Çevirmen Masum mu?
Çevirmenlerin, Çevirdikleri Metin Karşısında Entelektüel ve Ahlâki Sorumluluğu
Taylan Doğan
2 Aralık 2006
Tıpkı yazarlar, yayıncılar, gazeteciler ve diğerleri gibi, çevirmenler de mevcut Basın Yasası’na göre çevirdikleri metinlerden ötürü yargılanabiliyor. Çevirmenlerin yargılanması yeniden gündeme gelince, Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği (ÇEVBİR) konuyla ilgili bir kampanya başlattı. Genel olarak ifade özgürlüğünü savunmanın yanı sıra, özellikle çevirmenlerin hukuki sorumlulukları olmaması gerektiğini vurguladı. Hukuki sorumluluğu bir kenara koyarsak, çevirmenin çevirdiği metin karşısında entelektüel ve ahlâki sorumluluğunun ne olduğu, çevirisinin arkasında ne ölçüde durması gerektiği gibi sorunlar ÇEVBİR içinde gündeme geldi. Gerek bu tartışmalarda gerekse ÇEVBİR’in dışında konuyla ilgili çevrelerde iki başat eğilim olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, çevirmenin “elçi” veya “aracı” olarak görülmesi, dolayısıyla “elçiye zeval olmaz” özdeyişinden hareket ederek, çevirmenin entelektüel sorumluluğunun, çeviri mesleği etiğiyle (esas olarak metnin doğru çevrilmesi) sınırlı olduğunu savunan görüş. İkincisi ise, çevirmenin nesnel olarak bir “aracı”nın ötesinde, bir bilgi taşıyıcısı olduğu, dolayısıyla egemenler tarafından kabul edilen “resmi doğrular ve yanlışlar” dizgisi karşısında potansiyel bir “ihlalci” olduğunu savunan görüş. İkinci görüş, çevirmene nesnel olarak oynadığı rolü hatırlatarak, ona entelektüel ve ahlâki bir sorumluluk yükler. Burada, ikinci görüş lehine kendi perspektifimi sunmaya çalışacağım.
* * *
Çevirmenler, çevirdikleri metinden dolayı hukuki yaptırımlara maruz kalmamalıdır. Çevirmenlere hukuki yaptırımlar uygulanması, ifade özgürlüğü üzerindeki genel baskının bir parçası olarak değerlendirilmeli, bu nedenle de ifade özgürlüğü önündeki bütün diğer engeller gibi kaldırılması talep edilmelidir. Bununla birlikte, ifade özgürlüğü üzerinde ağır baskıların var olduğu Türkiye gibi ülkelerde, toplumun çok farklı kesimleri yaptırımlara maruz kalıyor. Örneğin sadece yayıncıları, gazetecileri, yazar ve çevirmenleri ele alsak bile, 2005-2006 yıllarında bu kategoriye giren 100’e yakın kişiye dava açıldığını görüyoruz. Sanılanın aksine, bu davaların az da olsa bazıları mahkumiyetle sonuçlanıyor. Çerçevemizi biraz daha genişletirsek, ülkemizde siyasi parti ve STK aktivistleri, insan hakları savunucuları, belediye başkanları üzerinde ifade ve örgütlenme özgürlüğüyle ilgili yoğun baskılar uygulanıyor. 2006 yılının ilk 9 ayını kapsayan İHD Doğu-Güneydoğu Anadolu bölge raporunda, bu dönemde ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan 1.400 civarında soruşturma ve dava açıldığı belirtiliyor. Çerçevemizi daha da genişletirsek, devlet kurumlarından şiddet gören kadınların (örneğin gözaltında taciz ve tecavüz mağdurlarının), farklı etnik ve dinsel kimliklere sahip olanların (Kürtlerin, Alevilerin, gayri müslim azınlıkların vs.) farklı cinsel yönelimleri olanların, savaş-karşıtlarının, vicdani retçilerin ifade özgürlüklerinin kısıtlandığını görebiliriz.
Öyleyse, şu soruyu sormamız gerekiyor: Toplumun çok geniş kesimlerinin oto-sansüre ve suskunluğa zorlandığı ülkemizde, çevirmenler “aracı” veya “elçi” olduklarını söyleyerek ne ölçüde kendilerini bu baskıların dışında tutabilirler?
Buradan başka bir soruya geçebiliriz: Her şeyden önce çevirmenlere dava açılması, bir kaza veya tesadüf müdür; ayıplanması gereken bir yanışlıktan mı ibarettir? İfade özgürlüğü üzerinde ağır baskılar sürerken, çevirmenlere dava açılmasa da olur mu?
Bu soru, bizi, daha önceki soruya da cevap olabilecek temel bir konuyu ele almaya götürüyor: Çevirmen nasıl bir işlev yerine getirmektedir?
Çevirmenin İşlevi
Türkiye gibi baskıcı ülkeler, yakın geçmişleriyle yüzleşmekten kaçınıyorlar. Bu durumun, ülke içinde ve uluslararası düzeyde militarist geleneğine dayanarak varlığını tesis etmeye çalışan bütün devletler için geçerli olduğu söylenebilir. Örneğin, son dönemde açılan davaların çok önemli bir kısmının Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemiyle Cumhuriyet’in ilk döneminde ve 90’lı yıllarda Kürtler, Ermeniler ve diğer gayri müslim azınlıklarla ilgili olarak yaşananlar ve militarist yapının tarihsel kökleri hakkında olduğunu söylersek, muhtemelen doğruya yakın bir tespit yapmış oluruz.
Türkiye’nin yakın geçmişiyle yüzleşmekten ısrarla kaçınmasını, başka bir olguyla birleştirebiliriz: Geçmişe göre çok daha küçük bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın başka yerlerinde, örneğin Üçüncü Dünya ülkelerinde halkların yaşadığı sorunlar ve insan hakları ihlalleri, geçmişte olmadığı kadar gündeme geliyor. Batı’da, geçen yüzyıllarda esas olarak devletlerin işleyişini eksen alan çalışmaların yanı sıra, dünyanın geri kalanıyla ilgili farklı türde çalışmalar da yapılıyor. Liberal-demokratik çevrelerden özgürlükçü/anarşizan çevrelere kadar akademisyenler, aydınlar ve gazeteciler, dünyanın “efendileri” konumundaki ülkelerinin, özellikle ABD’nin başka ülkelerle ilgili politikasının sonuçlarıyla ilgileniyorlar. Böylece, aralarında her zaman somut bir işbirliği olmasa da, Batılı devletlerdeki muhalif aydınlarla dünyanın geri kalanında mağdur edilen halklar arasında bir tür ittifak gelişiyor.
Sözünü ettiğimiz aydınlar, Türkiye gibi ülkeler hakkında kapsamlı çalışmalar yapıyor. Üstelik, Türkiye’nin politikasına yön veren ülkelerde, örneğin ABD’de yaşayanlar, Türkiyeli aydınların ulaşamayacağı bilgelere ve belgelere ulaşabiliyor. Dolayısıyla, bu tür akademik ve eleştirel çalışmalar, Türkiye’nin yakın geçmişindeki olaylar hakkında aydınlatıcı olabiliyor ve çok önemli veriler içerebiliyor.
Türkiye’de yayıncılık dünyası, eleştirel bilginin dünya ölçeğinde dolaşıma girmesi aşamasında devreye giriyor. Dünyanın pek çok ülkesinde, farklı dillere çevrilen akademik araştırmalar, eleştirel incelemeler, tarih çalışmaları, roman gibi sanatsal eserler, Türkiye’de de Türkçe’ye çevriliyor ve yayımlanıyor.
Tabii kitapların orijinallerinin de Türkiye’ye girebildiğini söyleyebiliriz (eskiden orijinal eserler üzerinde de kısıtlamalar vardı). Ama toplumun çoğunluğu yabancı dil, özellikle İngilizce bilmediği için kitapların görece daha geniş bir kesimle buluşması yayınevlerinin yayımladığı çevirilerle mümkün olabiliyor.
Sonuç olarak, çevirmen eleştirel bilginin taşıyıcılığını yapıyor. Kendisi olmadan geniş kesimlere ulaşması mümkün olmayan bilgiler, olgular ve verilerin Türkiyeli okuyuculara erişmesini sağlıyor.
Bu noktada, çevirmenin, devlet iktidarı karşısında sadece bir “aracı” gibi görülmesi, “masum” olduğunun ileri sürülmesi, eleştirel bilginin iktidarlar karşısındaki gücünü hafifsemek olur. İktidarlar, toplum üzerindeki baskılarını sürdürebilmek için, sadece fiziksel zor içeren yollara başvurmazlar. Yurttaşlarına, yaşadıkları ülke, tarihi, yakın geçmişi, güncel sorunlar vs. hakkında belirli bir resim sunarlar. Bu resim, ana-akım bilgi yapıları aracılığıyla topluma erişir. Ana-akım bilgi yapılarından en bilinen ve üzerinde tartışılanları, okullar, akademi dünyası ve kitle medyasıdır. Tabii buna başka devlet kurumları, yerel yönetimler, dinle ilgili devlet kurumları (örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı), meslek kuruluşları vs. eklenebilir.
Çevirmenin dolaşıma soktuğu bilginin, aslında çok kırılgan olan devletin yurttaşlarına çizdiği resim karşısındaki göreli gücünü görebilmek için günümüz Türkiye’sinden bazı örnekler verebiliriz.
Örneğin, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana var olan, ama özellikle 2000’li yıllarda Kürt sorununda bir yol ayrımı yaşandıktan sonra, barışçıl çözümü reddederek devreye sokulan tecrit etme/sindirme politikasının bilgisel arka planına bakalım. Bu arka plan, güçlü bir milliyetçi kurguya dayalı şöyle bir resimden oluşuyor: Türkiye dört bir yandan sıkıştırılmakta, bölünmek ve parçalanmak istenmekte, yanı başında bir Kürt devleti kurulmaya çalışılmakta, her gün birkaç evladını çatışmalarda kaybetmektedir. Türk halkı, şer güçlerin tehdidi altındadır ve bu güçlerin yerel işbirlikçileri de vardır. Bu söylemde, Türk halkı, Türk devleti ve Türk ordusu arasında neredeyse bir özdeşlik kurulur ve hepsi birlikte “masum” ilan edilir. Zaten bir ülkeye karşı komplo düzenleniyorsa, tanım gereği, o ülkenin, devletin ve halkının “masum” olması gerekir. Bu resimde, insanlık suçu denebilecek kadar kapsamlı suçlar varsa da, o suçlar devletler veya toplumlar tarafından karşılıklı olarak işlenmemiştir. Devletlerin politikalarındaki büyük hatalar, hatta daha kötüsü insanlık dışı uygulamalar, devletlerin âli çıkarları uğruna göze aldığı kırımlar, devlet içinde “milliyetçi” hislerle davrandığını söyleyen güç odaklarının sağladığı çok yönlü rantlar vs. yoktur.
Resmi ideolojinin güncel versiyonunu oluşturan yukarıdaki resmin zayıflığı da buradan kaynaklanır: Çelişki yoktur. Örneğin, bir sepetteki birkaç çürük elma misali, şu veya bu devlet görevlisi, hatta şu veya bu karakol o bölgenin halkına kötü davranmış olabilir; hukuk dışı, hatta insanlık dışı bazı şeyler yapmış olabilir. Ama güvenlik güçleri sistematik insan hakları ihlalleri gerçekleştirmiş olamazlar. Çünkü bu gerçek, pek öyle söylendiği kadar “masum” olunmadığını, sorunların çoğunun kökeninde en az dış güçler kadar, Türkiye devletinin politikalarının da bulunduğunu ortaya koyacaktır. En azından bu yönde kuşkular uyandıracak, kuşkular soru işaretlerine dönüşecek ve eleştirel bakış belirmeye başlayacaktır.
Eğer Türkiye devleti de, diğer devletler gibi, statükoyu korumak için zaman zaman ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştirecek kadar ileri gidiyorsa, üzerinde yaşayan toplumun yaşam standartları ve özgürlüklerinden bağımsız olarak milliyetçi kurguda değer atfedilen “vatan toprağı” ne anlama gelir? Mesele, hâlâ, üzerinde yaşanan acılardan bağımsız şekilde tasavvur edilen toprak parçasını “dış güçlere” ve “bölücülere” karşı “savunmak” mıdır? Yoksa, toplumun çok dar bir kesimi ve uluslararası şeçkinlerin çıkarlarını koruyan devlet politikalarına rağmen, o toprak parçasında daha adil ve insani bir düzen kurmayı mı özleriz?
Bunlar tehlikeli sorulardır. Şu anda Türkiye’de devlet seçkinleri bu tür soruların sorulmaması için ellerinden geleni yapıyorlar; ifade özgürlüğünü kısıtlayan çok sayıda yasa çıkartıyor, kitaplar dergiler, gazeteler hakkında davalar açıyorlar. İnsan hakları ihlallerine yer veren bazı gazetelerin yayınları bile durduruluyor.
Bu nesnellik içinde, devlet katından, ana-akım bilgi yapıları aracılığıyla topluma sunulan resimde çelişkiler doğurabilecek bir kitabın çevirmeni nasıl masum olabilir?
Çevirmen, kendi mesleğini yaptığını, işinin zaten bu olduğunu, milliyetçi bir kurguyu onaylamak veya bozmak gibi bir sorununun olmadığını söyleyebilir. Eleştirel bir kitabı da, resmi tezleri destekleyen bir kitabı da çevirebileceğini, zaten fazla seçme şansının olmadığını, amacının mesleğinin ilkelerine uymak ve yaşamını sürdürmek olduğunu ifade edebilir.
Ama maalesef durum böyle değildir. Çevirmen, sosyal bilimler olsun, doğa bilimleri ya da sanatsal ürünler olsun, bilgi yapıları içinde iş görmektedir. Evet, doğru; resmi tezlerle örtüşen veya milliyetçi kurguyu bozma tehlikesi olmayan soyutlukta bir kitap çevirdiğinde, kimse ona bir şey dememektedir. Tam tersine herkes onun “aracı” işlevini onaylamakta, çevirdiği kitapları yazmış olmasa da, “işleyerek” Türkçe’ye kazandırdığı için “işleme eser” sahibi olarak taltif edilmektedir. Ama günün birinde, resmi söylemin kurguladığı resimde gedikler açan bir metin çevirdiğinde, kendisine birdenbire eleştirel bilgi dolaşımında bir aktör olduğu, dolayısıyla “sorumlu” olduğu hatırlatılmaktadır. Hatta “eser sahibi” olarak sahip olduğu ayrıcalıklar aleyhine dönmekte, mahkemeler karşısında sorumlu tutulmasına zemin hazırlamaktadır. Çevirmenin yarattığı rahatsızlığa örnek olarak, Ek 1’de İstanbul basın savcılığının hazırladığı bir iddianameye yer veriliyor. Bu iddianameye bakarak, çevirmenin nelere kadir olduğu görülebilir.
Dolayısıyla ortaya şu sonuç çıkıyor: Biz kendi yaptığımız iş hakkında ne düşünürsek düşünelim, bilgi yapıları hayli uzak bir gelecekte çelişkisiz bütünlükler üretmekten vazgeçinceye kadar, çevirmenler resmi söylemlerin sunduğu resimlerde çelişkiler yaratmaya, gedikler açmaya devam edecek.
Biraz daha güncel ve pratik düzeyde şunu söyleyebiliriz: Ülkemizde, çelişkilerin varlığı geniş toplum kesimlerince benimsenene kadar, “mermer” kadar yekpare olan milliyetçi kimlik kurgularında derin çatlaklar oluşana kadar, çevirmenler konjonktüre göre yargı karşısına çıkacak, mağdur olacaklar. Ama çevirmen, toplumsal bilgi yapılarındaki bu işlevinin farkına vardığı ölçüde, potansiyel mağduriyetini mesleki ve aydın kimliğinin değerli bir parçasına dönüştürebilir; kendisi açısından, bu durumu bir avantaj haline getirebilir. Böylece, ona dayatmak istedikleri, mükemmel bir çeviri programı çıkana kadar mecburen idare ettikleri, basit bir teknisyen etiketini reddetmek, kendisini görünür kılmak için – yaptığı işin yaratıcılık içerdiği ve vasıflı olmasının yanı sıra – iyi bir gerekçeye kavuşabilir.
Çevirmenin açıkça telaffuz edilmeyen, bilgi dolaşımında oynadığı rolün yol açtığı sorunlardan “kurtulmasının” başka bir yolu daha var elbette: Çevirmenin oto-sansür uygulaması ve zoraki bir masumiyet kisvesine bürünmesi. Ama o çevirmen, sahip olduğu kadarıyla “masumiyetini” de kaybetmez mi?
Ek 1:
“SAVAŞ GANİMETLERİ: AMERİKAN SİLAH TİCARETİNİN İNSANİ BEDELİ” ADLI KİTABA AÇILAN DAVANIN İDDİANAMESİ“
[Not: Aram Yayıncılık tarafından Nisan 2005’te Türkçe çevirisi yayımlanan John Tirman’ın “Savaş Ganimetleri: Amerikan Silah Ticaretinin İnsani Bedeli” adlı kitaba Ağustos 2005’te dava açıldı. Kasım 2005’te yayınevi sahibi Fatih Taş TCK 301. maddeyi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi şahsını koruyan 5816 sayılı yasayı ihlal ettiği gerekçesiyle yargılanmaya başlandı. Fatih Taş hakkında 2 yıldan 7,5 yıla kadar hapis cezası istendi. Temmuz 2006’da kitabın iki çevirmeni Taylan Tosun ve Aysel Yıldırım da davaya dahil edildiler. Sanıklar, 29 Kasım 2006’da beraat etti.]
Kitabın incelenmesinde özetle, başlangıçta Türkiye’nin doğusunun büyük bir kısmını geleneksel Kürt bölgesi olarak gösteren bir harita yer almakta;
Kitabın 13. sayfasında “Trajedinin Yörüngesi” adlı bölümde askerlerce insanların dövüldüğü ve eşyalarının alındığı, evlerinin yakıldığı, helikopterlerle insanların üzerine gidildiği, çok sayıda insanın evinden edildiği belirtilmekte;
Kitabın 7. bölümünde “Türk Seçeneği” adlı kısımda, Atatürk’ün anısına hakaret edilmekte, Atatürk’ün ulusçuluğu faşizmin bir versiyonu olarak tarif edilmekte;
13. bölümde, “Türkiye’nin Kendi Kendisiyle Savaşı” adlı kısımda, Ermeni ve Kürtlerin öldürüldüğü, 1930’lu yıllarda Dersim’de ve 1961’de Mardin, Diyarbakır, Van gibi şehirlerde çok sayıda insanın askerlerce öldürüldüğü belirtilmekte;
23. bölümde “Korkunç Bedel: Türkiye’nin Beyaz Soykırımı” adlı kısımda 1993 yılından itibaren PKK isyanı ve Kürt bağımsızlığına karşı teknolojik araçlarla savaş yürütüldüğü ve Kürtler’e karşı soykırım uygulandığı; bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın barış tekliflerine yer verildiği; Parlamentonun büyük bir kısmının ve Başbakanın Genelkurmay tarafından hizaya sokulduğu; 33 adet askerin pusuya düşürülerek öldürülmesinin PKK tarafından yapılmadığı, başkası tarafında yapılıp örgüt üzerine atıldığı; bu dönemde gelen 57 adet Kara Şahin’in askerlere üstünlük sağladığı, sağlanan imkanlarla ordunun bütün PKK gruplarını tespit edip onlara karşı savaş yürüttüğü; Özgür Gündem ve benzeri yayın organlarına sansür uygulandığı; köylerin boşaltıldığı, insanların helikopterlerden atıldığı, insanların ve evlerin yakıldığı; Özgür Gündem isimli gazetenin ofislerinin bombalandığı; kitaptaki deyimi ile “beyaz soykırım” uygulanarak çocukların Türk kimliğine ve Kemalizm’e asimile edildiği, kendi kültürel kimliklerine kavuşmalarına izin verilmediğinin belirtildiği;
Bu hususların belirtilmesiyle, TCK’nın 301/1-2 fıkrasının ihlal edildiği ve Türklüğün, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Askerlerin, Hükümetin alanen aşağılandığı tespit edilmiş; bu kuruluşların adeta ülkenin Güneydoğusu’nda yaşayan insanlara karşı ortak tavır alarak fena muamelede bulunduğu iddia edilmiştir; Güneydoğu’da meydana gelen asker ve sivil kişilere karşı yasadışı örgüt mensuplarınca yapılanlar gözardı edilmiştir.
Ayrıca, Atatürk’ün anısına hakaret edilmiş, kendisi “içki ve cinsellik düşkünü” olarak gösterilmiş; Kemal Atatürk’ün ulusçuluğu “faşizmin bir versiyonu” olarak anlatılmıştır. Böylelikle, 5816 sayılı yasanın 1/1 ve 2. maddelerinin ihlal edildiği belirlenmiştir.
Notlar:
[1] Bu metin, 2 Aralık 2006 tarihinde ÇEVBİR’in düzenlediği “Çevirmenlerin Yargılanması ve İfade Özgürlüğü” başlıklı panelde yapılan konuşmanın gözden geçirilmiş halidir.