Bu yazı Milliyet Kitap’ta yayımlanmıştır
İlk olarak 1972’de yayımlanan Marshall Sahlins’in “Taş Devri Ekonomisi” kitabı, kısa sürede ekonomik antropolojinin en çok tartışma yaratan eserleri arasına girdi. Önerdiği tezler, özgürlükçü antropoloji olarak adlandırılan yeni bir bakış açısının oluşmasına katkıda bulundu ve ilkel toplumlara ilişkin düşüncemizi önemli ölçüde değiştirdi. Aradan 38 yıl geçtikten sonra nihayet BGST Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılması, yayıncılık dünyamız açısından da ayrıca bir öneme sahip. Demek ki ülkemizde hâlâ temel boşluklarımızı kapatmaya yönelik yayıncılık faaliyetleri varlığını sürdürüyor. Bu arada, kitabın çevirisinin iyi olduğunu ve mesleki olarak antropolojiyle uğraşmayan genel okur kitlesinin metni anlamasını epeyce kolaylaştırdığını da söyleyebilirim.
“Taş Devri Ekonomisi”nin bunca tartışma yaratan tezlerinden birisi neydi? Çağımızın önde gelen antropologlarından Marshall Sahlins, ilk bölümde şu görüşü ileri sürüyor: Avcı ve toplayıcılar, yaşam süresi açısından olmasa bile, ihtiyaçları karşılayabilmek bakımından “bolluk” içinde yaşıyorlardı. İhtiyaçları karşılamak için gerekli çalışma süresini yaşam kalitesinin önemli bir gösteresi kabul edersek, avcı-toplayıcılara günde 3-4 saat çalışmak yetiyordu. Geriye kalan zamanlarını, akrabalarını ziyaret ederek, dinsel ritüellere katılarak, dinlenerek ve uyuyarak geçiriyorlardı. Yani bir bakıma “insan gibi” yaşıyorlardı. Günümüze dek çürütüldüğünü duymadığım bu iddialı tez, kitapta avcı-toplayıcı halkların beslenme kalitesine ilişkin verilerle, saha çalışmalarıyla ve eski gezginlerin günlükleriyle destekleniyor.
İlk bölümde bu tezi geliştiren Sahlins, haklı olarak şu soruyu soruyor: Peki o zaman uygarlığın insanlığı daha ileri götürdüğü gerçekten doğru mu? Ardından, çağımızda bunca açlık ve yoksulluğun olduğunu hatırlatıyor ve kapitalizmin temel bir varsayımını sorguluyor: İnsan, gerçekten çok yoğun bir üretim temposunu gerektirecek kadar sınırsız ihtiyaçlara mı sahiptir? İhtiyaçlarımızı sınırlandırarak mevcut imkânlarımızla daha insanca yaşamak pekâlâ mümkün değil midir?
“Taş Devri Ekonomisi”nin ilkel toplumlara bakışımızı değiştiren asıl önermeleri ise daha farklı. Kitabın yazıldığı döneme kadar ekonomik antropoloji çalışmaları çoğunlukla, ilkel toplumları çağımıza özgü işletme ekonomisi mantığıyla anlamaya çalışıyorlardı. Sanki ilkel ekonomiler, bugünkü egemen üretim ve mübadele biçimlerinin azgelişmiş biçimleri gibiydi; dolayısıyla temelde aynı mantığa tabiydiler.
M. Sahlins, ilkel toplumları ancak kendi gerçeklikleri içinde kavrayabilirsek bilimsel bir antropoloji yapabileceğimizi öne sürüyor. Böylece bize epeyce yabancı bir dünyaya girmeye başlıyoruz: İlkel tarım ve hayvancılık da yapan devletsiz halklar, kapasitelerinin elverdiğinden daha az üretim yapıyor ve kullanabileceklerinden daha az kaynak kullanıyorlar. Egemen üretim tarzı, “hane tipi üretim tarzı”. Yani her hane öncelikle kendi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Salt ekonomik düzeyde bakarsak, hanelerin bu bencilce eğiliminin sonunda kabileyi bir çöküşe götürmesi gerekiyor, çünkü bazı haneler kendi başlarına ihtiyaçlarını karşılayamıyor veya kurak mevsimlerde pek çok hane aynı kaderi paylaşıyor.
Öyleyse bir bütün olarak toplumun ayakta kalmasını sağlayan neydi? “Taş Devri Ekonomisi” işte bu noktada, öz dinamiklerine göre işleyen ekonomik bir yaşamın ilkel toplumlarda var olmadığını öne sürüyor. Bağımsız bir ekonomik evren, modern toplumların bir icadı. İlkel halklarda kabile liderleri (büyük-adamlar) veya şefler, bütün toplum için güvence oluşturan bir üretim temposunu hayata geçiriyorlar. Kabile üyelerinin verdikleri hediyeleri zor günler için ambarlarda bikirtiriyor ve kuraklık gelip çattığında halkın ihtiyaçları için bu kaynakları seferber ediyorlar. Dolayısıyla ekonomi, siyasetin ve dini ritüellerin sürekli devrede olduğu, bütünsel bir toplumsal yaşamın yalnızca bir veçhesini oluşturuyor.
Peki böylece hiyerarşik bir yapı oluşmuyor mu, kabile liderleri ve şefler imtiyazlı bir sınıfa dönüşmüyorlar mı? Epeyce geniş bir antropoloji literatürüne dayanan “Taş Devri Ekonomisi”nden, ilkel toplumlarda hiyerarşinin olduğunu, fakat bunun ayrıcalıklı sınıfların varlığı anlamına gelmediğini öğreniyoruz. Eşitlikçi yapı, büyük ölçüde korunuyor. Hemen aklımaza ilkellerin bunu nasıl başardığı sorusu geliyor. İlkeller, liderlerin-şeflerin asla kalıcı bir birikime sahip olmasına izin vermiyor ve birikimlerini tekrar kabile üyelerine dağıtmalarını sağlıyorlar. İlkel toplumlar, zenginliklerin az sayıda kişinin elinde toplanmasının, eşitlikçi yapıyı tehdit ettiğinin gayet iyi farkındalar. Ayrıcalıklı bir kesim oluşur gibi olduğunda, şeflerin karşısına dikilip “sen de bizden birisin, bu kadar çok şeye sahip olmaman gererik” diyorlar.
“Taş Devri Ekonomisi”, günümüze ve geleceğe dair sonuçlar çıkarabileceğimiz, belki de az sayıdaki antropoloji çalışmasından birisi diyebiliriz.