İnsan Hakları Mücadelesi ve İfade Özgürlüğü: Eren Keskin’le Söyleşi
Söyleşi: Taylan Doğan, Doğan Gürpınar
3 Haziran 2009
[Bu söyleşi, Şubat 2009’da BGST Yayınları tarafından yayımlanan “Türkiye’de İfade Özgürlüğü” kitabında yer almak üzere Temmuz 2008’de yapıldı.]
Taylan Doğan: Eren hanım, bildiğiniz gibi hazırladığımız kitapta insan hakları savunucularının maruz kaldıkları ifade özgürlüğü sorunlarına ayrı bir bölüm ayırdık. Siz bu konuda geniş bir deneyime sahipsiniz. İsterseniz öncelikle bir insan hakları savunucusu olarak hakkınızda açılan davalardan başlayabiliriz. Özellikle de insanların mağduriyetlerini dile getirdiğiniz, bu konularda raporlar hazırladığınız ya da basın açıklamaları yaptığınız için karşılaştığınız ifade özgürlüğü sorunlarından bahsedebiliriz. Ardından da faaliyetlerinizi ve ifade özgürlüğü alanınızı daraltmak için uygulanan yasadışı baskılara, örneğin tehditlere, fiziksel baskılara ve genel olarak insan hakları savunucularını çeşitli yollarla marjinalleştirme çabalarına geçebiliriz.
Eren Keskin: Ben yaklaşık olarak 1990 yılından beri insan hakları hareketinin içindeyim ve 91-92 yıllarından itibaren de sürekli yargılanıyorum. Yargılanmalarımın nedeni esas olarak hep insan hakları hareketi içinde yaptığımız çalışmalar oldu. Ben sürekli olarak hazırladığımız raporlar, bu raporların bir yerlerde yayınlanması ya da bu konularla ilgili yaptığım konuşmalardan dolayı yargılandım. İlk kez 1992 yılında hakkımda dava açıldı. Bölgeye, Kürdistan’a gitmiştik. Yine köy yakmalar, gözaltında öldürme olayları gibi birçok insan hakları ihlali söz konusuydu ve biz bölgeye gitmiştik. Bölgeden döndükten sonra ben Belçika Parlamentosu’nda “Kürt Sorunu ve İnsan Hakları” konulu bir toplantıya davet edildim. O toplantı için bir tebliğ hazırladım. Fakat toplantıya gitmem için Türkiye’den çıkmama izin verilmedi, yani kısacası gidemedim ben bu toplantıya. Gözaltına alındım, sonra bırakıldım; ama toplantının saati geçmişti ve gidemedim. Bu toplantı için hazırladığım yazıyı, “Dünyanın Kürt Halkına Borcu Var” başlığı ile o tarihlerde Özgür Gündem gazetesinde yayınlattık. Ve benim hakkımda Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) 8. Maddesi’nden –ki bu madde o zaman, şu andaki 301’in muadili bir maddeydi– hakkımda dava açıldı. Yine o tarihlerde Doz Yayınları tarafından Paris Kürt Konferansı’nın belgeleri yayınlandı. Ben de o kitabın yayın sorumlusu idim. Her ikisinden de TMY’nin 8. Maddesi’nden yargılanmam başlandı ve 1995’in ilk aylarında hakkımda verilen hapis cezaları Yargıtay’dan da geçerek kesinleşti. Ondan sonra 1995 yılında cezaevine girdim. 6 ay Bayrampaşa Cezaevi’nde kaldım. Burada yargılanmamın nedeni, yani TMY’nin 8. Maddesi’nden yargılanmam için gösterilen gerekçe Kürdistan kavramını kullanmamdı. Bu kavram nedeniyle ben 6 ay cezaevinde yattım. Daha sonra TMY’nin 8. Maddesi’nde, aynen bugün 301’de olduğu gibi ufak bir değişiklik yapıldı; bizim hakkımızda açılan davalar yenilendi ve bizler tahliye edildik. Yargılanmalarımız devam etti. Ama o tarihten sonra benim hakkımda sürekli dava açıldı. Örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin birçok ilinde, özellikle Kürdistan’da panellerde yaptığım konuşmalardan dolayı davalar açıldı. O tarihlerde dava açılmasının nedeni her zaman aynıydı: Kürdistan kavramını kullanmak, gösterilen gerekçe buydu. Yine örneğin devlet güçlerine hakaret etmekten de davalar açılıyordu. Buna da örnek bir tane vereyim. Barış Anneleri, Güney Kürdistan’a gitmişlerdi ve orada barış talebinde bulunmuşlardı. Dönüşte, Silopi’de gözaltına alındılar. 10 tane anneye ve kadına gözaltında cinsel taciz uygulandı. Ben cezaevinde gidip kendileriyle görüştüm, başvurularını aldım, onların başvurularından bir rapor hazırladık. Bu raporu kamuoyuna açıkladığım için yine 159. maddeden –devletin emniyet güçlerini tahkir ve tezyif etmek diye niteleniyordu– hakkımda dava açıldı. Ama bu arada benim hakkımda açılan davaların sayısı yaklaşık 200’ü bulmuştu. Bunun nedeni de şuydu: Tabii hepsi TMY’nin 8. maddesinden ya da Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 312 ya da 159 gibi maddelerden açılmıyordu. Bir kısmı da İnsan Hakları Derneği (İHD) adına yaptığımız basın açıklamalarından açılıyordu, içeriğinde hiçbir şey bulunmasa bile izinsiz basın açıklaması yapmaktan dava açıyorlardı. Öyle bir şey ki artık bir dönem hakkımda 200 tane dava oldu ve ben bu davalara yetişmekten artık kendi işimi yapamaz oldum. Yani her gün, günde 4-5 tane davaya sanık olarak gitmek zorunda kalıyordum. Öyle bir ağır dönem geçirdik. Tabii bu arada yargılandığım ve cezaevinde yattığım dava nedeniyle Baro da meslekten yasaklanmam için hakkımda bir soruşturma başlattı. O tarihlerde Yücel Sayman Başkanlığı’ndaki İstanbul Barosu düşüncenin suç olamayacağını söyleyerek bu talebi reddetti. Bunun üzerine dosya Barolar Birliği’ne gitti ve Barolar Birliği benim bir yıl meslekten yasaklanmama karar verdi. Meslekten yasaklanma gerekçem de yine Kürdistan kavramını kullanmamdı. Kürdistan kavramının kullanılmasının bölücülük anlamına geleceği, bunun da avukatlık göreviyle bağdaşmayacağı söylenerek bir yıl da meslekten yasaklandım.
T. D: İHD adına basın açıklaması yaptığınız için hakkınızda çeşitli davalar açıldığından söz ettiniz. Örneğin, ne tür mağduriyetleri dile getirdiğiniz için bu tür baskılara maruz kaldınız?
E. K: İçeriğinden dolayı dava açılanlar genel olarak işkence açıklamalarımızdı. Kürdistan’da yaşanan hak ihlalleri, gözaltında kayıplar gibi. Daha doğrusu devletin kırmızı çizgilerini rahatsız edecek konularda yaptığımız açıklamalarda TMY’den ya da TCK’nın 159. veya 312. maddelerinden dava açılıyordu. Ama devleti çok rahatsız etmeyecek konular yüzünden de açılan davalar vardı. Mesela bir işçinin işten atılması, bir çocuğun zorla çalıştırılması gibi sistemi çok rahatsız etmeyen konularda da bu sefer izinsiz basın açıklaması yapmaktan dava açılıyordu. Esas amaç sanıyorum yıldırmaktı. Yani iş yapmamızı engellemekti.
Ama benim özellikle 159. ve 312. maddelerden yargılanmama neden olan olaylar, somut işkence olaylarını açıklamak, özellikle tecavüz olaylarını açıklamaktı; çünkü bu tür açıklamalar devleti son derece rahatsız ediyordu. Özellikle gözaltında kadınların yaşadıkları tecavüz olaylarını açıkladığım için hakkımda çok sayıda dava açıldı.
T. D: Somut birkaç örnek verir misiniz?
E. K: Örneğin kamuoyuna Ş. E. davası diye yansıyan ve Mardin’de gözaltında tecavüze uğrayan bir kadınla ilgili olarak 400’den fazla asker hakkında dava açılmıştı. Bu konuyla ilgili devletin emniyet güçlerini tahkir ve tezyif ettiğim gerekçesiyle benim hakkımda dava açıldı. Yine örneğin Fatma Tokmak ve oğlu Azat’la ilgili –ki 3,5 yaşında bir çocuk işkence görmüştü– yaptığım açıklama ile ilgili dava açıldı. Gebze’de, Dersim’de, Adıyaman’da, Urfa’da, Doğu Bayezıt’ta, Muş’ta yine kadınların gözaltında yaşadıkları taciz ve tecavüz olaylarını anlattığım gerekçesiyle hakkımda davalar açıldı. Bunların bir kısmı hâlâ devam ediyor. Dediğim gibi işkence nedeniyle yaptığım açıklamalardan dolayı devletin emniyet güçlerine hakaret etmekten açılıyordu davalar.
T. D: Davalarda dile getirdiğiniz olayların gerçekliği sorgulanıyor muydu? Örneğin yaptığınız beyanlar gerçek dışı olabilir ve toplumda bir infial yaratabilir, belki bu noktada hakkınızda dava açılmasında bir haklılık payı olabilir. Yargılamalarınız sırasında öne sürdüğünüz hak ihlallerinin gerçek olup olmadığı araştırılıyor muydu?
E. K: Hayır, hiçbir şekilde. Ben hiç böyle bir şeye rastlamadım açıkçası. Bu da işkencenin devlet politikası olması ile ilgili bir şey. Yani biz işkence devlet politikasıdır derken suçlu olan sadece işkenceyi uygulayan polis ya da jandarma değil; onları sorgulamayan savcılar da, dava açılsa bile yeterli bir biçimde yargılamayan hâkimler de ya da işkenceyi belgelemeyen adli tıp hekimleri de suçlu. Hepsi bu sistematiğin parçaları durumunda. İşkence bir devlet politikası olduğu için de hiçbir zaman vakaların aslına gidilmiyordu.
Doğan Gürpınar: Siz savunmalarınızda bu ihlallerin gerçekliğiyle ilgili kanıtlar sunuyor muydunuz?
E. K: Tabii ki, örneğin açıklama yaptığımız olayla ilgili doktor raporlarını sunuyorduk mahkemeye, ama bunların hiçbiri araştırılmıyordu. Burada mahkemelerin baktığı şuydu: “Bunlar devlete zarar vermek, emniyet güçlerini karalamak için bu açıklamaları yapıyorlar, bu olayın aslı yoktur.” Cezaları da bu şekilde veriyorlardı.
T. D: Örneğin Susurluk olayı sırasında Meclis’te kurulan araştırma komisyonunda yaygın şekilde köy boşaltmaların olduğu resmen kabul edilmişti. Dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda devletin rutinin dışına çıkarak yasadışı yöntemlere başvurduğu itiraf ediliyordu. İnsan hakları ihlallerinin devlet tarafından kabul edildiği bu tür dönüm noktalarının davalarınız üzerinde olumlu bir yansıması olmadı mı?
E. K: Olmadı. Benim davalarımda olmadı. Şöyle bir örnek vereyim. Ben son olarak, Danıştay saldırısı ile ilgili Alman Der Tagesspiegel gazetesine verdiğim röportajdan dolayı ceza aldım. Ben o saldırının Türkiye’de Özel Harp Dairesi tarafından planlandığını düşündüğümü söylemiştim ve ben bu nedenle ceza aldım; dosya şu anda Yargıtay’da. Bugün Ergenekon operasonu çerçevesinde bu saldırıyı doğrudan Özel Harp Dairesi demeseler de, Ergenekon örgütünün yaptırdığı iddia ediliyor. Şimdi merak ediyorum, Yargıtay nasıl bir karar verecek …
T. D: İsterseniz ikinci soruya geçelim. Sizin dışınızda, meslektaşlarınız insan hakları ihlallerini kamuoyuna duyurdukları için ne tür ifade özgürlüğü kısıtlamalarıyla karşı karşıya kaldılar. Bu konuda örnekler verebilir misiniz?
E. K: İnsan hakları savunucularının kamuoyuna açıklama yaparken kullandıkları dil çok önemli tabii. Örneğin Kürdistan kavramını kullanan herkese dava açılıyordu, ama bu kavramı herkes kullanmıyordu. Yine aynı şeyleri söyleyebilirsiniz, aynı işkence olaylarını açıklayabilirsiniz, ama kullanılan dil önemli. Sanıyorum hakkımızda çok dava açılmasında benim ve benim gibi birkaç arkadaşımızın kullandığı dil de etkiliydi. Mesela ben her zaman Kürdistan kavramını kullandım. Her zaman ordunun siyaset üzerindeki egemenliğini dile getirdim ya da orduyu demokrasinin önündeki en büyük engel olarak gördüğümü söyledim. Bu tarz söylemlere kesin dava açılıyor, ama aynı olayı daha yumuşak ifadelerle açıklayan bazı arkadaşlarımıza dava açılmıyordu. Örneğin Vedat Aydın’a çok dava açılırdı. Vedat Aydın Diyarbakır İHD Şube yöneticisiydi ve sonradan öldürüldü zaten. Vedat Aydın’a çok dava açılmasının nedeni ifade tarzından hiç ödün vermemesiydi. O da Kürdistan kavramını çok kullanırdı, “gerilla” derdi. Mesela gerilla kavramına bile dava açılıyordu. Benim hakkında en çok dava açıldığını bildiğim insanlardan biri Vedat Aydın’dır. Ayşe Zarakolu’na da çok dava açılıyordu. O da aynı kavramlara çok angajeydi.
T. D: Peki daha genel bir tabloya ulaşmak için şunu sormak istiyorum. İnsan hakları ihlallerinin yoğun olduğu 90’lı yıllarda köy boşaltmalar ve diğer mağduriyetler hakkında yapılan duyurulardan dolayı insan hakları savunucularına ve örgütlerine sistematik olarak davalar açılıyor muydu?
E. K: Tabii ki, her şeye dava açılıyordu. Örneğin, Şırnak’ın devlet tarafından bombalanmasıyla ilgili olarak –biliyorsunuz Şırnak’ı yerle bir ettiler– İHD’nin açıkladığı rapora dava açıldı. Lice olayları ile ilgili yapılan açıklamalara dava açıldı. 1994 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde katliam yapıldı. Kafaları parçalanmak suretiyle 11 kişi öldürüldü ve bunu açıkladığı için İHD’ye dava açıldı. Üstelik biz oraya gittiğimizde bizi öldürmek istediler. Bize ateş açıldı. Biz gittik, rapor hazırlamak üzere girdik ve çıktık. İstanbul’a dönerken bize ateş açıldı. Arkasından hazırladığımız rapora dava açıldı. O dönemde dediğim gibi o kadar çok dava vardı ki! Yaptığımız her açıklamaya, hazırladığımız her rapora istisnasız dava açılıyordu.
T. D: İsterseniz 90’lı yıllarda insan hakları savunucularının maruz kaldıkları yasadışı baskılara geçebiliriz. Bu anlamda, insan hakları savunucuları ve kurumlar ne tür baskılarla karşı karşıya kalıyorlardı
E. K: O dönemde ikili bir baskı yaşıyorduk. Şöyle ki bir yandan dava açılıyordu, diğer taraftan fiziki baskılar yaşıyorduk. Örneğin şubelerimiz bombalanıyordu. Şu anda tarihlerini net hatırlayamıyorum ama sanırım 91 ya da 92’de Diyarbakır ve Van şubelerimiz bombalandı. Üyelerimiz öldürülüyordu. 14 İHD üyesi öldürüldü. Akın Birdal 98’de vuruldu. Vedat Aydın ise daha önce öldürülmüştü. Zaten o ilkti, ondan sonra fazlalaştı. Gözaltında kaybedilen çok sayıda üyemiz oldu. Biz o zaman davaları düşünemiyorduk bile, hiç umursamıyorduk. Yani dava nedir ki! Herkesin yaşam hakkı söz konusuydu. Ayşe Zarakolu ile aynı tarafta, Küçükyalı’da oturuyorduk. Dernek toplantılarından çıkışta evimize giderken her gece bizi bir araba takip ederdi. Tehditler ve kurt işaretleriyle … evlerimize böyle gidiyorduk. Biz o zaman hakkımızda açılan davaları düşünmüyorduk bile.
Fakat 90’lı yılların sonundan itibaren bu tür olaylar azaldı, bitmeye yüz tuttu. Artık gözaltında kaybetmeler azaldı, öldürme olayları biter gibi oldu. Sonra biz davalarımızla ilgilenmeye başladık. Yavaş yavaş cezaevine girmeye başlayınca, davaları ciddiye almaya başladık. Ben kendimden örnek vereyim. Benim hakkımda verilen karar kesinleşmişti. Hiçbirimiz kaçmadık, bürolarımıza gidip geliyoruz. Hakkımızda karar kesinleşmiş, her an alabilirler; ciddiye almıyorduk, çünkü o kadar çok hak ihlalleri vardı ki! Her gün insanlar öldürülüyor, köyler yakılıyor, biz davaları düşünmüyorduk bile. Ama bizi bürodan alıp cezaevine koyduklarında, tabii kafamıza dank etti. Yani birçok insan böyle yaşadı.
T. D: Peki insan hakları savunucuları üzerindeki baskılar nasıl bir evrim izledi? Mesela 2000’li yıllarla birlikte Avrupa Birliği (AB) süreci işlemeye başladı. Özellikle 2001-2004 yılları arasında reform paketleri kabul edildi. Bu sürecin insan hakları savunucuları üzerinde her düzeyde uygulanan baskılar açısından nasıl bir etkisi oldu?
E. K: Demin söylediğim gibi, insan hakları savunucuları 90’lı yılların başından 99’lara kadar çok fazla fiziki hak ihlali yaşadılar: Öldürme, gözaltında kaybetme, bombalama gibi. Tabii ki bu arada davalar da açılıyordu. Şunu da belirtmek gerekiyor: 2001-2002’ye kadar bizim gözaltına alınmadığımız hafta yok gibiydi. Ben kaç kere gözaltına alındığımızı bile bilmiyorum, çünkü nedense her hafta sonu yaptığımız basın açıklamalarına polis saldırırdı ve bizler gözaltına alınırdık. Ama 2000’li yılların başından itibaren, özellikle AB sürecinin daha fazla tartışılması ile birlikte insan hakları savunucularına yönelik gözaltı olayları birden bire kesildi. Yani biz artık dayak yemiyoruz, rahat rahat basın açıklaması yapabiliyoruz. Hakikaten birden bire kesildi. Biz de şaşırdık. Birden bire gözaltına alınmamaya başladık. Fakat 2000’li yılların başından itibaren bu sefer de dava bombardımanı yaşadık. Her yaptığımız açıklamaya dava açmaya başladılar.
D. A: Yani AB süreciyle birlikte davaların sayısında artış oldu, öyle mi?
E. K: Eskiden, yani fiziki saldırıyı yaşadığımız dönemde içerikten dolayı açılıyordu, işte Kürdistan kavramını kullanmışlar, gerilla demişler, davalar böyle gerekçelendiriliyordu. Ama daha sonra, yani bizi gözaltına alıp dövmekten vazgeçtikten sonra bu sefer her açıklamaya, içeriğinde hiçbir şey de olmasa izinsiz basın açıklaması yapmaktan davalar açılıyordu. Bu bir politikaydı bize göre.
T. D: AB sürecinin başlamasından sonra günümüze kadar hep bu şekilde mi devam etti baskılar?
E. K: Evet, böyle devam etti, dava bombardımanı şeklinde … yani yöntem değişikliği oldu.
T. D: Yani AB’nin böyle bir faydası oldu.
E. K: Evet. Ama ben tabii bunu sadece bilinen insan hakları savunucuları, İHD yöneticileri açısından söylüyorum. Başka insanlara yönelik fiziki baskılar devam etti tabii. Ama bizim açımızdan durum hakikaten böyle oldu. Bu arada 1997 yılında yaşanan bir olayın çok etkisi oldu diye düşünüyorum. Ondan sonra fiziki baskılarda bir yavaşlama başladı. Ben o zaman Uluslararası Af Örgütü aracılığıyla Almanya’da, Alman Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’le bir görüşme yaptım. Bana “benden beş tane talepte bulunun, ne yapabiliriz Türkiye ile ilgili?” diye sordu. Biz de en başta Türkiye’ye silah satmayın gibi şeyler söyledim. Klaus Kinker bir hafta sonra Türkiye’ye geldi ve bizimle bir kez daha görüşme yaptı. Ondan sonra birden bire polisin bize karşı tavrı değişti. Daha sonraki AB sürecinin de insan hakları savunucularının gördükleri fiziki baskı açısından çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Gördük, yaşadık bunu. Ama dediğim gibi o tarihlerden sonra dava bombardımanı başladı ve bence hâlâ da devam ediyor. Yalnız şunu da söylemek gerekir: Üç yıl önceye kadar izinsiz basın açıklaması dolayısıyla çok yoğun olarak dava açılmaya devam etti. Ama son üç yıldır davalarda bir azalma var. Yani derneğin yaptığı açıklamalar yüzünden açılan davalar konusunda bir azalma olduğunu söyleyebilirim. Tabii bunun Dernekler Kanunu’nun değişmesiyle, düşünce ve ifade özgürlüğünün daha çok tartışılmaya başlanmasıyla ilgisi var. AB süreci, Uluslararası Af Örgütü’nün raporları, bunların hepsi etkiliyor diye düşünüyorum.
T. D: Şimdi başka bir konuda görüşlerinizi almak istiyoruz. Sizce Türkiye’de insan hakları ihlallerinin insan hakları savunucuları tarafından duyurulması neden bu kadar yaygın şekilde engelleniyor? Neden insan hakları savunucularına yasal ve yasadışı baskılar, hatta zaman zaman öldürmeye kadar varan baskılar uygulanıyor? Siz devlet açısından tehlikeli olabilecek siyasi bir faaliyet içinde değilsiniz. Örneğin kalkıp PKK propagandası yapmıyorsunuz. Aslında büyük ölçüde gerçek vakalardan bahsediyorsunuz. Devletin çekinceleri nedir ki sizlerin ifade özgürlüğünüz ağır şekilde kısıtlanıyor?
E. K: Öncelikle şunu söylemek gerekiyor. İHD, 12 Eylül askeri darbesinden sonra kurulan ilk sivil toplum örgütüydü. Uzun yıllar sessiz kalan toplum, İHD ile birlikte birden bire konuşmaya başladı. Cezaevindeki mahpusların haklarından söz edilmeye başlandı. İHD aslında bir süre sadece cezaevleri ile ilgilendi. O dönemde çok yoğun bir baskı yaşamıyorduk. Ama ne zaman ki Türkiye’nin temel meselesi olan Kürt sorununa el attı, yani insan hakları savunucuları cezaevi olaylarının dışında başka sorunlar olduğunu da dile getirmeye başladılar, ondan sonra ağır baskılar başladı. İHD’deki bu değişim çok açık şekilde 1990 Kongresi ile başladı. İHD’nin 1990 Kongresi’nde ilk kez Vedat Aydın Kürtçe bir konuşma yaptı. Bu bir ilkti ve o gün orada insan hakları savunucuları ayrıştılar. Bir tarafta Vedat Aydın’ı destekleyenler vardı, öbür tarafta Vedat Aydın’a karşı çıkanlar. Bir kişi dışında divanda oturan insan hakları savunucuları divanı terk ettiler. Orada aslında insan hakları savunucuları bölünmüş oldu.
T. D: Yani ilk bölünme Kürtçe konusunda yaşandı, öyle mi?
E. K: Evet, tabii. “Türkçe konuşun” diye uyardılar Vedat Aydın’ı. Vedat Aydın Kürtçe konuşmaya devam etti ve bence tabiri caizse, İHD’nin bileti o gün kesildi. Çünkü o güne kadar “Kürt yoktur” dendi, ama en büyük sivil toplum örgütünün kongresinde ilk kez Kürtçe konuşan bir adam çıktı ve o gün orada onu destekleyen büyük bir kalabalık oluştu.
O gün Vedat Aydın ve onun söylediklerini Türkçeye çeviren Ahmet Zeki Okçuoğlu gözaltına alındılar. O zaman Kürtçeyi yasaklayan bir madde vardı, sanırım 2532 sayılı yasaydı bu. [1] İHD hemen ardından Kürtçeye Özgürlük Kampanyası başlattı. Hemen ardından, yani bir yıl sonra Vedat Aydın öldürüldü. Ondan sonra da zaten ölüm olayları, gözaltında kaybedilme olayları çok yoğunlaştı.
İHD neyi yapıyordu o dönem? Biz siyaset yapmıyorduk, ama hakikaten devleti çok rahatsız eden konularda çalışmalar yapıyorduk. Birey olarak insanların yaşadıkları acıları dile getiriyorduk. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her şeyi insanların acılarından yola çıkarak anlatıyorduk. Bir insanın öldürüldüğünü, bir insanın gözaltında kaybedildiğini, o annelerin acılarını anlatıyorduk. Bu çok geniş bir kesimi olmasa bile yine de toplumu etkiliyordu. Bir de uluslararası kamuoyu devleti çok rahatsız ediyordu, çünkü İHD’nin uluslararası bağlantıları oluştu. Biz yaptığımız her şeyi uluslararası kamuoyu aracılığıyla, Helsinki Watch, Uluslararası Af Örgütü gibi kurumlar aracılığı ile duyurmaya başladık.
T. D: Tabii uluslararası kamuoyuna insan hakları ihlallerini duyuran kuruluşlar Türkiye’deki durumla ilgili verileri İHD’den alıyordu.
E. K: Tabii, hepsini bizden alıyorlardı. Nerede bir olay olsa, bir cezaevinde ya da ev baskınları sırasında, hemen anında oraya gidiyor, rapor hazırlıyorduk. Örneğin Kürdistan’da, Şırnak’ta, Lice’de, Cizre’de bir katliam oluyordu, insan hakları savunucuları her yere gidiyordu ve bu devleti çok rahatsız etti. Çünkü ilk kez 12 Eylül döneminden sonra bir kurum çıktı ve her şeyi göze alarak bunları açıklamaya başladı. Bu devleti çok rahatsız etti ve o nedenle çok yoğun bir baskı süreci yaşadık. Ben o dönemde insan hakları mücadelesinin hakikaten büyük bir işlev gördüğünü düşünüyorum. İHD çok önemli işler yaptı. Mesela Ermeni soykırımı, Kürt meselesi, Kıbrıs meselesi, türban meselesi gibi sistemin kırmızı çizgileri söz konusu olduğunda İHD çok net oldu.
T. D: Belki Cumartesi Anneleri gibi muhalif bir örgütte yer almayan, halktan insanların her Cumartesi gidip sessizce ölümleri protesto etmesi toplum üzerinde ciddi bir etki yaratıyordu ve devlet bundan rahatsız oluyordu.
E. K: Fakat ben devleti asıl rahatsız edenin insan hakları savunucularının iç kamuoyuna değil, dış kamuoyuna yaptığı açıklamalar ve o yöne doğru yaptıkları çalışmalar olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye’de zaten iç kamuoyunun hâlâ birçok şeyden haberi yok ya da haberdar olmak istemiyor. Bizim toplumumuzda öyle bir yapı var, ama devleti asıl rahatsız edenin insan hakları savunucularının dış kamuoyuna yaptığı açıklamalar olduğunu düşünüyorum.
T. D: Fakat örneğin İHD Cumartesi Anneleri eylemlerine devam edebilmiş olsaydı, insan hakları kurumlarının ifade özgürlüğü bu kadar kısıtlanmamış olsaydı, iç kamuoyu da insan hakları ihlalleriyle daha fazla ilgilenmeye başlayabilirdi sanıyorum.
E. K: Ama Cumartesi Anneleri’ne devam edemeyişimizin nedeni aynı zamanda bizim kendi içimizde insan haklarına bakışımızla da ilgiliydi. Cumartesi Anneleri meselesi politikleşmeye başladığı anda, yani bazı gruplar oraya gelip siyasi sloganlar atmaya başladığında bitti. Devletin baskısının yanında bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum. Cumartesi Anneleri’nin başarısı şuradaydı: Sıradan kadınlar sadece anne olma noktasından çıkarak, politika ile hiç ilgilisi olmayan kadınlara ve erkeklere, annelere ve babalara, “bir gün sizin çocuğunuz da kaybolabilir, bu olabilir” dediler. Bence başarısı oradaydı, ama ne zaman ki politik gruplar bunu kullanmaya başlamak istediler, biz kendi içimizde de o zaman ayrışmalar yaşadık.
T. D: Ben de bazen destek vermeye geliyordum. O dönemde destek vermek için bile en azından gözaltına alınmayı göze almak gerekiyordu. İHD’de çalışmak, insan hakları savunuculuğu yapmak ise zaten kahraman olmak gibi bir şeydi. Cumartesi Anneleri gibi bir eyleme katılmak bile cesaret gerektiriyorsa, o zaman iç kamuoyunun hak ihlallerinden habersiz olması biraz normal değil mi?
E. K: Tabii ki normal. O kadar büyük korkular yaşatılmış, yaşam korkusu yaratılmış, işten atılma korkusu yaratılmış, işkence görme korkusu yaratılmış. Toplum bu korkularla zaten sindirilmiş durumda. O nedenle ben kimseyi yargılamıyorum. Ama tekrarlıyorum, ben devleti asıl rahatsız edenin hakikaten uluslararası kamuoyuna yönelik çalışmalar olduğunu düşünüyorum. Mesela heyetlerin gelmesinden müthiş rahatsızlık duyuyorlardı. O tarihlerde İHD’nin Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan hak ihlallerine yönelik çağrılarıyla yurtdışından çok fazla heyet geliyordu. Bu heyetler devlet yetkililerini müthiş rahatsız ediyordu. Bu heyetler de baskı görüyorlardı, gözaltına alınıyorlardı. Ondan sonra gidip yurtdışında açıklama yapıyorlardı. O dönem yurtdışındaki destek çok yoğundu. Bugün ise o kadar büyük bir destekten söz etmek mümkün değil.
T. D: İsterseniz bu şekilde bir sonraki soruya geçmiş olalım. Size göre insan hakları savunucularının ifade özgürlüğü alanının genişlemesi, Türkiye’nin demokratikleşmesine nasıl bir katkı sunabilir? İsterseniz 90’lı yıllara geri dönelim. Her şeyin aynı kaldığını, fakat ifade özgürlüğü konusunda insan hakları örgütlerinin üzerindeki sistematik baskıların bu denli yoğun olmadığını varsayalım. Diyelim ki İHD Cumartesi Anneleri eylemini üç yıla yakın bir süre değil, 10 yıl boyunca sürdürebilseydi bunun toplum üzerinde ne gibi pozitif etkileri olurdu?
E. K: Bir kere her şeyden önce bugün tartışılan Ergenekon operasyonları çok daha önceden başlardı diye düşünüyorum. Çünkü yaşanan bütün bu hak ihlallerinin, devletin derin ve gizli yapısıyla, militarizmin sivil siyaset üzerindeki etkisiyle ilişkisi olduğu kesin. Bunların hiçbirini birbirinden ayıramazsınız. Eğer bizler daha rahat konuşabilseydik, baskı görmeseydik, arkadaşlarımız öldürülmeseydi, gözaltında kayıplar olmasaydı, topluma gerçekler çok daha kolay anlatılabilirdi. Sadece insan hakları savunucuları açısından değil, genel olarak siyasiler açısından da bu böyle. Herkes çok daha çabuk algılamaya başlardı. Biz kendi evimizin içindeki insanları dahi inandıramamıştık. Ergenekon operasyonu ile birlikte şimdi benim annem babam, bana “bütün dedikleriniz doğru çıkıyor, bak bunları ilk başta anlamıyorduk” diyorlar. Bırakın toplumu, evimizdeki insanlar bile bunu söylüyor. O nedenle her şey çok daha çabuk olurdu. Demokratikleşmeden korkuyorlar, bu çok normal. Çünkü bu kapalı sistem, başka türlü devam edemez. O nedenle her alandaki normalleşmenin demokratikleşmeye çok fazla etkisi olacağı kesin tabii ki.
T. D: Eren Hanım, şimdiye kadar hep devlet kaynaklı baskılardan bahsettik. Şimdi insan hakları savunucularının ifade özgürlüğünün kısıtlanmasında rol oylayan diğer kurumlara geçebiliriz. Örneğin şimdiye kadar ana-akım medyada insan hakları savunucularının çeşitli şekillerde karalandığına ya da yasadışı bir örgütün uzantısıymış gibi gösterildiğine tanık olduk. Bu bakımdan ana-akım medyanın rolünü nasıl görüyorsunuz?
E. K: Ben Türkiye’de yasama, yürütme, yargı kurumlarının ve büyük medyanın bütünüyle militarizme bağımlı olduğunu düşünüyorum. Bizim önümüzdeki en büyük engellerden biri her zaman büyük medya oldu. Büyük medyada İHD ile ilgili haberler, ancak biz saldırıya uğradığımızda çıktı. Örneğin en çok haber Akın Birdal vurulduğunda çıktı. Ya da bir derneğimiz bombalandığında haber olduk. Ama büyük medya tarafından hep PKK örgütünün yan örgütü olarak sunulduk kamuoyuna.
T. D: Peki ana-akım medyada hak ihlalleri ne kadar yer aldı? Raporlarınız ya da basın açıklamalarınız?
E. K: Hiç, hemen hemen hiç. 2001-2002 yıllarında cezaevi operasyonu ile birlikte, yani F tipi sisteme geçişle birlikte İHD’nin raporlarının büyük medyaya yansıması az da olsa başladı. Ondan önceki yıllarda biz küçücük bir haber olarak dahi yer almıyorduk gazetelerde. Yer aldığımızda da aleyhimize haberler yapılıyordu zaten. Örneğin ben, Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde onun avukatlığını alanlardan birisiydim. Yıllardır Kürt örgütlerinin davalarına giren avukatlar olmamıza karşın, yaşam hakkımızı etkileyecek saldırılara neden olacak yayınlar yapıldı. Aynı zamanda benim kadın kimliğim üzerinden de yayınlar yapıldı. Mesela Öcalan’ın avukatı olup da hiçbir erkek avukat hakkında yazılmayan şeyler, benim hakkımda yazıldı. Çok iğrenç haberler yayınlandı. Öcalan’la benim ilişkim olduğuna dair haberler dahi yapıldı. Biz o dönemde 6 ay evimize gidemedik. Evimize “Ne mutlu Türküm diyene” pankartı, kocaman bir Türk bayrağı asıldı. Evimizin yan tarafında sürekli kontrgerilladan kişiler bekliyordu ve biz altı ay evimize giremedik. Sokaklarda saldırılara uğradık. Hep medyada çıkan haberler nedeniyle oldu bunlar.
Mesela biz Şırnak katliamını açıklıyorduk, büyük medya bizi “işte yine PKK’yi savundular” şeklinde lanse ediyordu. Doğal olarak bu durum bize yönelik tehditleri yoğunlaştırıyordu. Türk İntikam Tugayı (TİT) tarafından sürekli mektupla, telefonla tehdit ediliyorduk. Örneğin bugün Ergenekon’dan tutuklu olan Sevgi Erenerol, beni İHD’de hemen hemen her gün arayıp tehdit ediyordu. 2001 yılında silahlı saldırı yaşadık. Bunlar hep medyada çıkan haberler gerekçe göstererek yapıldı. Yani medya, bize yönelik fiziki baskılarda bir araç olarak kullanıldı. Akın Birdal’ın 1998 yılında vurulması, şu ünlü Andıç olayının ardından gerçekleşti. Akın Birdal hakkında birçok haber yayınlandı ve bu haberlerin yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra Akın Birdal vuruldu. Medya, insan hakları savunucularına yönelik baskılarda açıkça devlet tarafından bir araç olarak kullanıldı.
T. D: Şimdi isterseniz ana-akım medya gibi devletle bu kadar güçlü bağlar içinde olmayan, Türkiye’de liberalleşmeyi savunan sivil toplum kuruluşları alanına geçelim. 2000’li yıllarla birlikte insan hakları meselesi gerek liberal diyebileceğimiz üniversitelerde gerekse STK’larda popüler bir konu haline geldi. Çeşitli konferanslar, toplantılar yapıldı. Fakat bu toplantıları ve akademik faaliyetleri daha yakından incelediğimizde, 90’larda gelişen insan hakları hareketinin birikiminden yeterince yararlanılmadığını gözlemleyebiliyoruz. Örneğin bildiğim kadarıyla akademide, 90’lardaki köy boşaltmalar konusunda İHD’nin ya da Göç-Der’in verileri değil, Hacettepe Üniversitesi’nde hazırlanan yarı-resmi bir raporun verileri kabul görüyor. [2] Zorunlu göç konusunda yüksek lisans tezi hazırlayan bir arkadaşım, İHD’nin verilerinin üniversitelerde objektif veriler olarak kabul edilmediğini söylemişti. Bir başka örnek olarak, Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “Geçmişle Yüzleşme” konferansını [3] gösterebiliriz. İlginç bir şekilde, insan hakları savunucuları bu toplantıya davet edilmemişlerdi. İnsan hakları ihlalleriyle bağlantısı olan etkinliklerde,insan hakları aktivistlerinin görüşlerine yeterince başvurulmuyor. Ben insan hakları örgütlerinin sivil toplum alanında da bir tür marjinalleştirmeyle karşı karşıya olduğunu gözlemliyorum. Siz bu gözleme katılıyor musunuz?
E. K: Evet, ben çok doğru bir gözlem olduğunu düşünüyorum ve bunun en başta şununla ilgisi olduğu kanısındayım: İHD, devlet tarafından çok marjinalleştirildi. İHD, en başından beri adeta PKK’nin yan örgütü olarak kamuoyuna lanse edildi. Ve ben bunun, kendilerini muhalefet kesiminde tanımlayanlar açısından da bir ön kabul olarak görüldüğünü düşünüyorum. Bugün bölgeyle ilgili, Kürt meselesiyle ilgili çalışma yapanlar, mutlaka dönüp dolaşıp İHD’nin raporlarından yararlanıyorlar; çünkü o dönemle ilgili kullanılabilecek başka veri yok. Ama örneğin İHD ya da insan hakları savunucuları Türkiye’nin temel meseleleriyle ilgili birtakım toplantılara çağrılmıyorlar.
T. D: Örneklerler misiniz?
E. K: Mesela Bilgi Üniversitesi’nde Ermeni soykırımı ile ilgili bir toplantı yapıldı.[4] Bu toplantıya çağırılmadılar. Yine Bilgi Üniversitesi’nde Kürt sorunu ile ilgili yapılan bir toplantıya [5] da çağrılmadılar. Hatta daha sonra Ali Bayramoğlu çağırıldığı halde, benim adımı da vererek “gelmediler” dedi. Halbuki çağrılmamıştık.
T. D: Geçmişle Yüzleşme Konferansı’na çağrıldınız mı?
E. K: Hayır, ona da çağrılmadık. Ben çağrılmadım, benim dışımda da İHD’den birisinin çağrıldığını duymadım. Ben temel bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Örnek vermek gerekirse, Bilgi Üniversitesi’nde yapılan Ermeni Konferansı’na ben çok önem veriyorum. Bunun yapılıyor olması çok önemli. Ama siz çağrı belgesine “şimdiki Türkiye Cumhuriyeti ile hiç ilişkisi olmayan” diye bir parantez açarak toplantıyı düzenliyorsanız, daha baştan oradaki tartışmayı çok demokratik olmayan bir biçimde başlatıyorsunuz demektir. Bu çeşitli kaygılarla olabilir, hani “izin verilmez, yapalım ama çok rahatsız etmeden yapalım” diye düşünülmüş olabilir. Bu mantıkla yaklaştığınız zaman insan hakları savunucuları çağırılmıyor, çünkü bana göre insan hakları savunucularının böyle kaygıları olamaz, olmamalıdır. Örneğin Kürt meselesi açısından da ben, “Türkiye’nin bütünlüğü içinde tartışalım” dendiği anda o tartışmanın demokratik olmadığını düşünüyorum. Eğer ben ayrılma hakkı da dahil her şeyi söyleyebileceksem, o tartışma demokratik bir tartışmadır. Bir keresinde Kürt sorunuyla ilgili bir toplantı yapılmıştı ve kadına yönelik şiddet bölümü de vardı. Biz 11 yıldır kadına yönelik şiddet alanında çalışıyoruz. Ben o toplantıyı düzenleyenlerden bir arkadaşa, “neden bizi çağırmadınız?” diye sorduğumda, bana verdiği cevap benim için yeterliydi: “Sen şimdi gelsen orada Kürdistan diyeceksin, militarizm diyeceksin, olay başka boyutlara yansıyacak.” Ama bu toplumda böyle düşünen insanlar da var. Ya da şahsen ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kesinlikle bir devrim olmadığını düşünüyorum. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu kadrolarının İttihat Terakki’nin bir devamı olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünülmeyebilir, ama benim gibi düşünenler de çağrılmalı.
T. D: Muhakkak ki çağrılmalı. Ama burada tuhaf olan şöyle bir şey var. Sonuçta insan hakları savunucularının bazılarının siyasi görüşleri daha radikal olabilir, bazılarının ise daha ılımlı olabilir. Ama eğer siz “Türkiye geçmişindeki insan hakları ihlalleriyle nasıl yüzleşebilir?” sorusunu ele alan bir konferans düzenliyorsanız, o alanı en iyi tanıyan insanların görüşlerinden de faydalanmanız gerekir.
E. K: O zaman, demin başlarken söylediğim gibi, devletin yarattığı bu bakış açısından kendileri de etkilendikleri için çağırmıyorlar demek ki. Belki o toplantının riske girmesi bir endişe yaratıyor, bilemiyorum. Tabii ki bu toplantıları düzenleyenlere sormak gerekiyor, neden insan hakları savunucuları bu tür toplantılara çağırılmıyor diye.
Bakın, size bu konuda son bir örnek vereyim. Bunun çok büyük bir haksızlık olduğunu da düşünüyorum. İHD bu yıl [2008], 24 Nisan’ın yıldönümünde [dünyada Ermeni Soykırımı’nın anıldığı tarih] Bilgi Üniversitesi’nde bir toplantı düzenledi: 24 Nisan’ı Anma Etkinliği. İlk kez yapıldı böyle bir şey ve 24 Nisan günü yapıldı. Önemli bir şey, ama örneğin Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta bu toplantının bir ilk olduğunu yazdı, Bilgi Üniversitesi’ne teşekkür etti. Konuşmacıların isimlerini yazdı, benim ismimi dahi geçirmedi, ki yöneten bendim. Etkinliği İHD’nin düzenlediğini yazmadı, benim orada toplantıyı yönettiğimi yazmadı, diğer konuşmacıları yazdı. Sanki Bilgi Üniversitesi düzenliyormuş gibi. Bu ne peki? Bu da bir engelleme değil mi?
T. D: Halbuki siz üniversiteyi sadece mekân olarak kullanmıştınız, öyle mi?
E. K: Evet, sadece mekân olarak kullandık. Bilgi Üniversitesi’ne, böyle bir toplantıya mekan sağladığı için teşekkür ettik. Bu ne demek? Yani bu da insan hakları savunucularının engellenmesi değil mi? Onları marjinalleştirmek demek değil mi?
T. D: Bu konu ile ilgili son bir şey sormak istiyorum. Demin değindiğim gibi 2000’li yıllarda Türkiye’de zorunlu göç gibi yaygın insan hakları ihlalleri, en azından liberal üniversitelerde akademik çalışma alanı haline geldi. Bu tür çalışmalar yapılırken öğrenciler veya akademisyenler sizin ya da İHD’nin görüşlerine başvuruluyor mu? İHD’nin verilerinden yararlanılıyor mu?
E. K: Bu çok yoğun oluyor. Yani ben haftada bazen bu tür çalışmalar yapan bir iki kişiyle görüşüyorum, çok fazla talep oluyor. İHD’nin raporlarını isteyenler çok oluyor. Bilgi ve belge istenmesi çok yaşadığımız bir şey. Mesela yurtdışında özellikle yüksek lisans çalışması yapanlar çok başvuruyor. Ama Türkiye içinden çok fazla talep gelmiyor, daha çok yurtdışında çalışma yapanlar bizden görüş alıyorlar.
T. D: Peki yurtiçinde İHD’nin raporlarına başvurup bu verileri akademik çalışmalarına yansıtamamaktan şikayetçi olanlar oldu mu? Öğretim üyelerinin bu verileri kabu etmediğinden yakınanlar oldu mu?
E. K: Öyle olmadı, ama şu oldu. Örneğin öğrenci derneklerinin yaptığı toplantılara çağrıldım, ama katılmam engellendi. Böyle çok olay yaşadım.
T. D: Birkaç örnek verir misiniz?
E. K: Örneğin İstanbul Üniversitesi’nde engellendi. Birkaç kere, birkaç kere değil birçok kere toplantıya çağırıldım. Ama sonradan beni arayıp “ya toplantıyı yapmayacağız ya da sizin konuşmanızı istemiyorlar” dediler. Ben yıllar içerisinde bunu çok yaşadım. Sayısını bile hatırlamıyorum. O kadar çok oldu ki.
D. G: Akademinin insan hakları alanına bakışını daha iyi anlamak açısından şunu sormak istiyorum. Örneğin yurtdışında eğer bir üniversitede insan hakları alanında yüksek lisans çalışması yapılıyorsa, sizin gibi insan hakları savunucuları ders vermek ya da bir sunuş yapmak üzere üniversiteye davet edilir. Bu çerçevede Türkiye’deki üniversitelerde sizlere yönelik nasıl bir algılama var? Üniversite ortamlarına ne ölçüde girebiliyorsunuz?
E. K: Dediğim gibi İstanbul Üniversitesi’nde bir kez toplantıya katıldım, zaten ondan sonra benim katılmam hep engellendi. Bahsettiğim toplantı, Kürt sorunu ile ilgiliydi. Bunun dışında konuşmacı olarak özel üniversitelerin hiçbirinden davet almadım. Tabii bunu kendi adıma söylüyorum. Benim çok sayıda konuşma yaptığım bir tek üniversite, Boğaziçi Üniversitesi. Onun dışında olmadı.
D. G: Boğaziçi’nde herhangi bir sorunla karşılaştınız mı?
E. K: Hayır, karşılaşmadım. Tam tersine hepsi de çok ilgiyle izlenen toplantılardı. Sadece ben değildim, konuşmacı olarak davet edilen birçok kişi vardı. Ama bir süreklilik içinde sadece Boğaziçi Üniversitesi’ne davet edildim. Onun dışında İstanbul Üniversitesi’nde olduğu gibi birçok davet engellendi. Diğerlerinden de şahsen hiç teklif almadım. Ama insan hakları konusunda uluslararası birçok üniversiteye, özellikle Almanya’nın birçok şehrindeki üniversitelere çağırıldım, orada konuşmalar yaptım. İngiltere’de, Fransa’da birçok kez konuşma yaptım. Uluslararası alanda çok fazla, sayısız davet aldım. İngiliz Parlamentosu’nda konuşma yaptım. Ama Türkiye’de maalesef, Boğaziçi Üniversitesi dışında hiç olmadı.
T. D: Artık son sorulara geliyoruz. Türkiye’de insan hakları savunucularının ifade özgürlüklerinin üzerindeki kısıtlamaların hafifletilmesi veya büyük ölçüde kaldırılması için ne tür yasal düzenlemeler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
E. K: Ben bir kere her şeyden önce Anayasa’nın değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye hâlâ 12 Eylül darbecilerinin yaptığı Anayasa ile yönetiliyor. Siz istediğiniz kadar 301’i değiştirin, kaldırın, o maddeyi kaldırın, bu maddeyi kaldırın, Anayasa’nın 28. maddesi [6] olduğu sürece Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün olması mümkün değil. Her şeyden önce demokratik, sivil bir anayasanın yapılması gerekiyor. Onun dışında tabii bu bir sistem meselesi, yani anlayışın değişmesi gerekiyor Türkiye’de. Bunun da çok zaman alacağını düşünüyorum. Olumlu birtakım şeyler olsa da, dediğim gibi en başta, her şeyden önce demokratik ve sivil bir anayasaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. O olmadan hiçbir şey olmaz. Ayrıca TCK’da, Dernekler Yasası’nda, Siyasi Partiler Yasası’nda ifade ve örgütlenme hakkını engelleyen o kadar çok madde var ki! Ben zaten bu nedenle sadece 301 üzerinden tartışılmasına karşıyım, yani 301 olmasa bile başka maddeler var.
Öncelikle genel ahlak, milli güvenlik gibi kavramların bütünüyle tüm yasalardan ve tabii ki Anayasa’dan çıkarılması gerekiyor. Siyasi Partiler Yasası’nda, Dernekler Yasası’nda, TCK’da, hepsinde önce hak ve özgürlükler sıralanıyor, fakat ardından “ama bu özgürlükler şu nedenle kısıtlanabilir” deniyor ve gerekçe olarak “milli güvenlik ve genel ahlak” kavramları getiriliyor. Anayasa ve yasalardan bunları çıkardığınız zaman zaten birçok şey daha kolay çözümlenir. Yani düşünebiliyor musunuz, sadece Kürt sorunu, Ermeni soykırımı meselesinde değil, mesela insanların sadece travesti ve transseksüel oldukları için zorla hastaneye yatırılıp psikiyatrik tedavi görmelerini öngören yasa maddesi var. Genel ahlak nedeniyle yapıyorlar.
T. D: Peki İHD’ye yönelik kapatma davaları oldu mu? Eğer olduysa, bu tür davalar Dernekler Yasası’ndaki hangi gerekçelere dayandırıldı?
E. K: İHD’ye defalarca kapatma davası açıldı. Buna benzer tüm davalarda temel gerekçe, genel ahlak ve milli güvenliktir; çünkü milli güvenliğin içine her şeyi sokabilirsiniz. Türkiye’de sistemin kırmızı çizgileri konusunda yaptığımız açıklamalar, milli güvenliğe ve devletin birlik ve bütünlüğüne aykırı bulunabiliyor. Bu kavramlar üzerinden her türlü yasağı getirebiliyorlar. İHD’ye açılan kapatma davalarında milli güvenlik, yani milli güvenliği tehlikeye sokucu faaliyetlerde bulunmak gerekçe gösterildi. Son dönemde İHD’ye bir kapatma davası açılmadı. Ama örneğin Lamda’ya açılan kapatma davasını ele alalım, ki kamuoyunda çok tartışıldı. Gerekçe olarak da genel ahlaka aykırılık gösterildi.
T. D: Türkiye’de sadece siyasi faaliyetler içinde olanlar değil, toplumun neredeyse tamamı insan hakları ihllalerine uğrama tehdidi altında yaşıyor. Hatta siyasi bir yönelimi olmayan kişiler kime başvuracaklarını pek bilmedikleri için bu konuda daha da çaresiz durumdalar. Fakat insan hakları bilincinin toplumun geniş kesimlerine mal olduğu pek söylenemez. Toplumun geniş kesimlerinin insan olmaktan kaynaklanan haklarını daha bilinçli olarak savunması için sizce insan hakları hareketinin ne tür çalışmalar yapması gerekiyor? Bu konuda önerileriniz nelerdir?
E. K: Tabii ki insan hakları hareketinin daha dar bir kesimle sınırlı kalmasında devletin baskıları birinci nedendir. Medyanın koyduğu engeller ise ikinci neden. Ama ben topluma ulaşmakta insan hakları savunucularının kendilerinden kaynaklı nedenler olduğunu da düşünüyorum. Şimdi iki görüş var insan hakları savunucuları arasında. Bir kısmı İHD’yi ya da insan hakları mücadelesini, siyasi mücadeleleri için bir araç, bir örgütlenme alanı olarak görüyorlar. Böyle görenlerin çok yanlış yaptığını düşünüyorum. Hakikaten topluma ulaşmaya çalışan, hakikaten insan haklarını, hak arama bilincini topluma götürmeye çalışan bazı insanlar çok fazla ses çıkaramıyorlar. Çünkü siz eğer insan hakları mücadelesi içinde belirli bir siyasi yapı ile aidiyet ilişkisi içinde olmayan bağımsız birisiyseniz, gerçekten ciddi sorunlarla karşılaşıyorsunuz. Tabii eğer çok bilinen bir kişilikse bu tür sorunlar olmayabiliyor. Örneğin kendi adıma ben bunu çok yaşamadım, ama büyük bir sorun bu. İnsan hakları mücadelesinin kendi içinde bir sorun. Silahlı mücadeleyi seçen birtakım örgütler olabilir. Devlet tarafından hak ihlaline uğradıklarında, işkence gördüklerinde, gözaltı veya kayıp olduğunda, ne olursa olsun, ben onlar için mücadele edebilirim ve etmeliyim. Ama öyle bir örgütlenmenin içinde yer alan, oraya ait olan bir kişi gelip İHD’de insan hakları yöneticisi olmak istiyorum dediği anda, bence orada ip kopuyor. Bu sorunun mutlaka çözülmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Ben bu görüşlerimi çok açık dile getiriyorum, belki birçok çevre bozuluyor, ama bunun mutlaka insan hakları mücadelesi içinde tartışılması gerekiyor. Yoksa insan hakları savunucularının yapması gereken işler yapılmıyor. Size temel bir örnek vereyim. Şimdi Türkiye’de işkence bir olgu. İşkencenin bir olgu olmasının nedenlerinden birinin de ben polislerin çalışma koşulları olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de polis çok kötü koşullarda çalışıyor. Tamam işkence bir devlet politikası, ama mesela 12 Eylül öncesinde polislerin sendika kurma hakkı vardı. Pol-Der, polislerin mesleki koşullarının iyileştirilmesi için bir araçtı, onlar için önemliydi. Biz insan hakları savunucuları olarak polislere sendika hakkı verilsin diye açıklama yaptık. Ama bir sol gazete tarafından “işbirlikçi” ilan edildik. Ya da başka bir örnek vereyim. Silahlı bir örgütün kendi içinde görüş ayrılığına düştüğü arkadaşlarını öldürmelerinin ardından, cenazeleri yıllarca ailelerine verilmedi, hâlâ da verilmedi. Verilmeyişinin ardından biz insan hakları savunucuları olarak açıklama yaptık, dedik ki “biz devlete nasıl söylüyorsak, size de söylüyoruz. Bu ailenin cenazeyi alma hakkı vardır” diye. Biz yine “hain” ilan edildik. Beni hain ilan edecek insanlarla, insan hakları mücadelesi verebileceğime inanmıyorum ve bu nedenle bizim gibi düşünen insanlar, insan hakları mücadelesinden ellerini çekmeye başlıyorlar. Örgütlülükten çekilmeye başlıyorlar. Ben bunun son derece önemli ve mutlaka tartışılması gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Yine bir başka örnek olarak ölüm oruçlarını verebilirim. İnsan hakları savunucuları ölüm oruçlarını kutsayamazlar. Ölüm orucunu yapan insanlara sahip çıkarlar, onların hakları için mücadele ederler, ama “Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz” diyemezler, dememeliler. Biz bu konularda çok büyük ayrışmalar yaşadık. Ya da alternatif bir örgütün toplu bir yere koyduğu bombaya insan hakları savunucuları karşı çıkmak zorundadırlar. Bunun tartışması yapıldığı anda orası İnsan Hakları Derneği olamaz zaten.
T. D: Daha somut olarak soralım, siyasi yapıların insan hakları mücadelesini çeşitli şekillerde manipüle etmeye çalışılması, örneğin çok sayıda üyesini yönetime sokmaya çalışması İHD olarak mağdurlarla ilişkinizi nasıl etkiliyor? Çünkü insan hakları faaliyeti aslında bir anlamda profesyonelleşmeyi de gerektiriyor. Bir insanın şikâyet dilekçesini nasıl işleme koyacağınızı, bazı hukuki işlemleri nasıl yürüteceğinizi bilmek zorundasınız. Gerçekten kendinizi adamanız gerekiyor. Bu çerçeveden baktığımızda, sözünü ettiğiniz sorun mağdurlarla aranızda sorunlara yol açıyor mu?
E. K: Bir kere İHD’ye o kadar değişik nedenlerle başvurular oluyor ki. Herkes oraya siyasi nedenle gelmiyor, yani “gözaltına alındım”, “işkence gördüm” diye gelmiyor. Bir örnek vereyim, bir gün orta yaşlı bir adam geldi, “Yeğenimi annesi ile babası reklâmlarda oynatıyor, çocuk okuluna gidemiyor. Küçücük bir çocuk para kazanmak için araç olarak kullanılıyor. Bunun için bir şey yapın” dedi. Bunun gibi bir dolu olay var. Ya da bir kadın “kocam beni dövüyor, bana yardım edin” diye gelebiliyor. Mesela böyle biri geldiğinde, çok siyasi bakış açısına sahip bir arkadaşımız ona “bunun için polise git” ya da “Baro’ya git” diyebiliyor. O zaman o insanın İHD’ye güveni kalmıyor, çünkü mağdur size “bana yardım edecek” diye geliyor, çünkü sizin önceliğiniz bu. Çok somut olarak yaşadığımız bir örnek de cezaevleri. Sizin önceliğiniz sadece politik mahpuslar olursa, adli nedenle tutuklu ya da hükümlü olanların hakları sizi çok ilgilendirmiyorsa, o insanlar size güven duyamazlar. Onlara “Baro’ya git, sana yardımcı olsun” denmemeli. Ama İHD’de böyle şeyler yaşanabiliyor. Oysa İHD sadece siyasi nedenlerle hakları ihlal edilenlere yardım eden bir kurum değil. Bundan yıllar önce çok sayıda travesti İHD’ye başvurmuşlardı. Avukat istiyorlardı. İnanır mısınız, birçok arkadaşımız avukat olmak istemedi, hatta kaçtılar, odalardan kaçtılar. Biz böyle yaşadık, yavaş yavaş öğreniyoruz, ama hâlâ bu sorunlar devam ediyor. Mesela travesti, transseksüeller hiçbir zaman İHD’ye çok ait hissedemiyorlar kendilerini; çünkü insan hakları savunucularının çoğu solcudur, solcuların da bu konuda kendilerini yerleşik görüşten çok ayırabildiklerini düşünmüyorum. O nedenle bizim kendimizi de eğitmemiz gerekiyor. Hepimiz böyle yaşadık.
Biraz önce söylediğiniz, profesyonelleşme meselesini alalım. Şimdi ben de böyle düşünüyorum. İnsan hakları mücadelesi herkese birçok şey öğretiyor. Hiçbirimiz 20 yıl önceki gibi bakmıyoruz, öğrenmek gerekiyor. Siz Leninist parti modelini İHD’de uygulayamazsınız, ama bunu uygulamaya çalışanlar var, örneğin muhalefet kabul etmiyorlar. İnsan hakları mücadelesinin bu anlayışlarla her zaman sorun yaşayacağını düşünüyorum. Ve ben insan hakları mücadelesinin temel probleminin bu olduğu kanısındayım. Devlet tabii ki en büyük sorun, onu ayırıyorum, zaten devletin hak ihlallerine karşı kuruluyor insan hakları örgütleri. Ama bunu yaparken kendi içimizdeki militer, feodal, erkek egemen değer yargılarına sahip birtakım yapılara karşı da mücadele ediyoruz. Ve şahsen beni o yapılarla mücadele etmek daha çok yordu.
T. D: Peki bununla bağlantılı başka bir hususa da değinebilir miyiz? Sizinle daha önce yaptığımız bir söyleşide, insan hakları bilincinin yaygınlaştırılması için insan hakları savunucularının eğitim sistemine katılması gerektiğinden söz etmiştiniz. Öte yandan, insan hakları mücadelesine belki diğer muhalif kurumlar, örneğin sendikalar, siyasi partiler de katkı sunabilirler. Son derece önemli, fakat aktivist kıtlığının had safhada olduğu bu alanda sizin desteğinizle kendi aktivistlerini yetiştirebilirler. Aksi halde ülkemizde muhalif siyaset, yalnızca “yüksek siyaset” olarak anlaşılabiliyor. Örneğin az önce siz adli suçlulara sahip çıkmanın, insan haklarının topluma mal olması açısından önemli bir işlevi olduğunu söylediniz.
E. K: Son Ergenekon operasyonunda Kuddusi Okkır adlı bir tutuklu cezaevinde hastalandı ve öldü. Herkes bunu tartışmaya başladı. İHD topluma yıllardır bunu anlatmaya çalışıyor: Cezaevinde birçok hasta tutuklu, hükümlü var ve bunlar tedavi edilmiyorlar. Mesela bu olay üzerinden çok yoğun bir baskı yapılabilir. Sadece bu değil. Ben bahsettiğiniz eğitim çalışmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sendikalarda, siyasi partilerde ve özellikle mahallelerde çalışmak gerekiyor. O yüksek siyaset dediğimiz şeyi hakikaten en güzel solcular yapıyorlar. Sadece bir yerde konuşunca herkesin bunu duyduğunu ve öğrendiğini zannediyorlar. Oysa ben mahallelerin çok önemli olduğunu düşünüyorum Örneğin AKP’nin başarısı bunu yapmasından kaynaklanıyor. Çünkü her yere gittiler ve gitmeye devam ediyorlar. Ama sol ve insan hakları savunucuları bunun çok dışında kaldılar. Biz yaptığımız bir basın açıklamasının bir gazetede küçücük bir haber olmasıyla herkesin bunu duyduğunu zannediyoruz. Halbuki kimse de haberdar olmuyor.
Sonuçta politik örgütler, benim şu kadar insanım yönetimde yer alsın diye İHD’de mücadele vereceğine, oraya harcadığı enerjiyi gidip Gazi Mahallesi’ne, başka yerlerdeki mahalle toplantılara harcasa, çok daha etkili olacağını düşünüyorum. Sen kendin de bu etkiyi yaratabilirsin, sadece medya aracılığıyla olmasına gerek yok. Ama biz yaptığımız işleri hep böyle tepeden yapıyoruz …
T. D: Muhalif hareketler kendi içlerinde insan hakları kültürünün gelişmesi için neler yapabilirler?
E. K: Tabii ki muhalif hareketler insan hakları örgütleriyle daha yakın iletişim kurabilir, birlikte daha çok toplantı yapabilirler. Ama ben kendi içimizde insan hakları kültürünün oluşmasının çok zaman alacağını düşünüyorum. O kadar çok egemenimize benziyoruz ki! Kurduğumuz muhalif örgütler de aynen devlete benziyor. Hatta bence İHD’de de eğitime ihtiyacımız var. Örneğin bugüne kadar İHD’nin hiç kadın genel başkanı olmadı, bu konu tartışılmadı bile. Biz kendi öğrendiğimiz yanlışları, kurduğumuz örgütlere de götürüyoruz. O nedenle bunun çok uzun bir süreç olduğunu düşünüyorum.
T. D: Mazlum-Der eski Başkanı Ayhan Bilgen’le yaptığımız söyleşide, kendisine de benzer sorular sormuştuk. Ayhan Bilgen, insan hakları bilincinin topluma mal olması konusunda ilginç öneriler getirmişti. İnsan hakları örgütlerinin genellikle birinci kuşak haklar dediğimiz, devletin bireye müdahalesini sınırlayan haklar üzerinde yoğunlaştığını, oysa sosyal güvence, çalışma koşulları, asgari ücret, sağlık ve eğitim hakkı, çevre ve kadın sorunları gibi ikinci ve üçünçü kuşak haklara da eğilmesi gerektiğini söylemişti. Böylece toplumla buluşma imkanının artacağından söz etmişti. Siz ne düşünüyorsunuz?
E. K: Tabii, ben de kesinlikle katılıyorum. Tamam, bizim uğraştığımız sorunlar çok yakıcı ve insan hakları savunucularının bir dönem özellikle birinci kuşak haklar üzerinde yoğunlaşmaları önemliydi ve doğruydu. Ama artık biraz daha normalleşme süreci yaşıyoruz ve diğer hakların da ele alınması gerekiyor. Çünkü sokaktaki vatandaş gözaltında kaybedilen insandan çok cebine giren paraya bakıyor, çalışma koşullarına bakıyor. Örneğin kadınlar şiddet görüyorlar mı, görmüyorlar mı, bu açıdan kendilerine el uzatılmasına bakıyorlar. Ben de bunların son derece önemli olduğunu, yani halka ulaşmak, kitlelere ulaşmak açısından son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Ama bakın, size yine bir örnek vereyim: kadın hakları. Mesela toplumun temel meselelerinden biri kadın haklarıdır, ama biz İHD’de bugüne kadar süregelen, uzun süren bir kadın komisyonu kuramadık. Neden? Çünkü “Dünya Kadınlar Günü mü, Emekçi Kadınlar Günü mü” tartışması yüzünden bu komisyon her 8 Mart’ta dağıldı. Ve biz İHD’de kadınlar için yeterince iş yapamadık bu tartışma yüzünden. İşte İHD’de bu tartışma olmayacak, olmaması gerekir. Bu tartışmalar İHD’yi bağladığı anda, siz zaten kadınlara yardım veremezsiniz.
T. D: Eren Hanım, çok teşekkür ederiz.
E. K: Ben teşekkür ederim
Notlar:
[1] 1983yılında yürürlüğe giren 2532 sayılı kanun, Kürtçe müzik dinlemek ve kamusal alanda Kürtçe konuşmak dahil, Kürtçenin kullanılmasını yasaklamıştı. Söz konusu yasa 1991’de kaldırıldı. –y. h. n.
[2] Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) katkılarıyla, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından Haziran 2006’da hazırlanan “Türkiye’de Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması” adlı çalışmada, 90’lı yıllarda yaşanan düyük yoğunluklu savaş sırasında zorla yerinden edilen Kürt vatandaşların sayısı yaklaşık 1 milyon kişi olarak tahmin ediliyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve doğrudan bu sorunla ilgilenen Göç-Der gibi sivil toplum kuruluşları ise bu rakamın çok daha yüksek olduğunu, bu dönemde yaklaşık 3 milyon kişinin zorla göç ettirildiğini öne sürüyorlar. –y.h.n.
[3] “Geçmişin Yükünden Toplumsal Barış ve Demokrasiye, Uluslararası Geçmişle Hesaplaşma Konferansı.” 24-25 Şubat 2007 tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenmişti. –y. h. n.
[4] Ermeni soykırımını konu alan ve çeşitli engellemelerle karşılaşan konferans sonunda “İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” adıyla 24-25 Eylül 2005 tarihleri arasında Bilgi Üniversitesi’nde yapıldı. –y. h. n.
[5] “Türkiye’nin Kürt Meselesi, Sivil ve Demokratik Çözüm Arayışları” adlı konferans 11-12 Mart 2008 tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde yapıldı. –y.h.n.
[6] Basın hürriyetini konu alan Anayasa’nın 28. maddesi, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlâkın korunması ve suçların önlenmesi” gerekçesiyle süreli ve süresiz yayınların hâkim kararı olmaksızın toplatılmasını, ancak ilgili kararın 48 saat içinde hâkim tarafından onaylanmasını öngörmektedir. Yine aynı maddede, benzer gerekçelerle ve 48 saat içinde hâkim tarafından onaylanması şartıyla, yayınların dağıtımının önlenebileceği belirtilmektedir. 28. madde, “devletin iç ve dış güvenliğini, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden veya suç işlemeye … teşvik eder nitelikte olan … her türlü haber veya yazıyı yazanlar veya bastıranlar veya aynı amaçla, basanlar, başkasına verenler …” için cezai sorumluluk öngörmektedir. –y.h.n.