14 Mayıs’ta İstanbul ODTÜ Mezunlar Derneği’nde “Bertrand Russell: Din ve Seküler Ahlak” başlıklı bir toplantı düzenledik. Bu toplantıda Neye İnanıyorum kitabını tanıtmak üzere kısa bir sunum yaptım ve kitabın açtığı belli tartışma başlıklarına değindim. Toplantının ikinci konuşmasını Haldun Gülalp laiklik kavramı ve Türkiye’de laiklik tartışmaları üzerine yaptı. Aşağıdaki yazıda 14 Mayıs’ta yaptığım sunumu kısaltarak özetliyorum. Yazıda Neye İnanıyorum üzerinden bir spekülasyona yol açmamak için öncelikle Russell’ın görüşlerini özetleyeceğim; ardından sekülerlik, ahlakilik ve ahlaki kriz hakkında uyandırdığı fikirlere değineceğim.

—————-

B. Russell Neye İnanıyorum kitabında bir “etik” teorisi ortaya koymaz; zira “etik bilgi” diye bir şey olduğuna inanmaz. Russell’a göre değerler dünyası izafidir; “gerçek veya hayali her şeye değer biçebiliriz, ve değerlendirmemizin yanlış olduğunu gösterecek hiçbir harici standart yoktur … Değeri de değer yüklü arzuları da biz yaratırız … dolayısıyla iyi yaşamı belirlemek doğaya değil bize düşer”. Russell’a göre ahlak, kendimize göre iyi yaşamı tesis etmemize yardımcı olan, onunla tutarlı, etik öncüller ve davranış kurallarıdır. Demek ki iyi yaşam tasavvuru, yani neyi arzu ettiğimiz ve nasıl yaşamak istediğimiz, etik öncüllerimizi ve davranış kurallarımızı belirler. Buna karşılık ahlakımızın, iyi yaşam tasavvurumuzla tutarlı olması beklenir.

Russell dünyevi yaşamı ve insanın yeryüzündeki esenliğini önceleyen bir iyi yaşam tasavvurundan hareket eder ve bununla tutarlı bir ahlak önerir. Bu tasavvur, insan ve doğaya dair, bilimsel gelişmelerin ilham verdiği değerlendirmelerden, aynı zamanda Russell’ın kısaca “sevgi” olarak adlandırmayı tercih ettiği, empati ve iyilikseverlik duygusundan beslenir. Russell’a göre iyi yaşam “esin kaynağı sevgi; kılavuzu bilgi olan yaşamdır”. Keza, “sevgisiz bilgi,  bilgisiz sevgi eksiktir … sakıncalıdır”. Ahlakilikte Russell sevgiyi önceler, prensip gereği sevgiyi (yaratılanı yaratandan ötürü sevmek gibi, bir otoritenin buyurduğu sevgiyi) küçümser; başkalarının iyiliğini istemek ve empati anlamında bir duygu olarak sevgiyi önemser. Bilgi ve eleştirel düşünce ise davranışlarımızın öngörülebilir sonuçlarını kestirmemize yardımcı olacağı, davranışlarımızı arzu ettiğimiz sonuçlara ulaşmakta etkin kılacağı için önemlidir.

Russell, bir taraftan kendi ahlakını tarif ederken, diğer taraftan ahlakçıları çok sert bir dille eleştirir: Hedefinde esas olarak Hristiyanlık ve milliyetçilik yer alır. Ahlakçılar adeta sevgisizlik ve nefretten mustariptir; sanki sırf nefretlerini tatmin etmek uğruna insana bu dünyada acı çektirecek ahlak kurallarını dayatmaktadırlar.

Russell’ın Seküler Ahlakı

Russell’ın, kutsal bir otoritenin himayesine sığınmayan, onun buyruklarına dayanmayan dünyevi ahlakının yararcı (utilitarian) öncüllere sahip olduğunu kabul etmek; ardından neden bunun son kertede hazcı (hedonist) bir pratik önermediğini anlamak önem taşıyor. Özellikle, ahlakın yaygın olarak dinsel ve milli değerlere referansla kurulduğu bizim gibi toplumlarda bu sorunun daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun cevabına aşağıda dönmeden önce, Russell’ın seküler ahlakını belli başlı unsurlarıyla ele alalım:

Russell’a göre insan eyleminin kaynağı arzudur. Etik öncüller arzuyu belirlemekte etkilidir, ama bunun ötesinde içgüdülerden beslenen, dürtüsel eyleme dönük arzunun varlığı yadsınamaz. İyi yaşam için arzunun tatmini esastır. Ahlak kurallarına duyulan pratik ihtiyaç arzuların (bir kişinin farklı arzularının veya farklı kişi ve grupların arzularının) çatışmasını önleme ihtiyacından kaynaklanır.

Buna göre ahlaki davranış şu unsurlara sahip olmalıdır:

1. Basiret: Karşılığında başkalarına zarar vermeksizin (belirli bir zaman diliminde) toplam tatmini /faydayı artırmak. Örneğin, içip dağıtmak ve eğlenmek yönündeki dürtüyle ertesi gün zinde olarak işe gitme ve çalışma ihtiyacı arasında denge kurabilmek. Ampirist felsefi gelenekte “aydınlanmış öz çıkar” olarak adlandırılan, günümüzde kuramsal ekonomik /yönetim modellerinde varlığını koruyan bu unsur, Russell tarafından gerekli görülmekle birlikte entelektüel açıdan pek ilginç bulunmaz. Çünkü kişisel çıkarın ötesinde pek bir şey söylemez.

2. Basiret dışında kalan her şey: Russell bunu bir kulübün davranış kurallarına benzetir. Arzuların çatışması halinde insanların bir arada yaşamalarına hizmet edecek her türlü davranış kuralını kapsar. Bunlar ahlakçının yaptığı gibi tembih, teşvik, tekdir (uyarı, ödül, ceza; veya “havuç sopa”) sistemiyle tesis edilebileceği gibi insanların karakter ve arzularını başkalarınınkiyle tutarlı olarak değiştirmek suretiyle de başarılabilir –ki “o yüzden sevgi nefretten yeğdir”.

Russell, tembih, teşvik, uyarıyı “vaaz ve rüşvet” şeklinde addederek küçümser. Bunun yerine ikinci yolu, kötü arzuları azaltacak (sevgi aşılayacak), cehaleti ortadan kaldıracak yol ve yöntemleri, bu yönde aşamalı değişim ve reformu önerir. Başka yerde (bkz. Toplumsal Yeniden İnşanın İlkeleri) karakter ve arzuların, mülkiyetçi dürtülere karşı yaratıcı dürtüleri teşvik eden toplumsal-kurumsal reform sayesinde nasıl iyileştirilebileceğini uzun uzun anlatır. Dinsel doğmaya, milliyetçilik, militarizm ve mülkiyetçiliğe karşı kapsamlı toplumsal reform /dönüşüm önerir.

“Bilimsel ahlakçı”, davranışın ahlakiliğine muhtemel sonuçlarına bakarak karar vermeli; doğmanın adeta kasten çektirdiği acılara karşı çıkmalıdır. “İçgüdüsel mutluluğu”, yani dürtünün tatminini önemsemeli; ahlak kurallarında batıl olanı değil eleştirelliği esas almalıdır.

Russell, tarif ettiği iyi yaşamın bireysel ahlak ve bireysel kurtuluş nosyonuyla bağdaşmaz olduğunu iddia eder. “İyi yaşamla kötü yaşamı ayıran her şey, bize dünyanın bir bütün olduğunu gösterir ve bağımsız yaşama iddiasında olan kişi, bilinçli veya bilinçsiz, bir asalaktır”. Hasta ve yoksul gelecek kuşaklar pahasına kürtajın yasaklandığı, cinselliğin toplumsal kurumlar vasıtasıyla istismar aracına dönüştüğü, milliyetçilik ve militarizm uğruna öldürmenin meşru kılındığı, yoksulluğun kol gezdiği bir toplumda bireysel kurtuluş mümkün değildir. O nedenle Russell, iyi yaşam için toplumsal bir nosyon olan “adalet” kavramını ve “adalet arayışını” ön plana çıkarır.

Russell’ın dünyevi, yararcı ahlakının neden son kertede hazcı bir pratik önermediğini anlayabilmek için basiret, başkalarının iyiliğini gözetme ve bireysel kurtuluşun imkansızlığı gibi akılcı analize yaslanan argümanların dışında manevi bir argümana, metafizik bir unsurun varlığına ihtiyaç duyarız. Örneğin Russell bireyde “cesaret, hakikat sevgisi ve doğal dünyaya yönelik araçsal olmayan bir ilginin” varlığını arzular; “evrenin uçsuz bucaksız boşluğunu”, insanın bunu kavramak ve ifade etmek yönündeki bilimsel serüvenini çok etkileyici bulur. Bu gibi unsurlar Russell’ın ahlakının sekülerliğinin sınırlarını oluşturur.

Bilimsel Ahlakçıya Öneriler

Russell, davranışın ahlakiliğine, o davranışın öngörülebilir bireysel ve toplumsal sonuçlarına bakarak karar verecek olan “bilimsel ahlakçıya” şu önerilerde bulunur: “Kötü arzuları azalt (sevgi aşıla) ve cehaleti ortadan kaldır”. Cehaletin yok edilmesi konusunda, bu tartışma bağlamında söylenecek çok şey yoktur. Bilginin demokratikleştirilmesi, insanların bilgi ve teknolojiye erişimini hakkaniyetli kılacak toplumsal reform önerilir. Kötü arzunun kaynağı ise endişe ve hasettir. Endişeyi azaltmak için, güvenliği sağlayacak tek unsur olarak toplumsal adaletin tesis edilmesi gerekir. Adil olan ve cesaret ve özgüvenin demokratikleştiği bir toplumda irrasyonel korku ve endişe azalacak, kötü arzuların yerini empati ve iyilikseverlik alacaktır. Buna ilaveten, insani dürtüleri eğiten ve tatmin eden, rekabetin yerine kolektif çabaları teşvik eden kurumsal dönüşüm, Russell’ın öngördüğü ahlakiliği toplumda güçlendirecektir.

Russell arzuladığı yaşamla tutarlı bir ahlakı (ahlakiliği) savunurken, kendisini önceleyen aristokratik toplumun ve içinde yaşadığı sömürgeci düzenin kurumsal imkansızlıklarına ve dönüşüm mecburiyetine değiniyordu. Russell’dan esinlendiğimizde, güncel bir ahlakilik tartışmasının kişiden yola çıkarak günümüz neo-liberal güvenlik toplumunun eleştirisini üstlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Bitirirken

Bir toplumda yaygın olan iyi yaşam tasavvuru, insanların neyi arzu ettikleri, nasıl yaşamak istedikleri, dini referanslarla, öteki dünya inancı ve korkusuyla şekillenebileceği gibi, tümüyle dünyevi değerler etrafında da şekillenebilir. Barışçıl bir toplumun inşasında birinci mesele, farklı iyi yaşam tasavvurlarının dayattığı farklı ahlakiliklerin bağdaşır kılınmasıdır. Farklı dini ve seküler ahlakilikler, birbirleriyle çatışmadan bir arada var olabilir mi? İyi yaşamı tanrının inayetinde veya milletin himayesinde arayanlarla bilgide ve dünyevi adalette arayanlar birlikte yaşayabilirler mi? Bu gayet mümkün görünmekle birlikte (çünkü ahlaki davranışın evrensel asgari standartları vardır), herhangi bir ahlakın, dini veya seküler olsun, bir diğeri üzerinde tahakküm ve fetih vaaz ettiği noktada çatışmasızlık pek imkan dahilinde görünmüyor. Dindar /laik, milliyetçi /laik çatışmasının yaşandığı Türkiye gibi toplumların yönetim krizine bu gözle bakılabilir. Fakat bu bakış yetersiz kalacaktır.

Yönetim krizini anlayabilmek için, farklı ahlakiliklerden ziyade “ahlaki kriz” kavramı daha ön açıcı olabilir. Ahlaki krize iki türlü yaklaşabiliriz. Birincisi ne istediğimiz, nasıl yaşamak istediğimiz konusundaki kafa karışıklığı. Örneğin küresel sol hareketin bir “vizyon” inşa etmekte ne kadar zorlandığını biliyoruz. Buna bir çözüm olarak, küresel ekoloji hareketinin kendisine göre iyi yaşamı tarif etme çabası içinde olduğunu, buna özel bir önem atfettiğini görüyoruz. İkincisi, örtük veya açık kabul gören iyi yaşam tasavvuru ve onun gerektirdiği ahlaki pratikle topluluğun gerçek pratiği arasındaki derin uçurum. Ayrıntılı sosyolojik araştırmaya dayanmadan genellemeye kaçmak pahasına, Türkiye’de geniş dindar kesimlerin ahlakiliğin ön gördüğü şekilde yaşamadığı, bunun seküler kesimde “nerede o eski nur yüzlü Müslümanlar” şeklinde bir serzenişe yola açtığı görülüyor. Buna karşılık, sol-seküler kesimlerin özledikleri özgür ve adil dünyayı kazanmak üzere yaşamadıklarını da biliyoruz. Neo-liberal birikim ekonomisi ve yönetim krizinin dayattığı güvenlik rejimi, insanları fütursuzca, sözde inandıkları iyi yaşama aykırı davranmaya koşullandırıyor; gayri-ahlakiliğin normalleştiği bir küresel düzen inşa oluyor. Bu krizden çıkış, iyi yaşamı yeniden tarif etmeyi, onunla tutarlı pratikler için politik mücadeleyi zorunlu kılıyor.