Sayın Alper Görmüş, sizin Nokta dergisinde yayımladığınız darbe günlüklerinde, askeriyenin sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ile ilişki geliştirmesinin ve bir darbe doğrultusunda toplumsal kesimlerin aktif desteğini kazanmasının öneminden bahsediliyordu. İzleyen yıllarda gerçekten de bazı STK’ların “ülkenin bölünmemesi” ve “laik kalması” fikirleri etrafından bir hayli seferber olduğuna, yüz binlerce kişinin katıldığı Cumhuriyet mitingleri düzenlendiğine tanık olduk. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde pek alışık olmadığımız ve klasik milliyetçi söylemden bazı yönleri itibariyle farklılaşan bir “ulusalcı ideoloji” medyada sıkça ifade edilmeye başlandı. Bu “ideoloji”nin temel karakteristikleri, Kürt sorunu ve laiklik meseleleri hakkındaki önermeleri nelerdir?

Yalnızca Darbe Günlükleri’nde değil, ondan bir hafta sonra, Nokta dergisinin 5 Nisan 2007 tarihli kapağında da vardı aynı vurgu. Nokta’nın o sayısında, Genelkurmay Başkanlığı’na sunulmak üzere hazırlanmış (belki de sunulmuş) bir “Sivil Toplum Kuruluşlarıyla İşbirliği Planı”nın belgesini yayımlamıştık. O sayının piyasaya çıktığı günden dokuz gün sonra, 14 Nisan 2004’te Tandoğan’da ilk “Cumhuriyet mitingi” yapılacaktı. Ben, “Dost  STK’lar” kapağını sunarken, gerek Günlükler’de sizin işaret ettiğiniz hususa, gerekse de bu belgeye dayanarak, başlığı aynen şöyle olan bir  analiz kaleme almıştım: “Günlükler’i okuduktan sonra günümüzdeki kitlesel eylemlerin ‘sivil’liğine inanmak çok zor…”

Çünkü Günlükler’de, klasik tipte bir darbe olarak hazırlanan “Sarıkız”ın başarılı olma ihtimalinin bulunmadığı tespiti yapılıp bundan vazgeçilmesinden sonra yeni tipte bir müdahale konseptinin hazırlanıp gündeme konulduğu  gayet net bir şekilde görülüyordu. Yeni konsept, siyasete müdahalenin devlet içindeki “sivil” kuvvetler ile (yargı ve üniversiteler), toplum içindeki “sivil” kuvvetlere (STK’lar ve bilhassa da sendikalar) dayandırılması temelinde oluşturulmuştu. Şöyle diyordum o analizde:

“Doğrudan bir darbe tehlikesi içinde değiliz bugün, fakat 14-15 Nisan’daki Anıtkabir’e yürüyüş dahil, örgütlenen kitlesel sivil hareketlerin tümüyle ‘sivil’ olduğunu düşünmek de saflık olacaktır. Şöyle diyebiliriz: Siyasete müdahale ‘sivil’ güçler kullanılarak ve böylece görünürde meşruiyet alanı içinde kalınarak gerçekleştirilecektir önümüzdeki dönemde. Tam bu noktada, bu ‘güç’lerin en ön saflarında, eski Jandarma Genel Komutanı, şimdiki Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Şener Eruygur’un bulunduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.”
Geçen bir yılda, yeni konseptin yeni aktörlerinin şöyle ya da böyle devrede olduğunu gördük hep birlikte. 

Dediğiniz gibi, “klasik milliyetçilik”ten farklı bir ideolojisi vardı bu yeni konseptin. Türkiye’deki klasik milliyetçilik (Ülkücülük ve MHP) devletten giderek uzaklaşırken, ulusalcılık, tam tersine toplumla devletin kaderini birleştirme gayretine girmişti. Ben, hiçbir komplekse kapılmaksızın şöyle düşünüyorum: Günümüzde “ulusalcılık”, klasik MHP milliyetçiliğinden çok daha fazla faşizan bir öz taşımaktadır.

Bu ideoloji, gerek Kürt meselesinin, gerekse de laiklik meselesinin bu ülkenin yurttaşlarının sorunu olmaktan çok “dış güçler”ce kışkırtılmış sunî meseleler  olduğunu va’zediyor. Bu güçler tarafından “kandırılmış” Kürtlere ve laiklikle sorunu olan kesimlere iki yoldan biri öneriliyor: Kandırılmış olmanın bilincine varıp pişman olmak ya da milletin ete-kemiğe bürünmüş şekli olan devlet tarafından cezalandırılmak…

Ulusalcı ideolojinin ülke içi meselelerin ötesinde, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinin doğrultusuna da itirazları var. Örneğin Avrupa Birliği’nin (AB) sık sık kültürel haklar, azınlık hakları gibi taleplerle Türk insanını rencide ettiği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurarak Türkiye’yi de bölme planları yaptığı iddia ediliyor. Yakından bakıldığında olgusal temeli bir hayli zayıf olan bu “ulusalcı propaganda” zaman zaman medya kampanyaları biçimini de alabiliyor. Örneğin bir yerlerden, Türkiye’nin doğusunda bir Kürt devletini gösteren bir harita bulunuyor ve eşzamanlı olarak büyük medya organları “propaganda kampanyaları” başlatıyorlar. Ana-akım medyada böyle kampanyaların  sistematik ve eşzamanlı şekilde yürütülmesi hangi mekanizmalarla mümkün oluyor?

Şöyle düşünmek, meseleyi fazlaca karikatürize etmek olur: İşte, gazetelerde bu ideoloji mensuplarının güçlü temsilcileri var, bunlar zaman zaman bir araya gelip propagandanın sistemli bir biçimde yürütülmesini sağlıyorlar…

Önermenin birinci kısmı doğru: Yani, büyük medyada gerçekten de bu ideoloji mensuplarının güçlü temsilcileri var. Büyük basın gazetelerinde çok daha geniş bir kesimi ise bu ideolojiden şöyle ya da böyle etkilenen gazeteciler oluşturuyor. Bu kadrolar, bir yerlerde “milli” sıfatlı meselelere ya da “milli sembol”lere ilişkin bir hassasiyet oluştuğunda, onu adeta kartopu gibi büyütme yeteneğine ve gücüne sahipler.

Bu arada şu iki noktayı da unutmamak lazım…
Birincisi, bu tavrın toplumda ciddi bir alıcısı olmasa ve satışa tahvil edilemese, büyük medyada ulusalcı ideolojiye bu ölçüde kulak kabartılmaz…

İkincisi, toplumdaki ulusalcı eğilimler bir yandan büyük basını etkilerken, öte yandan oradaki ulusalcı propagandadan da etkileniyorlar. Kartopu metaforunu iki taraflı bir süreç olarak düşünmek lazım…   

Ulusalcı örgütlenmeler kendi medyasını oluşturmakta – halihazırda irili ufaklı birçok TV kanalları ve birkaç adet günlük gazeteleri  var – devletten açık veya örtülü destek alıyorlar mı? Bu konuda  kamuoyunu aydınlatabilecek hangi bilgilere sahipsiniz?

Böyle bir desteğin varlığına işaret edebilecek hiçbir veri yok elimizde. Ama “devlet” yerine “devlet ideolojisi” derseniz, durum değişir. Çünkü “devlet ideolojisi”ni tevarüs eden birtakım sivil kurumların (bazı sendikalar, bazı siyasi partiler) bu türden televizyonlara ve yayın organlarına maddi destek verdiğini biliyoruz.

Yine 2004-2005 yılları sonrasında, özellikle 2005’te Mersin’deki Newroz’da yaşandığı iddia edilen bayrak olayından sonra Türk-olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yönelik resmi milliyetçi söylemin sertleştiğini gördük. Örneğin “bayrak olayı”nın ardından Genelkurmay Başkanlığı göstericilerden “özde değil sözde vatandaşlar” diye söz etti. 2007’deki Dağlıca saldırısının ardından yapılan “bayrak” ve “terörü lanetleme” mitingleri ülkemizde Kürtlerin can ve mal güvenliğini tehdit eder boyutlara ulaştı. “Ulusalcı güçler”, Türkiye’de halklar arasında kutuplaşma oluşmasından nasıl bir fayda bekliyorlar? Olayların kontrolden çıkması ve gerçek bir etnik çatışmaya dönüşmesi bu kesimleri endişelendirmiyor mu?

Tabii ki endişelendirmiyor, tam tersine bütün yatırım bunun üzerine kuruluyor. Ben uzun zamandır, bu kesimin psikolojisini, “Ülkeyi işgal eden düşmana ve düşmanla işbirliği eden güçlere karşı mücadele” tespitinin oluşturduğunu düşünüyorum. Bu kesimler, o nedenle mevcut iktidara karşı siyasi mücadelenin (muhalefet) doğru olmadığını düşünüyorlar. Tespit doğruysa, bu mücadele biçimi (siyasi muhalefet) gerçekten de yanlıştır. Siz düşmana ve onunla işbirliği halindeki iç güçlere karşı siyasi mücadele yürütmezsiniz, değil mi? Böyle bir durumda düşmana karşı mücadele “imha”yı amaçlamalıdır.

“İmha” ise her şeyi göze almayı zorunlu kılar. Bu amaca hizmet edecekse, ülkenin zenginliklerinin berhava olmasının, ülkenin bir iktisadi krize girmesinin falan önemi yoktur. Bazıları, bu kesimin propagandasındaki sertliğe, karamsarlığa, olumsuzluğa ve nihayet ülkeyi yönetenlerde en küçük bir olumluluk görmemesine şaşırıyor. Şaşıracak bir şey yok: Kendinizi bir an için işgal edilmiş bir ülkede (hatırlayın, ulusalcılar Kurtuluş Savaşı öncesi koşullarının aynen geçerli olduğunu savunuyorlar) direnişçi (ulusalcı) olarak düşünün. Ülkeyi işgal eden dış güçlere ve onların işbirlikçisi iktidara karşı en küçük bir sempati besler miydiniz?

Bir süredir gündemde olan “Ergenekon” operasyonu, muhalif gazetelerin yanı sıra, İslami kökenli medyada ve Taraf gazetesinde geniş şekilde ele alınıyor. Buna karşın, büyük medya ikinci Susurluk diyebileceğimiz bu çok önemli gelişmenin üzerine gitmiyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Operasyon çerçevesinde gündeme gelen olgusal kanıtların büyük medyada sistematik olarak görmezden gelinmesi nasıl mümkün olabiliyor? Büyük medyanın bu politikasını kendi iç işleyişi ve güç odaklarıyla ilişkisi açısından yorumlar mısınız?

Sizin cümlenizi kullanarak söylersem, “Operasyon çerçevesinde gündeme gelen olgusal kanıtların büyük medyada sistematik olarak görmezden gelinmesi” ancak büyük sıkıntılarla mümkün olabiliyor. Ben şahsen, oralarda çalışan çok sayıda gazetecinin yönetimleri sıkıştırdığını ve yönetimlerin giderek büyük bir baskı altına girdiğini biliyorum. Bu, bazen sayfalara da yansıyor. Mesela en son, Danıştay saldırganı Alparslan Arslan’ı Veli Küçük’le birlikte gösteren fotoğrafın gerçek olduğunun kanıtlanmasını görmezden geldiler. Fakat Hürriyet’teki en saygın gazetecilerden biri olan Enis Berberoğlu konuyu köşesine taşıdı ve Danıştay baskınıyla Ergenekon soruşturmasının artık farklı şeyler olarak görülemeyeceğini yazdı.

Ben, Susurluk’ta nispeten iyi bir sınav veren büyük medyanın Ergenekon’da paralize olmasını, bu soruşturmanın, “şeriatçı terör”ün aslında ulusalcı çeteler tarafından organize edildiğini ortaya çıkarma istidadı göstermesiyle açıklıyorum.

Danıştay saldırısında ortaya çıkan gerçeğin, önceki faili meçhul cinayetlerle ilgili olarak da ortaya çıkabileceğine dair hissedilen bir korku bu… 

İlhan Selçuk’un gözaltına alınması, akademik çevrelerin, yayıncıların vs. yanı sıra bazı medya kurumları ve gazeteciler ile Ergenekon çetesi arasında organik ilişkiler olduğu iddialarını gündeme getirdi. Bu ilişkilerin boyutu ve kapsamı hakkında neler söylemek istersiniz?

Başta Cumhuriyet gazetesi okurları olmak üzere, Türkiye’deki Atatürkçüler, Kemalistler çok şaşırdılar: Hiç öyle şey olur mu, İlhan Selçuk gibi bir “aydınlanma bilgesi” nasıl olur da bu tip “çapulcularla”  birlikte mütalaa edilebilir, falan dediler.

Ben, organik ilişki, “fikri önderlik” falan gibi konularda bir şey söyleyemem, iddianameyi bekleyip bu yöndeki delilleri görmemiz gerekir.
Fakat, İlhan Selçuk’la bu “çapulcular”ın ideolojik akrabalıkları konusunda güvenle tanıklık edebilirim. Bunu göremeyenler, Türkiye’yi hâlâ eski tip solculuk ve sağcılıkla açıklamaya çalışanlardır ki, böyle giderlerse hiçbir şeyi anlamaları mümkün olamayacak.

Son olarak, yukarıda bahsedilen merkez ya da sağ ulusalcı söylemin medyadaki temsilcisi niteliğindeki gazetelerin “sol” ucunda da ulusalcılığın has gazetesi Cumhuriyet gazetesi duruyor.  Ortalama bir Cumhuriyet okurunun profilini çıkarmak istersek, sizce nasıl bir tipolojiyle karşı  karşıya kalırız?

Kendini “aydın” sayıyor, fakat bir yandan da bunun sığ bir “aydın”lık olduğuna dair belli belirsiz bir rahatsızlık duyuyor; en sert eleştirileri “cemaatlar”a karşı yöneltiyor fakat kendisini kendi cemaatinin (CUMOK’lar) dışında rahat hissetmiyor; yüksek haklılık duygusundaki bazı gelgitler onu çok huzursuz ediyor, fakat bunları hızla zihninden uzaklaştırıyor…