Gerçek bir furya haline gelen Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” eseri sunduğu malzeme ile fazlasıyla zengin bir “inceleme nesnesi” niteliğindedir. Bu çalışmada ise bu kitaba eğilmek yerine, bu bölüme bir epilog olarak bu romanın orijinali olan 1994 tarihli ve Ziya Öztan’ın yönetmenliğini yaptığı TRT yapımı “Kurtuluş” dizisi ile ilgili bazı gözlemlerde bulunulacak. “Şu Çılgın Türkler”, Turgut Özakman’ın da kitaba önsözünde yazdığı gibi aslen “Kurtuluş” dizisinin senaryosu olarak yazılmıştır. Ancak zaman darlığı sebebiyle tüm senaryo filme alınamamıştır.
Görsel olması sebebiyle, yazılı haline göre daha yoğun bir duygu aktarımı sunan “Kurtuluş” dizisi aslında 28 Şubat sürecinin hemen arifesinde, “erken ulusalcı” olarak nitelenebilecek bir şekilde geleneksel Kemalizmin tersyüz olmasının ilk örneklerinden birini sunmaktadır. Şöyle ki; bu dizideki anlatımda, bildiğimiz birçok Kemalist/Atatürkçü klişe tam tersine çevrilmektedir ve geleneksel Kemalizmin medeniyetçi değerleri daha sonra ulusalcılığın yapacağı şekilde silinmektedir. Mesela, dizinin en başlarında dönemin edebiyatından alışık olduğumuz “mütareke döneminin yoz İstanbul”u ve “İngiliz zabitleriyle düşüp kalkan aşüfte kadınlar” klişeleri sunulurken şu şekilde bir tablo çizilmektedir: Bir Osmanlı paşası, İngiliz zabitlerinin yanı sıra Ali Kemal ve Rıza Tevfik’in de davetli olduğu bir “garden party” düzenlemiştir. Paşanın üç kızından ikisi de bu partiye büyük bir hevesle katılmış ve “bekleneceği üzere” İngiliz zabitleriyle de flörtleşmektedirler. Oysa üçüncü kardeş Nesrin partiye katılmayı reddetmekte, tavandaki odasından partiyi küçümser bir eda ile izlemektedir. Nesrin, kuşkusuz bu yozluğa ve kardeşlerinin hafifmeşreplikleri ile milli onuru ayaklar altına almalarına tiksintiyle bakmaktadır. İki kardeşi ile tezat oluşturan Nesrin’in bu tavrının görsel sunumu ise oldukça ilginçtir. İki kardeşin saçlarını açıkken, Nesrin adap gereği olsa gerek saçlarını o dönem İstanbul’daki beyaz Rusların etkisiyle moda olan boneyle örtmektedir. Yani, daha sonra Yakup Kadri’nin de içinde bulunduğu gemi ile İnebolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katılacak Nesrin’in saçlarını kapaması Türk kadınının namus ve onur timsali olurken, İngiliz zabitleriyle kırıştıran kardeşlerinin saçlarının açık olmaları onların yozluklarına ve gayrı-milliliklerine delildir. Benzer şekilde, filmde işgal İstanbul’unda İngilizlerin yanında başta Rıza Tevfik olmak üzere işbirlikçi Türklerin sunumu da aynı ölçüde ilginçtir. Tüm bu Türkler, ellerinde içki kadehleri, şık taranmış saçları ve kaliteli a la Franga kıyafetleriyle ideal İngiliz centilmenlikleri ile gösterilmektedirler. Çok kibar ve zariftirler. Oysa kameralar Ankara’ya döndüğünde karşımıza çıkan, sürekli yüksek sesle tartışan, hemen feveran edip birbirine hakaretlere başlayan bir güruhtur. Bu güruh ise milletvekilleridir. Söylemeye gerek yok ki; bu tartışma “uzlaşmacılarla”, “uzlaşmacılık-karşıtları” arasındadır ve Mustafa Kemal her zaman uzlaşmacılık-karşıtlarından yana tavır almakta ve tabii tarih hep onları haklı çıkarmaktadır. Tarih, uyuşmacıların gereksiz ve anlamsız pısırıklığını mahkum etmektedir. Yani denilecek olan, İstanbul’daki “işbirlikçi centilmenler” ile “Ankaralı kabadayılar” arasında tam bir kontrast vardır ve doğal bir izleyicinin bu çizilen iki portre arasından “normal olarak” İstanbullu işbirlikçilere sempati duyması beklenmelidir. Peki öyle mi olacaktır? Muhtemelen, “iyiler”in bir ön bilgi olarak Ankara’da olduğunu bilen izleyici “kötü adamlar”a karşı onları tutacaktır. Zira dizideki kabadayıvari tutumlar, Ankara’lı idealistlerin davalarına ne kadar inanmış olduğunu sergilemektedir. Bir nevi “anti-emperyalist” tavır, yani tavizsiz olmak, bu tür bir dayılanmayı mecbur kılmaktadır. Zira bunun alternatifi, dejenere bir kozmopolit olmaktır. Centilmenlik bir tür efemiliğe dönüşürken, Ankara erkeksi dik bir duruşa sahiptir.
Yine, İstanbul’da sürekli “hainler” içki içmekteyken, Ankara’da sofralarda hemen hemen hiç rakı gözükmez, aleni bir kadeh tokuşturmak sadece bir kez gösterilir. Yani, “Kurtuluş” dizisi bir nevi öyle bir kontrast çizmektedir ki, mesela bir İslamcı bu diziyi izlediğinde Milli Mücadele’yi kendisiyle özdeşleştirmekte hiç bir sakınca görmeyecektir. Her ne kadar tarihsel gerçekliğin aslında ironik olarak bu anlatıyla uyumlu olduğu notunu düşmek gerekse de, tarihsel gerçeklikten bağımsız olarak buradaki semboller diliyle ilgilenecek olursak, işbirlikçi İstanbul’un kadınların açık saçıklığı, içki ve centilmenlikle, Ankara’nın ise kabadayılık, iffet ve alkol yokluğuyla portre edilmesi, aslında belki dinin bir inanç olarak geriye itildiği zaman bile, bir milli anlatı olarak İslam’ın ne kadar başat bir değer olduğu bu dizide ortaya serilmektedir. İslam’ı ortadan çekerseniz, Kemalizm de kalmaz, ulusalcılık da ! Çünkü tüm milli anlatı İslam üzerine kurulmuştur ve Kurtuluş dizisindeki bu ahlakçı vurgu aslında bir nevi Kemalizmin bilinçaltını ortaya sermektedir.