Adam (Öğrencilik Yıllarımdan Anılar)[1]

ZabelYesayan

Çev.:MeltemKeniş

RonayBakan

Atrushan’a[2]

“Dehşet yüce ve şehvetli bir haz içerir.” diyordu arkadaşım, Atrushan’ın Masis’te[3] yazdığı harika bir kısmı göstererek. “İnsanın tüm duygularını uyandıran ve genellikle kısa süren bu tarifi imkansız, ürkütücü ve çarpıcı hissin ne olduğunu bilemiyorum ama geride kalan anılar daima insanın ruhunu titretecek cinste oluyor.”

Arkadaşımın söylediklerini bir süre tartıştık. En yoğun duyguolan–dehşet,- çekici ve çarpıcı olabilir. Evet, bu konuda hemfikirdik. Fakat dehşetin içerisinde en ufak bir haz bulunduğuna dair fikrikabul edemezdim.  Ne demek istediğimi anlatabilmek için arkadaşıma başımdan geçen bir olaydan bahsettim. Bu olay öğrencilik yıllarımdan kalan hiç unutmadığım bir anıdır.

Paris’teki ikinci yılımın başıydı. Arago Bulvarı altıncı katta, avluya bakan küçük bir odada yaşıyordum.  Ufak kare bir avluydu burası; altıncı kattan baktığımda zemininihiç göremediğim kapalı bir kutu gibiydi. Avluya bakan ufak pencerelerden dışarıya günde iki defa kötü hazırlanmış, mide bulandırıcı yemek kokuları yayılırdı ki o koku tüm gün geçmezdi.Pencereden yukarıya baktığımda tek görebildiğim biraz gökyüzü olurdu ve bu görüntü de genellikle yakınlardaki fabrikaların siyah ve zehirli dumanıyla ya da kasvetli ve nemli bir sisle kapanırdı. Ne zaman masmavi bir gökyüzü görsem (ki bu istisnai bir durum) ruhum çocuksu bir sevinçle dolardı; öyle ki mavi ışık saçan bir gökyüzü insanı fazlasıyla mutlu etmek için yeter de artardı bile.

Bazen iç avlunun derinliklerinden, gezgin bir şarkıcının sesi yağ kokusu ve dört duvarı kaplayan yağlı taneciklerle yukarıya doğru döne döne çıkardı. O zamanlar ben de çalışmamı bırakır pencerenin önünde hayaller kurardım… Hayaller kurardım… Eğer şarkıcı boğucu ve ağlatan şarkısını çalarsa, ruhum benzersiz bir hüzün ve hasretle dolardı. Ve ben o güneşsiz ve melankolik odamda ağlama hissine kapılırdım.

Acı ve kederle ümitsizliğe düştüğüm zamanlarda, endişelerim üzerine düşünmek ve bunun üstesinden gelmek için –tamamen- yalnız olduğum, bu soğuk ve mutsuz odada, geceleri pencereden baktığımda kendimi büyük ve karanlık bir uçurumun kenarında hissederdim. Yaşadığım yurdun ilk beş katında işçi aileleri yaşardı ama altıncı katın küçük odaları yabancı kadın öğrencilere ya da başka bir deyişle altı kat çıkma işkencesinden muzdarip sarışın kızlara kiralanırdı. Kızların suratları hüzünlü ve kansızdı. Yine de gözlerinde sakin ve sarsılmaz bir dinçlik ve azim parıltısı vardı. Birbirimize gülümserdik, hatta bazen selamlaşırdık, ama yine de hiçbiriyle bir arkadaşlık ilişkisi geliştirmemiştim.

Gece olunca, birbirlerinin odalarında toplandıklarında, yalnız başıma nostalji yapıp onların yabancı şarkılarını ya da mandolinin naif ve duygusal titreşimini dinlerdim, ister inanın ister inanmayın, o saatlerde, tüm gücüm, katı kararlılığım ve yılmamak için inatçılığım kar gibi erirdi. Ve ruhumda ümitsizliğin soğukluğunu hissederdim. Ah, o mandolinin kesik kesikve hafifsesi… Anlaşılan mandolinin cesaret kırıcı bu sesi daima kulaklarımda çınlayacak ve bana Arago Bulvarı’ndaki hüzünlü odamdaki çaresiz zamanlarımı hatırlatacak.

Artan bir ümitsizlik ve karamsarlık beni içine çekerdi; hemşerilerimin hiçbiri gelip kapımı çalmazdı. Bu durumum bazen günler, hatta haftalar sürerdi ve anadilimde tek kelime dahi edemezdim. (Bu yüzden zamanla Ermenice düşünme yetimi kaybettim.)Yabancılar arasında birkaç eş dost edinmiştim. Hemen hepsi genellikle sınavlarla uğraşan çok yoğun, özellikle de az sonra anlatacağım olay sırasında yoğun olan, öğrencilerdi. Böylecemutlak bir yalnızlık içindeydim ve ders saatlerimden sonra kendimi Edgar Allan Poe okumaya kapatırırdım.  Poe ve Baudelaire’i her şeyden daha çok okurdum ve zamanla bu yazarların kitapları benim başucu kitaplarım haline geldi.[4]Uykuya dalmadan önce, ,Les Fleurs du Mal’den [Kötülük Çiçekleri] bir soneyi, telaşsız bir şekilde ezberden okumaya ve her kelimesini düzgünce telaffuz etmeye çabalardım venihayet sarhoş edici bir içkinin etkisindeymiş gibi olurdum! Tüm bunları detaylıca anlatmamın nedeni, bir sabah odamda otururken arkadaşım Bayan Zavatska, oldukça solgun ve dehşet içinde, içeriye girdiğinde nasıl bir ruh halinde olduğumu aktarmak istememdir.

“Ah!  Bilemezsin! Başıma ne tuhaf bir şey geldi bilemezsin! Artık bu binada kalmam imkansız. İmkansız! Bir gece korku ve dehşet içinde öleceğim…”

(Neredeyse hıçkırarak) söylediği onca anlamsız söz arasından net bir şekilde anladığım sadece şu sözleri oldu: “Dehşet verici, korkunç bir şey.”

Bayan Zavatska hoş birgenç kızdı; o da benim gibi edebiyat öğrencisiydi. Onunla Deschanel’in sınıfında tanışmıştım. Sarışın ve çok narin bir kızdı. Zavatska göğüs hastalığından muzdaripti ve sayılı günleri kalmıştı. Durumunun kendisi de farkındaydı ve ben gençliğinin bu sayılı günlerini neden Paris’in bu zavallı öğrenci bölgesinde harcadığını bir türlü anlayamazdım.  Yoksunluk ve acıyla dolu hayat koşulları onun ürkek, düşkuran ve hassas ruhunun derinlerinde gizlenmiş acıtatlı hazzı tamamen yok etmiş olmalıydı.

 

Öyle ki, Zavatska hikayesini anlatmaya başladı: “Geçtiğimiz gece kapım çaldı. İrkilerek uyandım ve seslendim: ‘Kim o?’ Cevap yok. Herhalde rüya gördüm ve onu gerçek sandım, dedim kendime. ‘Hem bu saatte kim olabilirdi ki?’ Bir süre uyanık kaldım ve emin olmak için dikkatlice dinledim. Hiç ses yoktu. Uykuya daldım. Bir süre sonra yine irkilerek uyandım. Yine kapı çalıyordu! Bu sefer kalbim çarparak dinledim: Broca hastanesinin üç kere çalan çanını duydum; saat üç olmuştu![5] Alnımdan soğuk terler akıyordu, felaket ya da tehlikenin yakın olduğu hissiyle dolmuştum…’Orada kimse yok, rüyamda görmüşümdür’ diye düşünüp tam kendimi ikna edecekken… kapımın güçlü bir şekilde üç kere çalındığını duydum. Etrafımdaki her şey sessizdi; şehir boşaltılmış gibi hissediyordum. Kalbim öyle şiddetli çarpıyordu ki az önce [kapıdan] duyduğum seslerin kalbimden geldiğini sandım… Fakat, hayır! Kapım daha güçlü şekilde üç kere çalındığında şüpheye yer kalmadığını anladım. Tam o anda birinin soluduğunu duydum. Rahatsız edici, belirsiz, hain bir soluma… Ne yapmalıyım? Odam zifiri karanlık olsa da fal taşı gibi açılmış gözlerim mobilyaların ana hatlarını ayırt edebiliyordu.O esnada kapımın arkasında biri olduğunu görür gibi oldum. Bir süre endişe ve dehşet içinde kalakaldım. Sonra soluma sesleri uzaklaştı ve yalın ayak,sanki sadece çorap giymiş birinin dikkatlice yürüdüğünü işittim. Sabaha kadar uyuyamadım, şafak vaktinde…”

“Hadi ama Zavatska,” diyerek sözünü kestim. “Çocuk gibi korkmuşsun. Seni daha önce görmüş ve apartmanda yaşayanişçilerden biri zanneden aklı havada bir komşu olmalı; bir kereliğine denemek istemiştir…”

“Hava tekrar aydınlanınca ve binadaki herkesin uyandığını duyunca ben de aynen senin gibi düşündüm. Gece olanlarla ilgili tekrar düşününce somut bir kanıt olmadığını gördüm. Olanların sadece hayal gücümün bir eseri olduğunu ve hatta bu soyut şeyleri başkalarına anlatmanın saçma olacağını düşündüm. Ama korku peşimi bırakmadı ve ertesi gece uyumakta güçlük çektim.”

“Broca hastanesi gece yarısını haber veriyordu ve uyandığımda tüm duyularım açılmıştı (nedensiz olduğuna eminim); karmaşık sesler duyuyor ve ışık saçan, biran da kaybolup beliren şekiller görüyor gibiydim. Ve sonra birden, nereden geldiğini bilmediğim yine aynı sessiz ve yumuşak ayak sesleri odama yaklaşıyordu… Evet… Kesinlikle aynı sesti; hiç şüphesiz aynı belirsiz, hain soluktu. Bir çukura eğilmiş bakıyor gibiydim; sanki rüyada hissettiğimiz o garip duyguya benziyordu. Beni hiçliğe sürüklüyordu. Zaman kavramıyla birlikte öz savunma içgüdümü de yitirdim. Ta ki o kapıya vurma sesi beni kendime getirene kadar.”

 “’Kim o?’ diye bağırdım bilinçsizce.”

“’Matmazel,’ diye kekeledi kapının ardındaki ses, ‘Bana birkaç kibrit verebilir misiniz rica etsem? Tamamen karanlıkta kaldım.’ “

“’Bende yok,’ dedim ani sert bir ses tonuyla.”

“’Matmazel, ben sizin komşunuzum. Eğer varsa lütfen verin, çünkü satın almayı unutmuşum ve…’”

“Ah…! Dışarıdaki insanın açmaya çalıştığı, sürgülediğim kapı kilidinin sesiydi… fakat o hain, suçlu (Kim bilir kimdi?) sonunda bir şekilde sürgüyü açabilmişti! Yatağımda bir ceset kadar soğuk ve hareketsiz kalakalmıştım; kol ve bacaklarım gerilmişti. Ayağa kalkmak; giysilerimi giymek; pencereyi açmak ve yardım için bağırmak istiyordum. Fakat hiçbir şey yapamadım. Tüm bu dürtüler sadece aklımdan geçti; sonra iradem üzerinde hiçbir etki bırakmadan aklımdan çıkıverdiler.”

“O halde ne kadar kaldım bilemiyorum, vebu süre boyunca kapıyı açmaya yönelikçok sayıda girişim oldu. Ancak sonunda rahatsız edici soluma uzaklaşıp ayak sesleri yakınlardaki bir avluda kayboldu.”

“Sabah, gün aydınlanır aydınlanmaz, apartman görevlisinin yanına indim ve şikayetimi dile getirdim.”

“’Tüm komşularınız iyi insanlar. Böyle bir şey yaşanmış olamaz’ dedi görevli. Ne yaşandığını kendisine detaylarıyla tekrar anlattım, mutlak gerçeği… Ama adam ısrarla başını salladı…”

“Bu imkansız, Matmazel, kimse gelip sizi rahatsız etmiş olamaz.’”

“’Ama…”

“Bu noktada görevlinin karısı da ona destek çıktı. Hikâyeyi yeniden anlatmam gerekiyordu ama sanki anlattığım komik bir şeymiş gibi ikisi de gülmeye başladı.”

“’Ne garip bir kız… İşitme duyunuz size küçük bir oyun oynamış; bu binadaki kim gecenin üçünde sizden kibrit istemeye gelir ki?’ Ve sonra tek tek komşularımın isimlerini sayıp hepsinin ne kadar dürüst insanlar olduklarını söylediler. Saydıkları insanların hiçbirini tanımıyordum.”

“’Pekala’, dedim kendi kendime binayı terk edip kendimi açık havada bulduğumda, ‘Tuhaf sinirsel rahatsızlıkların belirtisi olduğu bir hastalığa yakalanmış olabilirim; ama, sevgili Tanrım, her şey çok açıktı…’ Beni tedavi eden doktoru görmek istedim fakat kendisini bulamadım. Geçen gece gönülsüzce odama girdim, ama neyse ki Bayan S. uğradı ve gece yarısına kadar birlikte oturduk. Ona hiçbir şeyden söz etmedim, fakat o ayrıldıktan sonra sürgüyü çekip kapının sıkıca kapandığından emin oldum. Sonrasında olabildiğince derin uyuyabilmek için epeyce rom içtim ve uzanır uzanmaz uykuya daldım.”

“Tekrardan…! Ah! Şüpheyeyer yoktu; kapımda birisi vardı, çünkü kapı eşiği boyunca bir ışık hattını açıkça görebiliyordum. Aralık git gide genişliyordu. Adam kapının kilidini açmaya çalışıyordu. Bu bir rüya değildi, gerçekten oluyordu. Adamın kullandığı aletlerin çıkardığı kısık ve dikkatli sesi duyabiliyordum. Özellikle törpünün kazıma sesi –zayıf ve sürekli bir ses… ve sonra!” Zavatska’nın suratının rengi tamamen attı, “Kapı açıldı, hiçbir ışık yoktu. Fakat cereyan yapar veya soluklanır gibi nemli bir hava şiddetle esti, vahşi bir yaratığın boğuk sesli soluğu yatağıma dikkatlice ve sessizce yaklaştı.”

“Sabah, kendimi yerde uzanmış bir şekilde buldum… Saatlerdir bilinçsizmişim. Bütün bedenim ağrıyordu ve kollarım ve bacaklarım bir cesedin kolları ve bacakları gibi kaskatıydı… Olanları hatırlar hatırlamaz, dehşet içinde ayağa  kalktım ve nasıl giyindim bilmiyorum, panikle bütün kıyafetlerimi ve yatak örtülerimi etrafa savurdum…”

“Kapım her zamanki gibi kapalıydı, sürgü çekilmişti. Bu nasıl mümkün olur bilemiyorum! Doğruca sana geldim. Şimdi anlıyorsundur, geceyi orada geçiremem, bu imkansız. İmkansız!”

Feci bir şekilde titreyen Zavatska bir çocuk gibi ağlamaya başladı.

Bir süreliğine düşüncelere daldım. Zavallı kızın dediklerine kolayca inanmamı sağlayan gerçek bir korku Zavatska’nın tüm varlığını sarmıştı. Fakat hikayesindekibir detay şüphelenmeme yol açtı.

“Sabah odadaki her şey düzenli miydi? Herhangi bir şey dağılmış mıydı, raflar ya da başka bir şey?”

“Hayır, benim dışımdaki her şey yerindeydi. Kendimi yatak örtülerimle birlikte yerde buldum.”

“Ve ölü sürgünün içerden kilitli olduğunu söylüyorsun.”

“Evet. Kapıyı açmadan önce kontrol ettim ve epey şaşırdım.”

“Biliyorsun Zavatska,” dedim buz gibi ellerini tutarak, “Bana öyle geliyor ki birkaç gece tekrar eden bir halüsinasyon gördün…”[6]

“Ah hayır! Hayır! Benimle apartman görevlisi gibi konuşmamalısın. Beni anlamış olman gerekirdi…”

“Pekala! Bu gece gelip sende kalmamı ister misin?”

Biraz tereddüt ettikten sonra, Zavatska teklifimi kabul etti.

Doğal olarak cesaretime güvenmiyordum, fakat Zavatska’nın yaşadığı şeyin endişe nöbeti olduğuna ikna olmuştum. Üstelik, o zamana dek korku ruhuma adım atmamıştı, ve korkunun istila eden, yok eden etkisine-dehşete maruz kaldığım bir an olmamıştı.

Ama, yine de, Zavatska’ya olanlar hakkında düşündüm ve “Ya doğruysa?” sorusu zehirli bir iğne gibi sürekli rahatsız etti.

Akşam beraber yemek yedik ve bir tur attıktan sonra Zavatska’nın odasına döndük. İspirto ocağının üzerindeki çayın suyu tıslamaya başladığında her şeyi unutmuş gibi gözüküyorduk ve birbirimize doğduğumuz yerler hakkında tatlı ve mis kokulu anılarımızı anlatıyorduk. Benimki parlak ve yaldızlı  güneş ışıklarıyla doluydu, onunki tatlı ve bir melodi gibi yumuşaktı. Ülkelerimizin birbirine uzaklığına ve bizim birbirimize yabancılığımıza rağmen o anlarda birbirimize iki kızkardeş kadar yakın hissettik. Sözcüklerimizde ve jestlerimizde karşılıklı bir sevgi vardı.

Zavallı Zavatska, arada o akşamı hatırlıyor musun acaba, yoksa doktorun tahminleri doğru çıktı ve sarışın ve hassas kafandan, berrak ve saf gözlerindengeriye hiçbir şey kalmadı mı…?

Yatma zamanı geldiğinde, Zavatska’nın spesifik bir şekilde “Adam” diye izah ettiği kabusu tamamen unutmuştuk. Hatta bunun hakkında şakalaşmaya başlamıştık:

“Şimdi yatağa giriyoruz ve Adam’ı bekliyoruz.”

“Seni görmüş olmalı ve bu akşam gelmeyecek, göreceksin…”

“Peki, iltifatın için teşekkür ederim Zavatska! Ben Adam’ı korkutup kaçıracak ürkünç bir bostan korkuluğu gibi miyim?”

“Ah hayır, onu demek istemedim canım!”

Sonra Zavatska uyumam için, neredeyse zorla yarım cep şişesi romu içmemi sağladı ve geri kalanı da kendi içti.

“Çok sarhoşum,” dedim ona, “o kadar ki ‘adam’ bana görünürse şaşırmam. Sen de bu konuda dikkatli olmalısın.”

Doğruyu söylüyordum: oda puro dumanıyla dolmuştu, ve yarım cep şişesi romu neredeyse zorla kafaya diktiğimde, etrafımdaki her şeyin dans ışıkları içinde döndüğünü düşündüm.

Zavatska’nın yatağına bakan bir kanepeye uzandım ve ışıkları kapattıktan sonra konuşmaya devam ettik ve Zavatska’yı uyarıcı içkilere karşı uyardığım için, beni ikna etmeye çalışıyordu:

“Görmüyor musun, rom zararsız bir içki ve yoksul öğrenciler için bir yardımcı! Bu doğru, rom olmasaydı bu kadar uzun süre tutunamayabilirdim…”

Ardından derin ve ağır bir uyku göz kapaklarımı kapadı…

Birdenbire uyandım ve kanepenin üstüne oturdum…

“Bu ne?” demek üzereydim ki dilimin ağzımın içinde ağırlaştığını hissetim ve sessizce yastığıma geri çekildim. Zavatska huzurlu bir şekilde uyuyordu. “Neden uyandım?” diye kendi kendime düşündüm. Oda derin bir karanlık içindeydi. Kapı yönündeki, ilk başta titreşen daha sonra sabitleşen uzun ışık çizgisini fark ettiğimde tıpkı kör bir insan gibi beyhude bir şekilde açık gözlerle etrafıma dikkatlice bakmaya çalışıyordum. Ve bir törpünün çelik üzerindeki ince ama sürekli gıcırtısını duydum…

Birdenbire Zavatska’nın bana söylediklerinin doğru olabilme ihtimali beni benzersiz bir kaygıyla doldurdu. Öyle ki inanılmaz yüksek bir sıcaklıkta buharlaşacağımı düşündüm, ve bu hissi hemen soğuk ve ürperti veren omurgamdan aşağı inen bir ter izledi.

Gerçekten de şehir terk edilmişçesine sessizdi. Yalnızca bir at arabasının gümbürtüsüuzaktan yankılanıyordu. Ve kapımızda, Adam –bu kez gerçek ve korkunç bir şekilde- törpüsünü çeliğin üzerinde gıcırdatıyordu. Zavatska hala benim orada olmamın rahatlığıyla uyuyordu. Bir hamle yapıp onu uyandırmaya cesaret edemedim ve gitgide artan ve beni aptallaştıran korkumu paylaşmasını sağlayamadım.

Yavaşça, Adam’ın kalın ve boğuk soluk alıp verişi metal sesleriyle işitilebilir bir şekilde senkronizeleştiğinde kapı gıcırdamaya –evet, belirgin bir şekilde- başladı.

Sonrasında gıcırtı durdu. Fal taşı gibi açılan gözlerimi kapıya sabitledim: ışık titreşti, ardından söndü. Ve sonra… Ah! Kanımı dondurmuşa benzeyen yüce korkuyu ifade etmek hiç mümkün olabilir mi? Kapı açıldı ve odanın karanlığı içinde odadan daha karanlık ve ilerleyen bir silüet durdu. Nemli ve soğuk bir esinti yarı açık kapıdan içeri girdi ve alnımdaki teri dondurdu. Bulanık ve şekilsiz bir yığın gibi sessizce ilerleyen siyah silüete hareketsiz bir ceset gibigözümü diktim. Nezlesi ve berbat soluğu dışında, ben bile onun ılıklığını donmuş suratımda hisseder gibiydim, insani hiçbir yanı yoktu.

Ölüm sancısı gibiydi, korkudan öleceğimi hissettim. Ve dehşet içindeki varlığımda yankılanan güçlü kalp atışlarım olmasaydı her şeyin çoktan bittiğine inanacaktımneredeyse!

Adam ilerliyordu ve dakikalar geçtikçe, gözleriminkoşulsuz bir arzuyla görmek istemesinden kaynaklı parıldadığını ve Adam’ın gözlerimden yansıyan ışığı muhtemelen görebildiğini düşünene dek gözlerimidaha şiddetli bir kederle açmaya devam ettim.Gözlerimi kapattığımda, ılık gözkapaklarımın altında göz bebeklerimin de donduğunu hissetim… Kaç dakika, kaç saat sürdü bütün bunlar? Hatırlamıyorum. Ama gözlerimi açtığımda, donuk ve kederli şafak sisli karanlığını nesnelerin üzerinde döküyordu ve Adam odada değildi. Zavatska hala uyuyordu. Biraz sonra, merdivenlerdeki ayak sesleri beni tamamen rahatlattı. Kalkmaya çalıştım ama beceremedim ve tükenmiştim. Yorgun başımı yastığa koydum.

Zavastka uyandığında şaka yapmaya çalıştı:

“Sana bu akşam Adam’ın…?”

Bana doğru dönerken Zavatska birden kalkıp kaygıyla sordu:

“Ne oldu? Sorun ne? Neden bu kadar solgunsun? Söyle bana!”

Kendimi aynada gördüm –hayalet gibi beyazdım; dişlerim gıcırdıyordu ve gözlerimin etrafında derin siyah halkalar vardı…

“Zavatska, bu binada kalmamalısın. Söylediklerin doğruymuş!”

Bu olaydan sonra, Zavatska aylarca hastanede kalmak zorunda kaldı. Zavatska endişe nöbetlerinden ve sık sık yaşadığı halüsinasyonlardan muzdaripti. Adam, Zavatska’nın endişe nöbetleri sırasında birçok kez ortaya çıktı. Ben de uzun süre hastalandım ve gerçeği söylemek gerekirse hala Adam’ın gerçek mi olduğunu yoksa bende Zavatska’nın kabuslarının büyüsüne mi kapıldım bilmiyorum.

[1] Bu öykü, Shushan Avagyan ve Chaghig Chahinian tarafından Ermenice’den İngilizce’ye çevrilmiştir. Türkçesi ise BÜ’de Kadın Gündemi’nin 28. sayısında yayınlanmıştır.

[2] Atrushan, yazar, editör ve aynı zamanda edebiyat eleştirmeni olan, Venedik San Lazzaro’daki Katolik Ermeni cemaati Mıkhitarists’in bir üyesi, Peder Simon Yeremiyan’ın (1895-1936) mahlasıdır.

[3] İstanbul’da 1852-1908 yılları arasında basılan Ermenice edebiyat dergisi.

[4] Victoria Rowe Ermeni Kadın Yazınının Tarihi:1880-1922 adlı kitabında Yesayan’ın Poe’yu Baudelaire’in Fransızca çevirisinden okuduğunu belirtir.

[5] Hôpital Broca, Paris’in 13ème arrondissement’ında [13. bölgesinde] bulunan hastane.

[6] Orijinal metinde, Zabel Yesayan Fransızca bir sözcük olan ilüzyonu [illusion] kullanmıştır.