Çevirmenin Yeri, Yergi, Yargı
Gürol Koca
Genellikle çeviriye yeni başlayanlarda görülen bir eğilim vardır: Kelime kelime çeviri. Bu eğilim o kadar yaygın ve baskındır ki kurtulması zor bir alışkanlık halini alır ve farklı biçimlerde kendini gösterir, kaynak metindeki belli kalıpları olduğu gibi Türkçeye uyarlamak gibi (Hemen kendimden bir örnek vereyim: İngilizcedeki “similarly”yi gördüğüm yerde “benzer şekilde”yi yapıştırırdım; başka çevirilerde, hatta telif yazılarda da rastladığım için beni rahatsız etmezdi. Bunun için çok daha iyi ve kullanışlı bir karşılık olan “keza”yı öneren çevirmen dostuma şükran borçluyum.). Amacım çeviri dersi vermek değil, çeviri konusunda daha öğreneceği çok şey olan bir çevirmen olarak böyle bir şey aklımın ucundan geçmez. Sonradan çeşitli biçimlerde bir alışkanlık halinde kendini gösteren bu kelimesi kelimesine çeviri eğiliminin arkasında hiç de temelsiz olmayan bir kaygının yattığını ifade etmek istiyorum: Çevrilen metne veya yazara sadakat. Çevirmen kendi anadiline aktardığı, aktarmaya çalıştığı metnin kendine ait olmadığının daima bilincindedir, hem de her cümlede. Bütün bu çeviri sürecinden sonra ortaya yazarın eserine benzer bir eser çıkar. Başka bir deyişle, çevirmen var olan bir yapıyı söküp yeniden inşa etmez. Yeniden inşa varsa, bence orada çeviriden ziyade başka bir şeyden, mesela uyarlamadan söz edilebilir. Bu sözlerin ardından çevirmenin yaratıcı olmadığını söylersem sizi şaşırtmam herhalde. Burada olsa olsa çevirmenin ustalığından, tecrübesinden, bilgisinden, dil yeteneğinden söz edilebilir (hiç de azımsanacak özellikler değildir bunlar). Yazar-sanatçı, çevirmen-zanaatkâr benzetmesi her ne kadar sorunlu olsa da, aradaki ayrımı vermek açısından yerinde bir benzetme bence. Sanatçıya olduğu gibi yazara da bir huşuyla bakılır, çevresinde adeta kutsal bir hale vardır. Çevirmen ise zanaatkârla aynı kaderi paylaşır. Sipariş edilen, yani zaten önceden belirlenmiş bir şey ortaya çıkarılmıştır. Ortaya çıkan şey iyiyse teşekkür edilir, maddi bedeli verilir; ama yine de sağına soluna bakılarak kusur aranır. Genellikle yazara öykünen, hatta onu kıskanan çevirmen, yazar olamamış bir kişi olarak çevirmen benzetmelerinde de sanat, yani bir eseri meydana getirmek ile zanaat, yani önceden tasarlanmış bir şeyin benzerini meydana getirmek arasında kurulan ast-üst ilişkisinin rol oynadığını düşünüyorum. Halbuki benzerliklerine rağmen ikisi ayrı şeyler, biri diğerinden üstün değil. Keza yazarlık ile çevirmenlik de öyle. Benzerliklerine rağmen ikisi ayrı disiplinlerdir. Yazarın meydana getirdiği eser tamamen kendi tasarrufundadır. Kurduğu yapı, o yapıyı oluştururken seçtiği cümleler, ifadeler kendisine aittir. Onun eserini kendi diline aktaran çevirmense yazarın seçtiği bu cümlelerin, ifadelerin izinden giderek özgün yapının kendi anadilinde (veya erek dilde) oluşmasına aracılık etmekle mükelleftir. Yani çevirmenin sorumluluğudur bu. Aktarırken kimi zaman o cümleleri bölmek, yazarın ifadelerini belirgin kılmak için yan cümleler kurmak zorunda olsa da çevirmenin asli görevi (evet görevi) yazarın eserine sadık kalmaktır. Çeviri eleştirisi adı altında yapılan hata avcılığını da bu yüzden manidar buluyorum. Bir zanaatkârın elinden çıkma bir eserde kusur aramaktan çok da farklı değildir bu. Bu tür eleştirilere tek itirazım, hataların çeviri eserin tamamına mal edilmesi.
Bu açıklamalardan sonra artık şu “Elçiye zeval olmaz” başlığını taşıyan kampanya metnine, ama daha çok da bu başlığa getirilen itirazlarla başlayan tartışmalara dönebilirim. Görebildiğim kadarıyla itirazlar iki koldan geliyor. Ama ikisinin de ortak noktası çevirmenin çevirdiği metnin içeriği dahil her şeyinden sorumlu olması. Bu nedenle ikisini bir arada değerlendirmeye çalışacağım. Birinci itirazda, çevirmenin çevirdiği kitabı dünya görüşüne uygun olarak seçtiği, içeriğinde katılmadığı yerler olsa bile sırf kitabı kendi diline kazandırdığı, kitabın tartıştığı konuları kendi ülkesinde dolaşıma soktuğu için sorumlu olduğu, dolayısıyla bu sorumluluğunun sonuçlarına katlanması gerektiği vurgulanıyor özetle. Bu itirazda elçi benzetmesi bu sorumluluğu görmezden geldiği için eleştiriliyor. Bir çeviri eser tartışma yaratmak için çevrilebilir, bu yönde kullanılabilir. Ama bu durum o çeviri eserde (bunun yazarın eserine sadık bir çeviri eser olduğunu kabul edersek) geçen ifadelerin yazara ait olduğu gerçeğini değiştirmez, çevirmen bunları kendi dilinde ifade etse bile. Çevirmen ancak “Ben yazarın bu ifadelerine katılıyorum,” dediğinde o ifadeler kendi ifadesi haline gelir. Yani çevirmen çevirdiği ifadelere katıldığını ayrıca belirtmek zorundadır, o ifadelerin kendi ifadesi haline gelmesi için. Bir anlamda bu ifadeleri çeviri eserin dışına taşıması gerekir. Çeviri eser ilke gereği, asıl esere bağlı olarak meydana getirilmiş bir eserdir ve içeriği çevirmenin tasarrufunda değildir. Çeviri eserin üzerinde çevirmenin bir tek anadiline aktarırken verdiği emeğin hakkı vardır. Tekrar olacak, çevirmen bir kitabı belli bir misyonla çevirebilir, ama her çevirmen bu şekilde çevirmek zorunda değildir. Ayrıca çevirmen yazarın her dediğini onaylamak zorunda da değildir. Yazarın fikirlerine genelde katılsa da her fikrine katılması çok düşük bir ihtimalmiş gibi görünüyor bana. Asıl bu görüş çevirmeni salt aktarıcı konumuna düşürür. Etkisiz eleman haline getirir. Çevirmenin çevirdiği metne şu veya bu şekilde müdahale etme, kendinden bir şeyler katma, eseri değiştirme, sansür uygulama özgürlüğü yoktur, ama böyle bir tehlike vardır. Çevirmenin sorumluluk alanını da işte bu tehlikenin sınırları belirler. Yazara ve metne ne kadar sadık kalmaya çalışırsa çalışsın çevirmen istemeyerek de olsa zaman zaman bu amacından uzaklaşabilir. Metnin cümlelerini erek dile aktarırken kullandığı bazı cümleler yazarın o cümlelerle oluşturmak istediğinden farklı anlamlara bürünebilir veya bu cümleler (çevirmenin yazarın kurduğu cümlelere uygun biçimde oluşturmaya çalıştığı cümleler) okur tarafından yazarın kastetmediği şekilde alımlanabilir vs. Çevirmenin özgün metin üzerindeki bu müdahalesi bir çeviri kusurudur. Bu kusurun çeşitli nedenleri olabilir: Çevirmenin tecrübesizliği, bilgi yetersizliği, çeviri hızı (geçimini çeviriden kazanıyorsa, belli bir süre içinde kitabı teslim etmesi ve bir sonraki kitabına yoğunlaşması gerektiğinden metin üzerinde gereken özeni gösterememesi), dilin zenginliği (hiç kimse dile mutlak anlamda hâkim olduğunu iddia edemez) vb. Liste daha da uzatılabilir. Ama çevirmen metin üzerinde kasten müdahalede bulunuyorsa, yani yazarın ifadelerini “anladığından” (tırnak içinde çünkü demin belirttiğim tehlike her zaman vardır) farklı bir anlamda aktarıyorsa, orada kusur değil, tahrifat vardır. Burada çeviri etiğinin temel ilkesinin, yani metne sadakatin çiğnendiği rahatlıkla söylenebilir. Hangi müdahalelerin kasıtlı olduğu, hangilerinin olmadığı vs. tartışmaları bu yazının ve yazarının kapasitesini aşan, uzun soluklu tartışmalar. Ama şunu kesinlikle söyleyebilirim, bu tartışmaların yeri mahkeme salonları değil, çeviri bölümleri, çeviri örgütleri, çeviriyle ilgili sempozyumlar, oturumlar…
Yazımı bitirirken “Elçiye zeval olmaz” başlıklı kampanyanın çevirmeni mesleğinin en temel ilkesini çiğnemeye zorlayan, hatta onu mahkûm etmekle tehdit eden bir uygulamayı sona erdirmek yolunda atılmış önemli bir adım olarak gördüğümü belirtmek isterim. Bu kampanya bütün çevirmenleri mesleklerinin en temel ilkesini sahiplenmeye davet eden bir çağrıdır aynı zamanda.