Taraf gazetesinde 7 Haziran’da başlayan ve üç gün süren bir yazı dizisi, Türkiye’de 28 Şubat’tan sonra ara verilen post-modern darbe çalışmalarının AKP’nin 2002 Kasım’ında iktidara gelmesiyle nasıl yeniden hız kazandığı anlatıyordu. Gazetenin iddiasına göre, yazı dizisine konu olan raporlar Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan birileri tarafından kendilerine ulaştırılmıştı. Yazı dizisini okuyunca verilerin gerçek olduğu izlenimi doğuyor, çünkü 2003’ten bu yana yaşanan gelişmelere uyuyorlar.
28 Şubat’ta başlayan ve günümüzde devam eden darbeci örgütlenmelerin daha önce alışık olduğumuz 12 Eylül tarzı “klasik” darbelerden farkı, sivil bürokrasiyi etkin bir güce dönüştürmesi ve “sivil toplum kuruluşları” (STK’lar) aracılığıyla toplum tabanında örgütlenmeye önem vermesi. Böylece klasik darbe çağının geride kaldığı 2000’lere özgü bazı avantajlar elde ediliyor. TSK, hükümetle sürekli bir polemik içine girerek “yıpranmaktan” kurtulmuş oluyor. Darbeler, demokratik parlamenter sistem içinde kalındığı izlenimi yaratacak şekilde yüksek yargı organlarının, üniversitelerin ve bazı STK’ların aktif katılımıyla gerçekleşiyor. Belki de en önemlisi, aşağı yukarı CHP’nin oylarına (belki MHP’nin de oylarının bir kısmına) karşılık gelen yüzde 20-25’lik bir kesim sürekli bir propaganda ve kısmen de örgütlenmeyle darbeleri destekleyen toplumsal bir tabana dönüştürülüyor. Bilindiği gibi bu kesim, Michael Albert’in terminolojisiyle konuşursak, önemli ölçüde son yıllarda bir statü kaybı tehlikesi yaşayan laik koordinatör sınıftan oluşuyor.
Türkiye’de gerçek demokrasiyi ve barışı hedefleyen muhalif bir hareketin gelişebilmesi, bir yönüyle de orta sınıflar arasında yaygınlık gösteren ulusalcı ideolojiyi ve örgütlenmeyi yakından tanımasına ve onunla mücadele edebilmesine bağlı. Bu çerçevede, halihazırda darbeci güçlerin etkin olduğu barolar, meslek örgütleri, sendikalar, üniversiteler ve kamusal alanın benzer katmanları özel bir önem kazanıyor.
Taraf’ta yayımlanan yazı dizisine göre, Kasım 2002’de AKP’nin iktidar olması ve AB sürecinin kısmen işlemeye başlamasıyla, 28 Şubat’ta etkin olan Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) yerine Cumhuriyet Çalışma Grubu (CÇG) kuruluyor. CÇG, Nokta dergisinde yayımlanan darbe günlüklerinde “Sarıkız” ve “Ayışığı” kod adlı darbe girişimleri için sonuna kadar mücadele eden Jandarma Komutanı Şener Eruygur tarafından, Jandarma İstihbarat Başkanlığı bünyesinde kuruluyor. CÇG önceleri, kamu kurumları, işyerleri ve STK’lara dönük çok yaygın bir fişleme çalışması başlatıyor.
Ardından, Jandarma Genel Komutanlığı Planlama Koordinasyon ve Güvenlik Dairesi’ne bağlı olarak “Ulusal Birlik Hareketi” (UBH) adlı bir yapılanma oluşturuluyor. CÇG’na bağlı olarak çalışan UBH’nin görevi, ulusalcı sivil toplum kuruluşlarını bir merkezden koordine etmek ve AKP hükümetine karşı çeşitli toplumsal tepkiler örgütlemek. UBH, 225 ayrı STK’nın işbirliğini sağlıyor. 2007 bahar ve yaz döneminde tanık olduğumuz yüzbinlerce kişinin katıldığı “Cumhuriyet mitingleri” de UBH tarafından örgütleniyor. UBH’nin başkanlığını, eski İstanbul Üniversitesi rektörü Bülent Bekarda yürütüyor. UBH, başlangıçta yüksek bürokrasi ve çeşitli STK’lar nezdinde kendi “misyonunu” tanıtıyor, destek talebinde bulunuyor, yönetici kadrolar ve ulusalcı bir medya ağına dönük finansman talep ediyor. Taraf’ın ele geçirdiği resmi raporlara göre, UBH’nin görüşmeler yaptığı kişiler ve kurumlar arasında şunlar yer alıyor: dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok, MGK Genel Sekreterliği, Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı, Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve dönemin Türk-iş Başkanı Salih Kılıç.
Yine aynı raporlarda, kamuoyunun bilinçlendirilmesi için medyanın önemi üzerinde duruluyor ve ulusal bir medya ağının kurulması hedefleniyor.
Taraf gazetesinde bazı alıntılara yer verilen CÇG raporlarında bir de “sorunlar” bölümü var. Örneğin, CÇG iç siyasete ilişkin olarak, medyadaki tekelleşmeyi ve sermayenin medya alanında gücünü artırmasını bir sorun olarak görüyor. Eğitim, sağlık hizmetleri gibi alanları önemli ölçüde yerel yönetimlere ve il genel meclislerine devretmek üzere hazırlanan Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve Yerel Yönetimler Kanunu da bir sorun olarak algılanıyor. Yine STK’ların durumu, YÖK yasa tasarısı, ders kitaplarına insan haklarının dahil edilmesi, iç siyasetteki sorunlar olarak görülüyor. “Dış Siyasetteki Sorunlar” bölümünde ise doğal olarak AB ilerleme raporları, dil hakları ve kültürel haklar, Kıbrıs’ta “ver kurtul” eğilimleri, Kuzey Irak’ta Kürt yönetimi kurulması, ABD’nin “ılımlı İslam” önerileri ve Ermeni Soykırımı iddiaları yer alıyor. CÇG, ekonomi alanında İMF’nin hâkimiyetinden ve Gümrük Birliği’nden şikayetçi görünüyor. Ayrıca Türkiye’nin stratejik işletmeleri arasında yer alan Tüpraş, Telekom, Tekel gibi kuruluşların özelleştirilmesi çalışmalarını da “sorun” olarak addediyor.
Yayımlanan belgelerde, eski Cumhurbaşkanı Sezer’in rektörleri hangi kriterlere göre atadığı da açıklık kazanıyor. Örneğin, Kasım 2006’da 15 rektörün atanması gündeme geliyor. Üniversitelerde seçilen 86 rektör adayı arasından Sezer’in seçim yapması gerekiyor. CÇG, içinde 86 rektör adayının yer aldığı bir excell tablosu ve bilgilendirme notları hazırlayarak Sezer’e “tavsiyeler”de bulunuyor. Tabloda her adayın karşısında (+) veya (-) işaretleri bulunuyor. Bu işaretlerin yanında hangi gerekçelerle olumlu veya olumsuz değerlendirmeler yapıldığı yazıyor. Sezer, CÇG’nun sakıncalı bulduğu 7 rektör adayından sadece birisini rektörlüğe atayarak “tavsiyeler”e büyük ölçüde uyuyor.
CÇG ve Ergenekon Yapılanması
İlginç olan, CÇG tarafından yapılan tehdit değerlendirmelerinin ve izlenen örgütlenme stratejisinin Ergenekon operasyonu sırasında ele geçirilen gizli belgelerde de yer alması. Böylece, Ergenekon adı illegal yapılanmanın nerede ve kimler tarafından organize edildiği de açıklık kazanıyor.
Ergenekon örgütüne ait belgelerde, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin tehlikede olduğundan, ekonomik ve siyasi bağımsızlığın yok edildiğinden ve AB sürecindeki uyum paketleriyle anayasanın çerçevesinin erozyona uğratıldığından bahsediliyor.[[dipnot1]] ABD ve AB’nin desteğiyle, ülkenin bölünmez bütünlüğünü tehlikeye atan ve Sevr koşullarını gerçekleştirmeyi amaçlayan yasaların çıkartıldığından şikayet ediliyor. Sol jargonun bolca kullanıldığı bu belgelerde, Yeni Dünya Düzeni’nin “yeni bir sömürü düzeni” olduğundan ve Türkiye’nin “sömürgeleştirildiği”nden söz ediliyor.
Ardından, CÇG’nin perspektifine benzer şekilde sivil toplumun örgütlenmesine geçiliyor. “Milli güçleri aktive edecek bir Kuva-i Milliye hareketi”nin gerekliliğinden bahsediliyor. Örneğin, Ergenekon örgütüyle ilişkisi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan akademisyen Ümit Sayın tarafından Temmuz 2004’te, Genelkurmay Başkanlığı Psikolojik Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’na verilmek üzere hazırlanan bir raporda, “aydınların, bilim insanlarının ve milli güçler”in TSK ve Genelkurmay Başkanlığı ile koordineli şekilde örgütleyeceği “Kuva-i Milliyeci Aydınlar Hareketi”nden söz ediliyor. Ülkenin pek çok yerinde örgütlenecek olan “çalışma grupları”nın “bilgi ve fikir üretmesi ve bunların hızla topluma yayılması gerekmektedir” deniyor. Atatürkçü Düşünce Dernekleri (ADD) ile yakın bir koordinasyon kurulması tavsiye edilen raporda, Kuva-i Milliye hareketinin ülke çapında bir dernek çatısı altında toplanması gerektiği belirtiliyor.
***
Son aylarda tanık olduğumuz darbeci örgütlenmelerin deşifrasyonunun son halkasını, yine Taraf gazetesinin ortaya çıkardığı Paksüt-Başbuğ görüşmesi oluşturuyor. Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt ile 30 Ağustos’ta Genelkurmay Başkanı olacak olan Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ 4 Mart 2008’de Genelkurmay Başkanlığı’nda gizli bir görüşme yapıyorlar. Görüşme sırasında Genelkurmay’ın kameraları karartılıyor. Görüşmenin tarihi, CHP’nin anayasadaki türban düzenlemesinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının kısa süre sonrasına ve AK Parti’nin kapatılması Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmasının hemen öncesine denk geliyor.
Taraf gazetesinin görüşmeyi duyurmasından sonra, Paksüt görüşmeyi doğruladı. Ancak “Kuzey Irak’la ilgili deneyimlerini paylaşmak için Başbuğ ile görüştüklerini” belirtti. [Paksüt yüksek yargıdan gelmiyor. Önceki görevinde, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Bağdat Büyükelçiliği’nde görev yapıyor.]
Medyaya ve kitaplara bu kadar açık biçimde yansıyan darbe örgütlenmeleri bir yandan askeri bürokratik elitin pervasızlığını, diğer yandan ise içinden geçtiğimiz bu dönüşüm döneminde iktidarı elinden bırakmamak için olası bütün kanalları kullandığını gösteriyor. AK Parti kapatma davasında gelinen aşamada görüldüğü gibi, Türkiye toplumunun büyük bölümü askeri vesayetle doğrudan hesaplaşmaktan kaçınıyor ve hesabını “sandık”ta görüyor. Askeri vesayet rejiminin en güçlü dayanağını ise, 90’lardan itibaren Kürt sorununun barışçıl bir çözüme kavuşturulamamasıyla gerek “sağ kanat milliyetçilik” gerekse “ulusalcılık” adı altında toplum tabanında gelişen Türk milliyetçiliği oluşturuyor.