Karabağ ile Ermenistan arasında kara bağlantısı kurmuştu.

İki haftalık bir çatışma döneminden sonra Rusya’nın devreye girmesi ve Azerbaycan ve Ermenistan dışişleri bakanlarını Moskova’ya davet ederek tarafları bir ateşkese zorlaması ile Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki çatışmalar durdu.

Bu savaşta Türkiye’nin üstlendiği rol yabancı basında oldukça yoğun bir şekilde gündeme geldi. Operasyonları Türk subaylarının yönettiği, Suriye’den cihatçıların çatışma bölgelerine transfer edildiği, Türkiye’de üretilen SİHA’ların kullanıldığı, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait F-16 uçaklarının Azerbaycan’da bulunduğu, vb. haberler sık sık basında yer aldı. Savaş boyunca Azerbaycan Türkiye tarafından Dağlık Karabağ tamamen ele geçirilene kadar savaşa devam etmesi konusunda teşvik edildi. Türkiye içinde ise Ermeni ve Hristiyan vatandaşlar Azerbeycan’a destek konvoyları ile taciz edildi, Meclis’teki dört parti (AKP-CHP-MHP-İP) Azerbaycan’a destek bildirisi yayınlayarak bir kez daha “milli” meselelerde “birlik-beraberlik” ruhu içinde olduklarını gösterdi.

Türkiye’nin savaştaki rolüne uluslararası aktörler de tepki gösterdiler. Kanada Türkiye’ye SİHA’ların yapımında kullanılan kritik öneme sahip parçalar da dahil silah satışını askıya aldığını açıkladı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Ermenistan’ın dolaylı yoldan Dağlık Karabağ çatışmasına katıldığı iddiasıyla Türkiye için istediği “geçici tedbir” başvurusunu kabul etti. Ankara’da bulunan NATO Sekreteri Stoltenberg de barış çağrısı yaptı.

Burada Rusya’nın tavrını da özellikle vurgulamak gerekir. Savaşın başında Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Rusya’nın Ermenistan’a karşı Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) KGAÖ kapsamındaki yükümlülüklerinin Dağlık Karabağ için geçerli olmadığını belirtti. Geleneksel olarak Rusya’nın ekseninde bulunan Ermenistan’da 2018’de “turuncu devrim” olarak adlandırılan halk ayaklanması ile hükümet devrilmiş ve sonrasında ABD ve AB’nin desteklediği ve halen iktidarda bulunan Paşinyan başbakan seçilmişti. Paşinyan iktidarının ülkeyi ne ölçüde Rusya ekseninin dışına çıkarmaya çalıştığını tam olarak bilmesek de Rusya’nın Azerbaycan’ın Ermenistan’ı bir süre hırpalamasını izleyerek sonunda kendi arabuluculuğuna mahkûm ettiği, böylece ders vermek gibi bir politika izlediği birçok yorumcu tarafından dile getirildi.  Ateşkes sonrası çatışmaların nasıl bir seyir izleyeceği bilinmiyor.

AB toplantısı ve Doğu Akdeniz

Bu dönemdeki bir diğer önemli gelişme de 1-2 Ekim 2020 tarihinde Brüksel’deki AB Liderler Zirvesinde Türkiye’ye Doğu Akdeniz politikasını değiştirmezse yaptırım uygulanacağı yolunda bir karar çıkması idi.

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, yaptığı açıklamada, Türkiye’nin “Kıbrıs sularında doğalgaz arama çalışmalarında ısrar etmesi durumunda, Avrupa Birliği’nin ambargo uygulayabileceğini söyledi. AB liderlerinin, Türkiye’nin davranışlarını gözlemleme ve “provokasyonların” durmaması halinde Aralık ayında ambargo uygulamaya başlamaya karar verdikleri belirtildi. Von der Leyen “AB’nin Türkiye’yle olumlu ve yapıcı bir ilişki istediğini, bunun Ankara’nın da çıkarına olacağını vurguladıktan sonra “Ama bu sadece provokasyonlar ve baskılar durunca olur. Ankara’nın bu faaliyetlerini tekrarlaması halinde, AB elindeki tüm enstrümanları ve seçenekleri kullanacak. Elimizde derhal uygulamaya sokabileceğimiz bir alet çantamız var” dedi.

1-2 Ekim’de yapılan AB Zirvesi’nde Türk-Yunan sorunlarının görüşmeler yoluyla çözülmesi ve bu kapsamda Ankara-Brüksel ilişkilerinin yeniden canlandırılması için de önemli kararların alındığı belirtildi. Bir ölçüde AB liderlerinin, Türkiye’ye karşı “havuç-sopa” olarak nitelendirilebilecek bir politika izlemeye karar verdikleri söylenebilir. Bu çerçevede, Türkiye’nin tek taraflı adımlar atmaya devam etmesi durumunda yaptırımla karşılaşacağı uyarısı “sopa” olarak nitelendirilebilecekken, Türkiye ile gümrük birliğinin yenilenmesi, vize serbestisinin sağlanması, yüksek düzeyli diyaloğun başlatılması ve 2016 göç anlaşmasının gözden geçirilmesi ise “havuçlar” olarak gündeme geldi.

Ancak, 6 Ekim’de Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada Erdoğan’ın, video-konferansta görüştüğü Merkel’e “AB Liderler Zirvesi bildirisinin, ilişkilerdeki sorunları aşmayı sağlayacak, diyalog ve iş birliğine zemin hazırlayacak unsurlardan yoksun olduğunu” söylediği kaydedildi.

Maraş’ın açılması

KKTC’de beş gün sonra düzenlenecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olan Başbakan Tatar, patlayan Kıbrıs su hattı borularının tamiratı vesilesiyle 6 Ekim 2020’de Beştepe’de düzenlenen törende Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ortak basın toplantısında, BM kararıyla kapalı tutulan Maraş’ın sahil bölümünün halka açılacağını duyurdu.

Maraş’ın açılması kararının Kıbrıs’ta ve AB’deki yankıları ise oldukça dramatik oldu. Kuzey Kıbrıs’ta hükümet ortağı Halkın Partisi (HP) Genel Başkanı Yenal Senin, Parti Meclisi toplantısı sonrası basına yaptığı açıklamada HP’nin hükümetten çekildiğini duyurdu. Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Akıncı ise Maraş kararının kendisinden saklandığını, yapılanların “yüz karası” olduğunu ve  1974’ten beri kapalı olan Maraş’ın halka açılması kararının 11 Ekim’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde dengeleri değiştirmeyi amaçlayan bir “seçim malzemesi” olduğunu belirtti.

AB’den Kapalı Maraş’ın açılma kararına eleştiri geldi. Brüksel, Türkiye’yi Kuzey Kıbrıs Türkleri ile AB üyesi Kıbrıs arasındaki gerginliği körüklemekle suçladı. Rusya Dışişleri Bakanlığı, “KKTC’nin Maraş sahillerini açma planından ciddi endişe duyuyoruz” açıklaması yaptı. Açıklamada karar, “kabul edilemez” olarak nitelendi.

S-400’lerin test edilmesi

Bu dönemde gerilimi yükselten bir diğer gelişme ise S-400 hava savunma sistemlerinin test edileceğinin açıklanması idi. Rusya’dan satın alınan ve geçtiğimiz sene teslimatı tamamlanan, ancak ABD ve NATO’dan gelen tepkiler nedeniyle tam olarak devreye alınmayan S-400 Uzun Menzili Hava Savunma Füze Sistemi test amacıyla Sinop’a götürüldü. Türk Hava Kuvvetleri, 5-16 Ekim 2020 tarihleri arasında S-400 bataryası ile bir dizi atışlı test icra edeceğini duyurdu.

Amerikan yönetimi, Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak aldığı Rus yapımı S-400 sistemlerini test edeceği yönündeki haberlere tepki gösterdi. Açıklamada, “S-400 anlaşmasının ilişkilerin önünde büyük engel teşkil ettiğini, yaptırımlara yol açma riski taşıdığını en üst düzeylerde vurgulamaya devam ediyoruz” denildi.

Dış politika alanında tüm bu gelişmeler değerlendirildiğinde Türkiye’nin saldırgan ve yayılmacı dış politikası ile ve AB ve ABD ile gerilimi arttırmaya devam ettiğini görebiliyoruz. Türk dış politikasının genel gidişine bakıldığında sürekli olarak hakimiyet alanları kurmaya çalışan ve hidrokarbon yatakları olan bölgelerde alan tutmaya çalışan, alt-emperyal güç olma sevdasına kapılmış ancak bunu tam olarak beceremeyen bir ülke görünümü sergiliyor.

ABD’nin hegemonyasının gerilemesi ile bunun Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve Kafkaslar’da yarattığı boşluğu doldurmaya çabalayan, ancak bu sevdasında sürekli Rusya’nın çizdiği sınırlara toslayan, kendisini ABD ve AB’ye karşı Rusya’yı bu bölgelerde dengelemeye çalışan bir güç olarak lanse eden, ancak yine de ABD ve AB’nin tepkisi ve yaptırımları ile başa çıkamayacağını her hamlesinde gören bir ülkenin açmazlarını yaşıyor.

Türkiye’nin bu dış politika tarzındaki en önemli kısıt, kırılgan ekonomik yapısı. Hakimiyet kurmaya çalıştığı alanlar (Libya, Suriye, Doğu Akdeniz, Kafkaslar) hidrokarbon yataklarından devşirilecek belli ekonomik çıkarlar elde edebilmeyi umduğu bölgeler, ancak bu ekonomik çıkarlar uğruna yaptığı askeri harcamaların ve göze aldığı kayıpların (yaptırımlar, boykotlar, vs.) çok kısa bir vadede dönüşü olması lazım ki cari açık ve bütçe açıkları ile kırılganlaşan ekonomik yapısı bu yayılmacı ve saldırgan dış politikayı devam ettirebilmesine olanak sağlasın. Türkiye göz diktiği bölgelerde belli askeri ve siyasi kazanımlar elde etmiş olsa da yatırımlarına kısa vadede böylesi bir geri dönüş elde etmesi mümkün görünmüyor.