İfade Özgürlüğü Bağlamında Çevirmenin Konumu *
Av. Turgut Ağar
İfade özgürlüğü ve bu özgürlüğün sınırları konusuna geçmeden önce, herhangi bir eserde bulunan suç unsurlarından dolayı çevirmenin de yargılanıp yargılanamayacağı ve cezalandırılıp cezalandırılamayacağı sorusuna yanıt aramak gerektiğine inanıyorum.
Bu soruyu yanıtlayabilmek için, öncelikle, çevirinin bir eser olup olmadığı ve çevirmenin de eser sahibi olup olmadığı ve eser sahibi olarak kabulü halinde, orijinal eserin içeriğinden ne ölçüde sorumlu tutulabileceği sorularını yanıtlamamız gerekiyor.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Madde 1B’ye göre “Eser: sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsulleri” anlamına gelir; “Eser Sahibi” ise eseri meydana getiren kişidir.
FSEK Madde 2, 3, 4 ve 5’de, fikir ve sanat eserlerinin çeşitleri ilim ve edebiyat eserleri, musiki eserleri, güzel sanat eserleri ve sinema eserleri olarak sayıldıktan sonra, Madde 6’da işlenmeler ve derlemeler başlığı altında şu tanım verilmektedir: “Diğer bir eserden istifade suretiyle vücuda getirilip de bu esere nispetle müstakil olmayan ve aşağıda başlıcaları yazılı fikir ve sanat mahsulleri işlenmelerdir”. Yine aynı maddede işlenme ve derlemeler sayılmış ve birinci sıraya “tercümeler” konulmuştur.
FSEK Madde 8, birinci bentte, “bir eserin sahibi onu meydana getirendir”; ikinci bentte ise, “bir işlenme ve derlemenin sahibi, asıl eser sahibinin hakları mahfuz kalmak şartıyla onu işleyendir” denilmektedir.
FSEK hükümlerini yorumlarsak, kanun koyucunun, tercümenin de aralarında bulunduğu işlenme ve derleme eserleri asıl eserler grubuna koymadığı ve hem eserleri hem de eser sahiplerini tanımlarken işlenme ve derleme eserleri başka bir statüye soktuğu anlaşılmaktadır.
Bu gerçekten yola çıkarak, kanun koyucunun, eserin içeriğiyle ilgili cezai sorumluluklar konusunda da, işlenme eser sahibi sayılan çevirmeni asıl eser sahibiyle aynı statüde düşünmediği sonucuna varabiliriz.
Evet, çevirinin bir eser olduğu ve çevirmenin de bir eser sahibi olduğu konusunda hiç kuşkumuz yok. Ancak bu tanımlama ve sınıflama, sadece esere bağlı mali ve manevi haklar açısından geçerlidir. Eserin içeriğiyle ilgili cezai sorumluluktan çevirmenin de asıl eser sahibiyle birlikte sorumlu tutulması hukukun özüne ve temel ilkelerine aykırıdır, çünkü cezai sorumluluğu doğuran içeriği yazan ve yaratan sadece eserin yazarıdır. Çevirmenin yaptığı, sadece mesleğini icra etmek ve kendisine verilen bir eseri ücreti karşılığında çevirmekten ibarettir. Eğer aynı mantıkla hareket edersek, o eserin yaratıldığı ve kamuya sunulduğu süreç içinde eser sahibine herhangi bir yolla ilham veren veya yardımcı olan herkesi de, örneğin bir kitabı basan matbaacıyı veya orada çalışan işçileri de (ya da daha da ileri gidersek, ülkemizde bir örneği görüldüğü gibi, cezai sorumluluk doğuran bir haberi okuyan televizyon spikerini de) eserin içeriğinden sorumlu tutmamız gerekmez mi?
Peki, o halde, çevirmenlerin de asıl eser sahibiyle birlikte suçlanmasının hukuki dayanağı nedir?
Bu sorunun yanıtlanması için, öncelikle 5187 sayılı Basın Kanunu’na bakalım.
Basın Kanunu’nun Tanımlar başlıklı 2. Maddesinde, kitap da süresiz yayın tanımı kapsamına alınmış ve aynı maddede eser sahibi şöyle tanımlanmıştır:
“i) Eser sahibi: Süreli veya süresiz yayının içeriğini oluşturan yazıyı veya haberi yazanı, çevireni veya resmi ya da karikatürü yapanı” ifade eder.
“j) Yayımcı: Bir eseri basılmış eser durumuna getirip yayımlayan gerçek veya tüzel kişiyi” ifade eder.
“k) Basımcı: Bir eseri basım araçları ile basan veya diğer araçlarla çoğaltan gerçek veya tüzel kişiyi” ifade eder.
Basın Kanunu’nun “Basın özgürlüğü” başlıklı 3. Maddesi:
“Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.
Basın özgürlüğünün kullanılması, ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak, başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otoritesinin ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir.”
Basın Kanunu’nun “Cezai sorumluluk” başlıklı 11. Maddesi:
“… Süreli yayınlar ve süresiz yayınlar yoluyla işlenen suçlardan eser sahibi sorumludur.”
“… Süresiz yayınlarda eser sahibinin belli olmaması veya yayım sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da yurt dışında olması nedeniyle Türkiye’de yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin diğer bir suçtan dolayı kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi hallerinde yayımcı; yayımcının belli olmaması veya basım sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da yurt dışında olması nedeniyle Türkiye’de yargılanamaması hallerinde ise basımcı sorumlu olur.”
Basın Kanunu’nun “Hukuki sorumluluk” başlıklı 13. Maddesi:
“Basılmış eserler yoluyla işlenen fiillerden doğan maddî ve manevî zararlardan dolayı, süreli yayınlarda, eser sahibi ile yayın sahibi ve varsa temsilcisi, süresiz yayınlarda ise eser sahibi ile yayımcı, yayımcının belli olmaması halinde ise basımcı müştereken ve müteselsilen sorumludur.”
Görüldüğü gibi, Basın Kanunu’nda eser sahipleri arasında çeviren de sayılmasına rağmen, aynı Kanun’da Cezai Sorumluluk konusu işlenirken çevirmenden hiç söz edilmemektedir. Burada yasada bir boşluk bulunduğundan söz edilebilir.
Şimdi, biraz da Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddesine bir göz atalım.
Son günlerde tartışma konusu olan Madde 301’in başlığı “Türklüğü, Cumhuriyeti ve Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama”dır ve Maddenin tam metni şöyledir:
- Türklüğü, Cumhuriyeti ve TBMM’ni alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.
- Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.
- Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.
- Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.”
Bu maddenin ifade özgürlüğünü kısıtlayıp kısıtlamadığı konusuna geçmeden önce, ifade özgürlüğü kavramının ne anlama geldiğine ve hukuktaki yerine bir bakmak gerekir. Ancak tam bu noktada, hukuki ayrıntılara girmeden önce, ifade özgürlüğü konusunu da içeren bazı uluslararası sözleşmelere bir göz atalım.
İfade özgürlüğünü uluslararası düzeyde korumayı amaçlayan belgelerin en önemlilerinden biri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir. Bu Sözleşmeyle koruma altına alınan haklara yönelik ihlâller Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından denetlenmekte ve yaptırıma tâbi tutulmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. Maddesi aynen şöyledir:
- Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlar dikkate alınmaksızın, görüşlere sahip olma ve bilgi ve düşünceleri edinme ve bunları yayma özgürlüğünü içerir. Ancak bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ya da sinema işletmeciliğini izin rejimine tâbi tutmalarına engel değildir.
- Kullanan kişi açısından ödev ve sorumluluk içeren bu özgürlükler; demokratik bir toplumda, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü ve kamu güvenliği gerekleriyle ve kamu düzeninin korunması ya da suçun önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlak, başkalarının şeref, şöhret ve haklarının korunması, gizliliği olan bilgilerin açığa çıkmasının önlenmesi ya da yargı organlarının otorite ve tarafsızlığının sağlanması için gerekli olan ve kanunla konulan kural, usul, koşul, kısıtlama ve cezalara tâbi tutulabilir.”
Ancak birinci fıkrada öngörülen ifade özgürlüğünün ikinci fıkrada belirtilen sebeplerle sınırlandırılabilmesi için üç şartın bir arada bulunması zorunludur. Bu şartlar:
- sınırlamanın kanunla konulması;
- meşru ve haklı bir amaca dayanması ve
- demokratik bir toplumda gerekli olmasıdır.
Sınırlamanın kanunla konulması şartının amacı, temel hak ve özgürlükleri Devletin keyfi müdahalelerine karşı korumaktır. AİHM’sine göre, sınırlamanın kanunla konulması gereklidir, fakat yeterli değildir. Ayrıca bu kanun tüm vatandaşlarca ulaşılabilir olmalı ve belirli bir davranışın sonuçlarını makul olarak gösterebilecek ölçüde açık, kesin ve belirgin olmalıdır. Sınırlamanın meşru ve haklı amaçları Sözleşmenin 10. Maddesinin ikinci fıkrasında sayılan amaçlarla sınırlı tutulmuştur. Sınırlamanın demokratik bir toplum için gerekli olması ve orantılı olması da gerekir. AİHM’nin bu üçüncü şart için öngördüğü kriterlerden biri de “baskın sosyal gereksinim” kriteridir. Orantılılık kriterinde ise, konulan kısıtlama ile elde edilmek istenen amaç arasında orantı olup olmadığına bakılmaktadır. Bir diğer önemli husus da, uyumsuz, rahatsız edici veya şok edici düşüncelerin de ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesidir. Buna rağmen, AİHM’sine göre anti-demokratik görüş ve düşünceler bu 10. madde kapsamında korumaya layık değildir. Örneğin, ırk ayrımını savunan görüşler ve nazi yanlısı politikalar.
İfade özgürlüğünü düzenleyen önemli uluslararası belgelerden bir diğeri de, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir.
BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 19 düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenler:
“Madde 19: Herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, müdahalesiz görüş edinme ve hangi ülkede olursa olsun bilgi ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir.”
Bu bağlamda bahsetmek istediğim bir diğer uluslararası belge, Sivil ve Politik Haklar Uluslararası Paktı’dır. Bu Paktın 19 ve 20. Maddeleri konumuzla doğrudan ilgili ve önemlidir.
“Madde 19:
- Herkes, müdahale olmaksızın fikir ve düşünce özgürlüğüne ve hakkına sahiptir.
- Herkes, ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, her türlü bilgi, fikir ve görüşün ulusal sınırlara bakılmaksızın sözlü, yazılı veya basılı olarak, sanat eserleriyle veya her türlü başka ortam yoluyla serbestçe aranması, alınması ve açıklanması özgürlüklerini içerir.
- Ancak 2. paragrafta bahsi geçen hakların kullanılması, özel görev ve sorumlulukları da beraberinde getirir. Bu nedenle, bu özgürlük belirli kısıtlamalara tâbi olabilir, ancak bu kısıtlamaların kanunla konulması ve (a) başkalarının hakları veya saygınlığını korumak için ve (b) ulusal güvenliğin, kamu düzeninin, halk sağlığının ve moralinin korunması için gerekli olması zorunludur.”
“Madde 20:
- Her türlü savaş propagandası kanunla yasaklanacaktır.
- Ulusal, ırksal veya dinsel nefret yaymak ve ayrımcılık, düşmanlık veya şiddeti teşvik ve tahrik etmek de kanunla yasaklanacaktır.”
Bu uluslararası belgelerde de somutlaştığı gibi, düşünce ve ifade özgürlüğü kavramları, teorik kaynağını doğal hukuk teorisinden ve daha sonra İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinde ve kuruluşundan itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nde genel kabul gören temel insan hakları ve hürriyetlerinden alan hukuk normlarıdır. İfade özgürlüğünün kaynağı olan düşünce özgürlüğünün sınırlanamayacağı açıktır, çünkü düşünce insanın iç tinsel dünyasında yer alan bir eylemdir. Ancak insanın düşüncesi, onun davranışlarını ve sözlerini biçimlendirir ve çeşitli yol ve işlemlerle dışa vurulur. İşte bu noktada ifade özgürlüğü devreye girer. Üstelik ifade özgürlüğü sadece düşüncesini ifade eden kişinin özgürlüğü değil, aynı zamanda bu düşünceyi öğrenme hakkına sahip olan tüm diğer insanların da özgürlüğüdür. Bu nedenle, ilke olarak, ifade özgürlüğünün de sınırsız olması gerekir. Ama bu sınırsızlık aslında kendi içinde sınırları da barındırır, çünkü Stuart Mill’in söylediği gibi, insanlar inançlarına ölecek ya da öldürecek kadar kuvvetle sarıldıklarında, ifade özgürlüğüne en büyük tehdit hükümetten değil, komşularımızdan (yani, diğer insanlardan) gelir. İfade özgürlüğünün gerçekten sınırsız ve tam bir özgürlük olabilmesi için, öncelikle, Voltaire’in de muhatabına söylediği gibi “Görüşlerinize katılmıyorum, ama bu görüşlerinizi rahatça ifade edebilmeniz için canımı feda etmeye hazırım” diyebilmeliyiz, üstelik bunu bize aykırı gelmeyen düşünceleri ifade edenlere değil, tam tersine, çok aykırı gelen görüş ve düşünceleri ifade edenlere de söyleyebilmeliyiz.
İfade özgürlüğü kavramı; insanın haber ve bilgilere ve tabii ki başkalarının fikirlerine de serbestçe ulaşma hakkını ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte (toplantı, dernek, sendika, vb.) her türlü yolla (söz, basın, resim, sinema, edebiyat, vb.) serbestçe ifade etme, anlatma, savunma, başkalarına aktarma ve yayma haklarını ve edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamamasını kapsar.
Dolayısıyla, düşünce özgürlüğü kendi içinden pek çok başka ve bağlantılı temel özgürlükleri de yaratır. Bunların ilki, tabii ki ifade özgürlüğüdür ve bu özgürlüğün kullanım şekli ve alanına göre, basın özgürlüğü, görsel-işitsel iletişim özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, eğitim hakkı, vicdan ve kanaat özgürlüğü, vb. gibi pek çok özgürlük de kaynağını buradan alır. Düşünce ve ifade özgürlüğü, aynı zamanda çoğulculuğun ve demokratik rejimin de ön koşuludur.
Konuya bilgilenme özgürlüğü açısından bakarsak, bu özgürlük bir yanıyla her türlü bilgi ve haberi iletme (enforme etme) özgürlüğünü, bir yanıyla karşılıklı bilgi alışverişi yapma özgürlüğünü, bir yanıyla da bilgi edinme (bilgilenme veya enforme edilme) özgürlüğünü içerir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de açıkça görüldüğü gibi, Avrupa hukukunda düşünce özgürlüğü kavramı, kanaat özgürlüğünden açıklama özgürlüğüne uzanan geniş bir alanda uygulanmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Handyside Kararı ve Lingens Kararı gibi bazı temel kararlarında bu konu şu şekilde açıklanmaktadır: “Demokrasinin işleyişini sağlayan serbest fikri tartışma ve öne sürülen görüşler, gerçeklik değerlendirmesinin dışında tutulurlar, çünkü siyasal toplum ve sivil toplum, kanaatlerin serbest değişimiyle beslenir. Doğru ya da yanlış fikirlerin çatışması, bireylerin kendilerine özgü kanaatler oluşturmalarına olanak verir. Felsefi, ideolojik ya da dinsel konularda, denetim dışı tutulan tüm bu bireysel kanaatler ve toplu anlayışlar karşısında, devlet ve organları tam bir tarafsızlık gözetmekle yükümlüdürler.”
İfade özgürlüğünün sınırsız bir özgürlük olmadığı konusunda herkes hemfikirdir. Önemli olan, kabul edilebilir görülen sınırlamaların hangi kıstaslarla sınırlandırılması gerektiği ve sınırlamayı gerektiren ve gerektirmeyen ifadeleri ayırt etme ölçütlerini iyi belirlemek ve bu ölçütleri her zaman ve her durumda ve tarafsız bir şekilde uygulamaktır. Bir ülke bunu başarabildiği oranda gerçekten demokratik bir ülke olarak kabul edilebilir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu genel bakış açısıyla, ifade özgürlüğüne yönelik müdahaleleri çok sıkı bir denetime tâbi tutmaktadır. Eleştiri ve tartışma alanı mümkün olduğu kadar geniş yorumlanmaktadır. Örneğin, siyasal şahsiyetleri eleştirme hakkı, özel kişiler arasındaki eleştiri hakkından daha geniştir ve bu hak hükümetlerin eleştirilmesi konusunda en geniş olarak yorumlanmaktadır. Genel toplumsal çıkarlara ilişkin tartışmalarda, fikirler hemen hemen dokunulmazdır. Ancak bu hak ve özgürlük, ülkenin iç hukukunun suç saydığı bir eylem veya demokratik kurumlara yönelik şiddet söz konusu olduğunda sona erer. Örneğin, ırklar arası kin ve şiddeti kışkırtıcı nitelikteki ifadeler, bireylere yönelik hakaretten belli bir gruba veya ulusa yönelik hakaretlere kadar değişen yelpazedeki ifadeler, her türlü anayasal ve uluslararası korumanın dışında tutulmaktadır. Bu da son derece mantıklıdır, çünkü ifade özgürlüğünün kendisi de, ancak kamu düzeninin korunduğu, suçun önlendiği veya genel olarak güvenliğin sağlandığı bir ortamda gelişebilir ve varlığını sürdürebilir. İfade özgürlüğünün kendisini ortadan kaldıracak nitelikteki görüş ve düşüncelere de uygulanması, sonuçta ifade özgürlüğünü tamamen ortadan kaldırır. Bu nedenle, sınırlamalar zorunludur.
Şimdi de, bazı diğer ülkelerde düşünce ve ifade özgürlüğüne kanunla getirilen sınırlamalara bir bakalım.
Alman Ceza Kanunu Madde 90’da, Federal Cumhurbaşkanı’nı aleni olarak küçük düşürecek nitelikteki söz veya yazıların üç aydan beş yıla kadar hapisle cezalandırılacağı ve Federal Alman Cumhuriyeti’nin varlığına veya anayasal prensiplerine karşı kasten yapılan eylemlerde cezanın ağırlaştırılacağı, ancak bu suçlarla ilgili dava ve kovuşturmanın ancak Federal Cumhurbaşkanı’nın izniyle açılabileceği belirtilmektedir. Madde 90a’da, aleni olarak, söz veya yazıyla, Federal Alman Cumhuriyeti’ne veya onun Eyaletlerine veya anayasal düzenine yönelik hakaret veya kasti kötüleme eylemlerinin ve Federal Alman Cumhuriyeti veya onun Eyaletlerinin bayrağı, arması, renkleri veya sembollerine yönelik hakaretlerin üç yıl hapis veya para cezasıyla cezalandırılacağı belirtilmektedir. Madde 90b’de ise, Federal Alman Cumhuriyeti veya bir Eyaletinin bir anayasal organı, hükümeti veya anayasa mahkemesine veya onların herhangi bir üyesine yönelik olarak, devletin varlığını tehlikeye düşürecek nitelikte her türlü hakaret ve küçük düşürme eyleminin ve Federal Alman Cumhuriyeti’nin varlığına veya anayasal prensiplerine karşı eylemlere kasten destek olanların üç aydan beş yıla kadar hapisle cezalandırılacağı belirtilmektedir. Ancak bu suç da, hükümetin veya ilgili anayasal organın izniyle kovuşturulabilmektedir.
Fransız Ceza Kanunu’nda “Ulus, Devlet ve Toplumsal Barış Aleyhine İşlenen Cürüm ve Kabahatler” başlıklı IV. Cildin, “Ulusun Temel Menfaatlerine Yönelik İhlâl ve Tecavüzler” başlıklı I. Kısmında Madde 410-1’de öncelikle “Ulusun temel menfaatleri” kavramı tanımlanmaktadır. Tanım aynen şöyledir: “Bu Kısımda geçen Ulusun temel menfaatleri kavramı, ülkenin bağımsızlığını, ülkenin bölünmez bütünlüğünü, güvenliğini, kurumlarının cumhuriyetçi niteliğini, savunma ve diplomasi araçlarını, ülke vatandaşlarının hem Fransa’da hem de yurtdışında korunmasını, ülkenin doğal ortamı ve çevresinde mevcut dengenin korunmasını ve ülkenin ekonomik potansiyeli ve kültürel mirasının korunmasını içerir ve kapsar.”
Bu tanım, bence son derece önemli ve gereklidir. Böylece, neyin koruma altına alındığı açıkça ve anlaşılabilir bir şekilde vurgulanmış olmaktadır.
Fransız Ceza Kanunu’nda “Devlet Otoritesine Yönelik İhlâl ve Tecavüzler” başlıklı III. Kısımda, Madde 431-1’de, ifade, emek (çalışma), örgütlenme, dernek veya gösteri özgürlüğünü tehditle ve bilerek engellemenin bir yıl hapis ve 15.000 Euro para cezasıyla cezalandırılacağı ve bu eylemin şiddet, tahripkâr eylemler veya zarar verme gibi yollarla ikası halinde beş yıl hapis ve 45.000 Euro para cezası verileceği belirtilmektedir.
Görüldüğü gibi, Fransız Ceza Kanunu, içinde ifadenin de bulunduğu temel özgürlüklere yönelik engelleme eylemlerini cezalandıran hükümler de içermektedir.
Bu özgürlükleri kısıtlamaya yönelik maddeler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 10’da sayılan sınırlandırma sebepleriyle uyum içindedir.
Ancak Fransa’da, “Ermeni soykırımı yoktur” demenin cezalandırılacağı yönünde çıkartılan ve bırakın ifade özgürlüğünü, Fransa’yı Fransa yapan temel normlara da aykırı olan ve yasalaşmayacağını ümit ettiğim yasa gibi gariplikler de yaşanabilmektedir. Yine Fransa’da 23 Şubat 2005 tarihinde okullarda sömürgeciliği övmeyi teşvik eden bir yasa kabul edilmiştir. Bu yasanın daha sonra kısmen değiştirilen ve neyse ki bu haliyle yasalaşmayan 4. maddesi tam ibretliktir: “Üniversite araştırma programları, Fransa’nın denizaşırı ülkelerdeki, özellikle de Kuzey Afrika’daki mevcudiyetinin tarihine layık olduğu önemi verecektir.” Fransa’da dil, din ve ırk temel alınarak istatistik araştırması yapmak bile yasaktır. Fransa’da mahalli dil ve şivelere özgürlük tanıyan yasa tasarısı 1999’da reddedilmiştir.
Norveç Ceza Kanunu’nda “Genel Kamu Düzeni ve Toplumsal Barış Aleyhine Cürümler” başlıklı 13. Kısımda, Madde 135’de, Anayasa veya kamu otoriteleri aleyhine aleni bir şekilde hakaret ederek veya nefret uyandırmaya çalışarak ya da nüfusun bir kesimini diğer kesimlerin aleyhine kışkırtarak genel barışı tehlikeye düşüren veya bu suça yardım eden veya iştirak eden kimselerin para cezasıyla veya bir yılı geçmemek üzere hapis cezasıyla cezalandırılacağı ifade edilmektedir.
Araştırdığım ülkeler içinde, İsveç, Hindistan ve Kanada ceza kanunlarında bu konuyla ilgili herhangi bir kısıtlayıcı veya benzeri madde bulamadım.
Şimdi, en önemli son soruyu yanıtlamaya çalışalım: Ne yapmalı?
Türk Ceza Kanunu Madde 301’in özellikle uygulamada ciddi sorunlar yarattığı ve ifade özgürlüğünü derinden yaraladığı son derece açıktır. Bu, artık herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu sorunların neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Madde 301’le doğrudan bağlantılı olmasa da, düşünce ve bilim özgürlüğünü yakından ilgilendirdiği için, Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ aleyhinde “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek ve aşağılama ve hakaret” iddiasıyla açılan ve 1 Kasım’da duruşmaları başlayacak olan davadan söz etmeden geçmek istemiyorum. Bu davaya yol açan eylem, geçen yıl yayımlanan kitabında Sayın Çığ’ın türbanın (baş örtüsü) tarihte ilk kez Sümerlerde tapınak fahişeleri tarafından dinsel ayinler esnasında kullanıldığını yazmış olması. Kısaca, mevcut bazı maddeler, ifade özgürlüğünü Avrupa hukukuna aykırı bir şekilde son derece daraltan ya da dar yorumlanmasına neden olan hükümler içermektedirler.
Peki, yapılması gereken nedir?
Bence, sorunun ikili bir çözümü var. Öncelikle, TCK Madde 301’de geçen “Türklük” kelimesinin anlamı ve kapsamı net bir şekilde açıklanmalı ve yasaya konulmalıdır. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti etnik temele değil, yurttaşlık esasına dayanan bir cumhuriyettir. Konunun bu esas ve özde anlaşılması ve yasada da açıklanması son derece önemlidir. Ayrıca etnik ve ulusal kimliklere yönelik hakaret gibi eylemleri cezalandıran maddeler TCK’da zaten mevcuttur.
Tabii, burada önemli olan bir diğer konu da, haklı ve mantıklı bir gerekçeye dayanmayan suç duyurularında, savcıların suç unsurlarının oluşup oluşmadığını dikkatle incelemeleri ve suçun tüm unsurları oluşmamışsa hiç dava açma yoluna gitmemeleri bence sorunun çözümü yönünde bir adım olacaktır.
Yararlandığım kaynaklar:
- “İnsan Hakları”, YKY
- İfade Özgürlüğü ve Türk Ceza Hukuku”, Ceza Hukuku Derneği Yayınları.
- İbrahim Ö. Kaboğlu, “Özgürlükler Hukuku”
- Terazi Hukuk Dergisi, Sayı 2.
- İlgili kanunlar ve çeşitli makale ve yazılar.
Notlar:
[*] Bu yazı, 07-08.12.2006 tarihlerinde İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Bölümü, Çeviribilim Bölümünün düzenlediği “Çeviri Etiği” sempozyumunda “İfade Özgürlüğü ve Çeviri Etiğie Hukuksal Bir Bakış” başlığıyla yapılan konuşmanın metnidir.