Kürtçe Dil Hakları

Kolektif Oyunlaştırma Grubu olarak bir süredir çalıştığımız “Kamber Ateş Nasılsın?” sahnesine entelektüel arka plan oluşturmak amacıyla “Kürtçe Dil Hakları” üzerine bir araştırmaya giriştik. Hedefimiz özellikle cumhuriyet döneminden itibaren Türkiye’de ve uluslararası hukukta bu konudaki yasaların nasıl işletildiğine dair kronolojik bir çalışma hazırlamaktı. Bu çalışmada temel olarak Kerim Yıldız’ın “Cultural and Language Rights of Kurds” adlı kitabından faydalandık, bunun yanı sıra Türkiye İnsan Hakları Vakfı raporları ve Prof. Baskın Oran’ın konuyla ilgili çalışmaları bize referans noktası oluşturdu.

1) GİRİŞ

Dil, insan kimliği için temel bir unsurdur. Toplumla ilişki açısından bireylerin kendilerini tanımlamaları için temel bir referans noktası oluşturmaktadır. Dilin kişinin kimliğinde önemli rol oynuyor oluşu ve sosyal entegrasyondaki rolü, grupların kendi dillerini kullanmalarına karşı bir engelleme algıladıklarında verdikleri güçlü ve bazen de şiddet içeren tepkileri algılamak açısından önemlidir. Hurst Hannum’un işaret ettiği gibi:

“Azınlık grupların haklarını tekrar tekrar ileri sürmesi ile devletlerin dirençle yüzleşme sonucu kendilerine tanıdığı sınırlı kültürel ve dilsel haklardan daha geniş siyasal ve iktisadi güç aramaları sonucunu doğurmuştur.”

Son yıllarda yapılan kimlikle ilgili çatışmaların gösterdiği gibi, dilsel çoğulculuğu yerleştirmenin yararları zararlarından çok daha fazladır. Dil özgürlüğü henüz ifade özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü terimlerine eş bir şekilde uluslararası hukuk literatüründe yer almamaktadır, ancak dil hakları kavramı, 1990’dan sonra insan hakları ve demokratikleşme üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla geçmektedir. Uluslararası hukukta dil haklarının gelişimiyle, dilin kullanılmasına ilişkin evrensel normlar belirleme çabasına işaret edilmektedir, ancak bu konuda devletlere geniş takdir hakkı bırakılmaktadır. Bu noktada devlet politikaları, uluslararası hukukta yaratılan bir takım boşluklardan istifadeyle dil haklarını kısıtlayıcı bir trend izleyebilir. Devletler dil politikalarını, etnik gruplar üzerinde kendi etkinliklerini arttırmak üzere uygulamayı sürdürmektedir.

2) YAKIN TARİHTE TÜRKİYE’DEKİ GİDİŞAT

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edildiği 1923 yılından itibaren Kürt dili üzerine kısıtlayıcı birçok yasa ve düzenleme getirilmiştir. Bu düzenlemelere bakıldığında, bunların temelde asimilasyona dayalı ve bir kültürün yok edilmesini amaçlayan düzenlemeler olduğu görülebilir. Kürtler kendi kültürlerine ve özelde dillerine yapılan baskı ve kısıtlamalara gittikçe büyüyen bir direnç göstermişlerdir. Dillerine yönelik onca kısıtlamaya rağmen ısrarla dillerini yaşattıkları açıkça ortaya konabilir. Türk Ticaret Odaları tarafından 1995’de Kürtlerin yaşadığı 6 vilayette yapılan araştırmaya göre halkın yüzde 65’i evde yalnızca Kürtçe konuşmaktadır.

Baskı ve kısıtlamaların kronolojisini çıkaracak olursak, Osmanlı dönemine dek uzanmamız gerekir. Birçok halk gibi Kürtler de Osmanlı İmparatorluğu’nun şemsiyesi altındaydı. Osmanlı İmparatorluğu kendisini bir Türk devleti olarak tanımlamıyordu, ancak kendilerine “Türk” diyen İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908 yılında düzenlenen bir hükümet darbesiyle yönetimi ele geçirdi. Sonrasında, Osmanlı girdiği 1. Dünya savaşından 1914 yılında yenik çıktı. 1920’de Sevr Antlaşması imzalandı. Sevr antlaşmasında “Fırat’ın doğusunda bulunan ve baskın olarak Kürt olan bölgeler için yerel bir otonomi planı kabul edilmelidir” maddesi yer alıyordu. Sevr antlaşmasının imzalanmasından kısa bir süre sonra liderliğini Mustafa Kemal’in yaptığı Türk milliyetçileri Osmanlı ailesine bırakılan topraklarda bir cumhuriyet kurma hedefiyle yola çıktılar ve Kürtlere özerklik dahil geniş özgürlükler vaat ettiler. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla Türkiye’nin sınırları uluslararası platformda resmen tanındı. Lozan Antlaşması, Sevr’in aksine hiçbir azınlıktan ismen söz etmiyordu, ancak, 37 – 44. maddelerinde azınlık haklarını garantiye almaktaydı. Örneğin Lozan’ın 39. maddesi şöyleydi:

“Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Resmi dilin mevcudiyetinin yanında, Türkçe konuşmayan Türk uyruklulara mahkemeler önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanmaları konusunda gerekli imkânlar sağlanacaktır.”

Lozan’ın azınlıklarla ilgili maddelerinin hiçbiri Kürtler üzerinde uygulana gelmedi. Bu maddeler, genel olarak bütün Türk uyrukluları kapsadığı halde, uygulamada sadece Müslüman olmayan Türk uyruklular için, aslen üç büyük tarihi azınlık, yani Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler için geçerli sayıldı. Bu şekilde Kürtler azınlık tanımının dışında bırakılmış oldu.

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi ve Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilerek 10 Kasım 1938 tarihine kadar görevini sürdürdü. Bu dönemde bir dizi yasa ve düzenlemeyle Kürt kültürü üzerindeki baskılar artırıldı. Bu dönemde alınan kararlar şu şekilde özetlenebilir:

  • 1924: Resmi bir kararname ile tüm Kürt okulları, örgüt ve yayınları yasaklandı.
    • “Kürt” ve “Kürdistan” sözcüklerinin kullanımı yasaklandı. Kürtlere yapılan atıfların hepsi tarih kitaplarından çıkartıldı. Amaç aslında Kürt diye bir ulusun var olmadığını kanıtlamaktı.
  • 1925: Mustafa Kemal’in imzaladığı “Şark Islahat Planı” çerçevesinde Kürtçe konuşmak yasaklandı.
    • Kürtçe konuşan tespit edildiğinde kelime başına 1 lira ceza alındı.
  • 1934:  “Yeniden İskan Kanunu” yürürlüğe kondu.
    • Bu kanunla, Kürtler Türk kültürünün baskın olduğu yerlere göç etmeye zorlandı.
  • 1934: Pek çok Kürt köyünün adı Türkçe çağrışımlı adlarla değiştirildi. Çocuklara Kürt adlarının verilmesi yasaklandı. Kürt giysileri, renkleri ve Newroz’un kutlanması da yasaklandı.

3) ’82 ANAYASASI

Bu gelenek, 1982 yılında kabul edilen 12  Eylül 1980 askeri darbesini yapan beş generalden oluşan Milli Güvenlik Kurulu tarafından yazılan yeni anayasada da sürdürüldü.

1980 askeri darbesinin ardından yazılan anayasa türlü çelişkilere sahiptir. Bakıldığında, dil, ırk, cinsiyet, siyasal görüş, din veya mezhep temelinde her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır, ancak, bu ayrımcılıkları yasaklayan maddelerin ardından gelen başka bir maddeyle bu durum tersine dönebilmektedir.

  • Anayasa / 14. madde: Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin hiçbiri; devletin, ülke ve ulusun bölünmez bütünlüğünü ihlal etmek, Türk Devlet ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmek amacıyla kullanılamaz.
  • Dernekler Yasası (2908 Sayılı Yasa) / 5. madde: Anayasanın girişinde belirlenen temel ilkelere aykırılık taşıyacak şekilde hiçbir dernek kurulamaz. Türk devletinin toprağı ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tahrip etmek niyetiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları içinde ırk, dil, mezhep, kültür ve din şeklindeki farklılıklar temelinde azınlıkların mevcudiyetini iddia edecek veya bir ırkın veya sınıfın veya belli bir din veya mezhep mensuplarının diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasını veya Türk dil veya kültüründen başka dil veya kültürleri koruyarak, geliştirerek ve yayımlayarak diğerleri üzerinde imtiyazlara sahip olmasını sağlamak niyetiyle azınlıklar yaratacak şekilde dernekler kurulamaz.
  • Siyasi Partiler Yasası / 68. madde, 4. fıkra: Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz. Suç işlenmesini teşvik edemez.
  • Siyasal Partiler Yasası / 69. madde, 6. fıkrası: Bir siyasi partinin 68 inci Maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tespit edilmesi halinde karar verilir.
  • Siyasal Partiler Yasası / 84. madde, son fıkra: Partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesi’nin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona erer. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi sunar.
    • 68. madde Kürt siyasi partilerinin kurulmasında ciddi bir engel olmuştur. Halkın Emek Partisi (HEP) ve Demokrasi Partisi (DEP) bu yasa maddesine dayanılarak bölücülük yaptıkları gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) üyelerinden 41’i bölücülük suçlamasıyla baskı görmüştür.
      • Anayasa / 26. madde: …Yasayla yasaklanan hiçbir dil, fikirlerin ifadesi ve yayılmasında kullanılamaz. Bu yasaya aykırı düşen yazılı belgeler, matbu malzeme, kayıtlar, sesli kayıtlar, filmler veya başka ifade araçları mahkeme emriyle toplatılacaktır.

Basın özgürlüğünü garanti eden 28. madde ile yasağa ayrıca vurgu yapılmakta ve “yasayla yasaklanan dil(ler)”i dışarıda bırakmaktadır, ancak, yasaklanan bu dillerin hangileri olduğu belirsizdir. 1983 yılında, yürürlüğe konan 2932 sayılı yasa ile bu belirsizliğe son verilmiştir. Bu yasayla, “Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’dir” ibaresi vurgulanmış, Türkiye Cumhuriyeti tarafından resmen tanınan ülkelerin birinci resmi dilleri dışında kalan bütün diller yasaklanmıştır. Böylece, Kürt dili resmi anlamda “yasaklı dil” olmuştur.

2932 Sayılı Yasa görülüşte 1991 yılında yürürlükten kaldırıldı. Fakat bu olayla, Türkiye Cumhuriyeti’nde aslında yasaların fazla önemli olmadığı anlayışa dayalı emirlerin geçerli olduğu bir kez daha anlaşıldı. Bu iptalin sonucunun sadece Kürtçe’nin ‘siyasi olmayan iletişimde, şarkı ve müzikte kullanılmasına izin vermek olduğu, eğitim amaçlarıyla veya sözlü ve yazılı yayında kullanılmasına imkan vermeyeceği anlaşıldı. Yine 1991 yılında yürürlüğe giren Terörle Mücadele Yasası’yla Kürtlere yönelik baskının başka bir alanda sürdürüleceği görülmüş oldu.

  • TMY / 1. madde: Terörizm, bir örgüte mensup bir veya birden fazla kişi tarafından, devletin anayasada belirtilen ilkelerini veya onun siyasal, sosyal hukuk, laik ve ekonomik sistemlerini değiştirmek ve Devletin ulusu ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğüne zarar vermek, Türk Devleti ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye atmak, Devletin yetkisini zayıflatmak veya tahrip etmek veya ele geçirmek, temel hak ve özgürlükleri yok etmek veya devletin iç ve dış güvenliğini ve kamu düzenini veya genel sağlığını herhangi bir baskı şekliyle, zor veya şiddetle, korkutma veya yıldırma yoluyla, baskı veya tehditle tehlikeye atmak için yapılan her türlü eylemdir.
    • Görüldüğü gibi, maddede yer alan terörizm tanımı hiçbir şekilde şiddet eylemini gerektirmiyordu. Yasa hoşlanılmayan herkesin cezaya uğratılabileceği şekilde geniş ve belirsizdi. 
  • TMY / 8. madde: Hiç kimse Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne müdahaleyi amaçlayan yazılı veya sözlü propaganda yapamaz…
    • Ekim 1995 tarihinde yasada yapılan değişiklikle, kasıt mantığını getirdi. Maddede yer alan ‘bölücü propaganda’ tanımı aynen bırakıldı. Bu düzeltme dünya kamuoyuna büyük bir reform olarak sunuldu. Oysa, değişen bir şey yok, tersine baskıları pekiştirme vardı.

Baskıcı yasalara yapılan sözde demokratik değişiklikler hiçbir sonuç vermedi. Onun yerine Kürtçe kültürel ve siyasal ifade özgürlüğünü kısıtlamak için alternatif yollara başvuruldu. Bunlara örnek olarak Türk Ceza Kanunu’nun 301. ve 312. maddeleri sıralanabilir.

  • TCK / 301. Madde: Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır. Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.
  • TCK / 312. Madde: Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak, insanları birbirine karşı kamu düzenini bozma olasılığını ortaya çıkaracak şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik eden kimseye, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir. Halkın bir kısmını aşağılıyı ve insan onurunu zedeleyecek şekilde tahkir eden kimseye de birinci fıkradaki ceza verilir.

4) AB İLE UYUM ÇERÇEVESİNDE YAPILANLAR VE YAPILMAYANLAR

10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye Cumhuriyeti’ne Avrupa Birliği’ne “Aday Devlet” statüsü verildi. Bu gelişmeden sonra AB uyum paketi çerçevesinde özellikle Türkiye’deki azınlık haklarına yönelik yasa ve yükümlerde değişiklikler oldu. Türkiye 2003 Eylül ayında Her Türlü Irksal Ayrımcılığın Tasfiyesine Karşı Uluslararası Sözleşmeyi Onayladı. Bu raporun hazırlandığı tarihe kadar TBMM, 8 paketten oluşan bir dizi yasal ve anayasal değişiklik gerçekleştirdi. 2002 tarihinden bu yana yasal ve anayasal düzeyde yapılan değişiklik ve düzenlemelerin belli başlıları şöyle sıralanabilir:

  • OHAL uygulamasına son verildi.
  • TMY’nin 8. maddesi kaldırıldı.
  • İdam cezası, başta savaş koşulları hariç olmak üzere, daha sonra ise tümden anayasadan çıkartıldı.
  • Anayasadaki Kürtçe konuşma yasağı ile ilgili maddeler çıkartıldı.
  • Parti kapatmak zorlaştırıldı.
  • Türkçe dışındaki diğer dillerde televizyon yayını ve kurslar açma birçok koşul ve sınırlamaya bağlı olarak serbest kılındı.

Türkiye’nin AB yolculuğu esnasında yapılan anayasa reformları ve çıkarılan AB uyum paketleri sayesinde ’82 Anayasası’nın pek çok maddesinde düzeltmeye gidilse de, bir nevi “yamalı bohça”ya dönen Anayasa halihazırda çelişkiler barındırmaya devam etmektedir. Yasalar değişse de yasaklar halen devam ediyor. Yapılan bu düzenlemeler Türkiye’nin köklü bir demokratikleşme sürecine girmesi için oldukça yetersizdir. Her şeyden önce askeri rejim döneminde yapılan 1982 Anayasasının anti-demokratik birçok maddesi halen yerinde durmaktadır. TMY niyetine kullanılan ve kaldırılan 312. maddeyi bünyesinde barındıran 216. madde, yine TCK’nın 301. maddesi düşünce ve ifade özgürlüğü önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Eğitim konusunda ise mevzuatta Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğretilmesi için özel kursların açılmasına izin veren değişiklik yapılmıştır, ancak devlet eliyle herhangi bir kurs açılmadığı gibi anadilde eğitim hakkına ilişkin hiçbir adım atılmamıştır.

5) OLGUSAL ARKAPLAN – TÜRKİYE’DEN ÖRNEK VAKALAR

İnsan hakları ihlalleri alanındaki tablo ise, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Merkezi ve şubelerinin yayınladıkları yıllık raporlarda açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu kurumların yayınladıkları yıllık raporlara bakıldığında, işkence ve kötü muamele vakalarının devam ettiği, yargısız infaz ve faili meçhul saldırılar sonucu insanların yaşamlarını yitirdiği, hapishanedeki Kürt mahkumların yakınlarıyla Türkçe konuşmaya zorlandığı, çocuklarına Kürtçe isim koymak isteyen ailelere davalara açıldığı, düşünce ve eylemlerinden dolayı devlet memurları hakkında soruşturmalar açıldığı görülmektedir.

Burada bir parantez açarak geçtiğimiz yıl yaşanan kimi olgulara yer vereceğiz. Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Raporu 2006 [1] ‘dan alıntılayacak olursak:

Kürtçe’nin kullanımı ile ilgili engellemeler, 2006 yılında da devam etti. Çeşitli çalışmaları ya da açıklamalarında Kürtçeyi kullanan dernekler, siyasi partiler, yayın kuruluşları ve kişiler üzerindeki idari ve yasal baskılar sürdü. Cezaevlerinde birçok mahkuma Kürtçe yayın ve mektup yasağı getirildi ve görüşler sırasında yapılan Kürtçe konuşmalar çoğunlukla engellendi. Bazı saldırıların ve kötü muamele uygulamalarının nedenlerinin de “Kürtçe konuşma” olduğu öne sürüldü.

Bu genel girişten sonra, raporda çeşitli başlıklar altında sıralayabileceğimiz baskı ve engellemelerden bahsediliyor ve olgular sıralanıyor. Bu olguları belli ana başlıklar altında toplamak mümkün:

5.1) Kürtçe’nin Genel Kullanımı:

  • 22 Eylül günü Muş’tan Bursa’ya giden bir yolcu otobüsünün şoförü A.B. ve muavini K.A., otobüste yapılan aramada Kürtçe kaset bulunması nedeniyle gözaltına alındılar. Şoförün Kürtçe kasetten haberi olmadığını söylemesi üzerine şoför A.B.’nin serbest bırakıldığı, K.A’nın ise “PKK propagandası yaptığı” iddiasıyla tutuklandığı öğrenildi.
  • Gaziantep’in İslahiye ilçesi ile Altınüzüm beldesi arasında yolcu taşımacılığı yapan Yusuf Ziya Öztürk (62), Kasım ayı başlarında, aracında Kürtçe müzik dinlediği için tehdit edildiğini, hakarete maruz kaldığını ve trafik cezası verildiğini ileri sürdü.
  • Özgür Gündem gazetesinde 31 Ekim günü yayınlanan haberde Hakkari’nin Çukurca ilçesinden Şırnak Gülyazı 4. Taktik Alayı Komutanlığı’na atanan Albay Bedrettin Kurt’un Ortaköy köylülerini, evlerini boşaltmakla tehdit ettiği iddia edildi. Haberde, Kurt’un “Çukurca’da 26 sınır köyü boşalttım. Sıra Şırnak’ta, buraları boşaltacaksınız” dediği öne sürüldü. Habere göre, köylülerden Ali Berk, “Kurt’un bundan birkaç hafta önce köye gelerek Kürtçe konuşmayı yasakladığını, Kürtçe konuşan herkesin gözaltına alınacağını belirttiğini” söyledi.
  • Van’da yaşayan Ayhan Çevik, 28 Temmuz günü Cumhuriyet Polis Karakolu’nda dövüldüğünü bildirdi. İHD Van Şubesi’ne başvuran Ayhan Çevik, amcası Cemil Gülen’le birlikte, gözaltında tutulan Gülen’in oğlunu görmek için karakola gittiklerini belirterek, “Amcam oğluyla karakolda Kürtçe konuşunca bir polis ‘Kürtçe konuşamazsınız, Türkçe konuşacaksınız burada’ diye bağırdı. Ben de amcamın yaşlı olduğunu, Türkçe bilmediğini söyledim. Bunun üzerine kapıda duran başka bir polis yakamdan tuttu tekme tokat vurmaya başladı. Bu arada gömleğim yırtıldı. Orada bulunan üç polis de beni dışarı attı” dedi.
  • Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde 10 Mayıs 2005 tarihinde düzenlenen “Bahar Şenlikleri” sırasında Kürtçe türkü eşliğinde halay çektikleri gerekçesiyle Eylül ayında 20 öğrenci okuldan atıldı. Üniversite Disiplin Kurulu’nun 20 öğrenciye iki yarıyıl, 11 öğrenciye bir yarıyıl, sekiz öğrenciye bir ay süre ile okuldan uzaklaştırma, 17 öğrenciye ise uyarı cezası verdiği öğrenildi.
  • Ankara Cumhuriyet Savcılığı, Eğitim-Sen Batman Şubesi yöneticisi Ercan Bayhan hakkında, Ankara’da 17 Aralık 2005 tarihinde düzenlenen “Demokratik Türkiye, halk için bütçe” mitinginde Kürtçe “Biji Biratiye Gelan (Yaşasın halkların kardeşliği)” sloganı attığı gerekçesiyle dava açtı. “Yasadışı örgüt propagandası” iddiasıyla açılan dava, 18 Ağustos günü Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı.

5.2) Kürtçe Yer Adları

  • Diyarbakır Valiliği, Diyarbakır İl Genel Meclisi’nin yerleşim yerlerinin Türkçe adlarının yanına Kürtçeleri’nin de yazılması yönünde 3 Mart günü aldığı kararı yargıya taşıdı. Valilik, “eski isimlerin halk arasında gayri resmi kullanılageldiği ve kararın uygulanmasının bu kullanım şeklini özendireceği” gerekçesiyle İdare Mahkemesi’nde dava açtı.
  • Diyarbakır’ın Kayapınar beldesinde, 10 parka Kürtçe adlar vermesi Valilik tarafından engellendi. Edinilen bilgiye göre, belediye parklara “Zembîlfroş”, “Jiyana Azad”, “33 Kurşun”, “Yek Gulan”, “Ciwan”, “Aşiti”, “Ahmed Arif”, “Mem û Zin”, “Zeynel Durmuş” ve “8 Mart” adları vermek istedi. Ancak valilik “Mem û Zin”, “8 Mart” ve “Ahmed Arif” dışındaki adların kullanılmasına izin vermedi. Bunun üzerine Kayapınar Belediyesi, Diyarbakır 2. İdare Mahkemesi’nde kararın iptali istemiyle dava açtı. Diyarbakır Valiliği tarafından mahkemeye gönderilen savunmada, “bu tür adların toplumda ayrımcılığa yol açacağı” savunuldu. Savunmada, “Toplumun hassasiyetlerini zedeleyecek, insanlara olumsuz bakış açısı kazandıracak ve insanları ayrımcılığa sevk edecek isim, işaret ve simgelerin, insanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanmaya çalışıldığı bir dönemde kullanılması, sağlanmaya çalışılan birlik ve beraberliğe çok önemli oranda zarar verecektir” denildi.
  • Beytüşşebap (Şırnak) Belediye Başkanı Faik Dursun ve meclis üyeleri hakkında mahalle ve sokaklara Kürtçe isim verildiği gerekçesiyle Cumhuriyet Savcılığı tarafından soruşturma açıldığı öğrenildi.

5.3) Kürtçe’nin Çeşitli Kurumlarda Kullanımı

  • Siirt’te bulunan “Botan Kültür ve Sanat Merkezi (BKSM)” hakkında, adının Kürtçe’si olan “Navenda Çand û Hunera Botanê”nin de kullandığı gerekçesiyle açılan davaya yıl içinde Siirt Sulh Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Siirt Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü tarafından açılan davada, Kürtçe ad kullanımının Türk Ticaret Kanunu’na aykırı olduğu iddia ediliyor. Siirt Sulh Ceza Mahkemesi, Merkez Başkanı Abdullah Gürgen’in savunmasının ardından görevsizlik kararı vererek, dosyayı Siirt Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Dava yıl içinde sonuçlanmadı.
  • Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, bilgisayarlarında kullanmak üzere Kürtçe yazılım sistemi hazırlatan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş hakkında Kasım ayında soruşturma başlattı.
  • Osman Baydemir hakkında 2006 yılbaşında gönderdiği tebrik kartlarında “w” harfi kullanıldığı gerekçesiyle dava açıldı. İddianamede, Baydemir’in Kürtçe “yeni yılınız kutlu olsun” yazısı nedeniyle TCY’nin 222. maddesi ve “Türk Harflerini Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun”a muhalefet iddiasıyla cezalandırılması istendi.
  • İbrahim Güçlü hakkında 12 Ekim 2003 tarihinde yapılan Hak-Par Mardin İl Kongresi’nde Kürtçe konuştuğu gerekçesiyle SPY’nin 81. maddesi uyarınca açılan davaya da yıl içinde Mardin 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde devam edildi.
  • SDP Genel Başkanı Filiz Koçali hakkında, “Kürtçe slogan içeren bir bildiri” nedeniyle SPY’nin 81. maddesi uyarınca açılan davaya 29 Kasım günü Ankara Asliye Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Dava, 2007 yılına ertelendi.
  • DTP’nin Newroz kutlamaları için hazırladığı Türkçe, Kürtçe ve Zazaca “Newroz kutlu olsun” yazılı afişleri Haziran ayında İstanbul Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı tarafından “Türkçe dışında dil kullanıldığı” gerekçesiyle yasaklandı.
  • Viranşehir’in DTP’li Belediye Başkanı Emrullah Cin hakkında belediye bülteninde Kürtçe de kullanıldığı için Temmuz ayında soruşturma açıldı. Viranşehir Cumhuriyet Savcılığı’nın talebi üzerine İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin ilçeye gelerek kendisinin ifadesine başvurduğunu kaydeden Belediye Başkanı Emrullah Cin, iki dönemdir görev yaptığı belediye başkanlığı sırasında hakkında 20 dava açıldığını ve bunların sekizinden beraat ettiğini açıkladı.
  • Diyarbakır 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Kürt-Der’i kapattı. 20 Nisan günü yapılan duruşmada, Kürtçe savunma yapan dernek sözcüsü İbrahim Güçlü, “Tüzüğümüzde Kürt dili eğitim dili olmalıdır demiştik. TV’lerde Kürtçe yayınların 24 saate çıkarılmasını istiyoruz. Bu talepleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde dile getiriyoruz” dedi. Mahkeme, “faaliyet dili olarak Kürtçe’yi kabul etmesi”, “Kürt arşivi, kütüphanesi ve müzesi kurma çalışmaları yürütmesi” ve “bildirime rağmen yasada öngörülen 30 günlük süre içinde bu konularda düzenleme yapmaması” nedeniyle derneğin feshine karar verdi.
  • DTP’nin 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle hazırladığı Kürtçe afişler, Ankara Valiliği tarafından yasaklandı. Yasaklama kararının SPY’nin “siyasi partilerin çalışmalarında Türkçe’den başka bir dil kullanamayacağı” hükmünü içeren 81/c fıkrası uyarınca alındığı öğrenildi.
  • Gaziantep’te 8 Mart 2005 Dünya Kadınlar Günü’nde düzenlenen basın açıklamasında Kürtçe konuştukları gerekçesiyle yargılanan DTP Gaziantep İl Örgütü yöneticileri Dilfiroz Zengin ve Hatice Arslan ile DTP üyeleri Bircan Demir, İnce Selçuk ve Habibe Tişkaya hakkında açılan dava, 3 Kasım günü sonuçlandı. Gaziantep 5. Asliye Ceza Mahkemesi, sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Dava, SPY’nin 81. maddesi uyarınca açılmıştı.
  • DTP İstanbul İl Başkanlığı tarafından Türkçe, Kürtçe ve Zazaca hazırlanan “Newroz kutlu olsun” yazılı afişlere de “Türkçe dışında dil kullanıldığı” gerekçesiyle Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı’nın kararıyla el konuldu.

5.4) Kürtçe Yayımlar ve Materyaller

  • İsveçli yazar Astrid Lindgrens’in yarattığı çizgi karakter “Pippi”nin Kürtçe baskılarına İstanbul’da el konulduğu iddia edildi. İsveç TT haber ajansının haberinde, Güneydoğu Anadolu bölgesine gönderilmek üzere Türkiye’ye getirilen kitaplara “gümrük belgelerinde eksiklik olduğu” ve “Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin belgesi alınmadığı” gerekçesiyle 1.208 adet kitaba el konulduğu belirtildi.
  • İspanya’nın Santiyago de Competalla Belediyesi’nin, Diyarbakır Sur Belediyesi’ne gönderdiği ‘Kurdiya İlesa’ (Temel Kürtçe) adlı 1500 Kürtçe kitap, 10 ay boyunca İstanbul’daki Halkalı Gümrük Müdürlüğü’nde bekletildi. 26 Aralık 2005 tarihinde gümrüğe gelen kitapların çevirisinin istendiğini belirten DTP’li Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, “Çeviri yapmak çok zor ve uzun zaman alır. Kitapları almaktan vazgeçtik” dedi.
  • 1 Ağustos günü Adana’da “üzerlerinde Kürtçe ‘Beritan’ adlı film bulunduğu” gerekçesiyle gözaltına alınan H. Yavuz (16), kötü muameleye maruz kaldığını bildirdi. H. Yavuz, “Emniyette polisler sürekli bana ‘Dağa git, Kuzey Irak’a git. Sizin devletiniz orada. Bizim devletimizi niye işgal ediyorsunuz. Siz işgalcisiniz. Sen dağa git, yolun açık olsun’ dediler. Daha sonra çocuk şubesine götürüldüm. Şube Müdürü de beni odasında iki saat ayakta bekletip, hakaret etti” dedi. H. Yavuz, Cumhuriyet Savcısı tarafından serbest bırakıldı.
  • 13 Haziran günü Kahramanmaraş’ın Minehöyük köyünde Kürtçe “Nu Azadi” gazetesini satan ESP üyeleri Sinan Tanrıverdi ve Halit Çelik, jandarma tarafından gözaltına alındı.
  • Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 13 Mayıs günü düzenlenmesi planlanan “Günlük Kürtçe Bir Gazete İçin Azadiya Welat ile Dayanışma” konseri kaymakamlık tarafından yasaklandı. Kararın, konser davetiyeleri üzerinde yer alan Azadiya Welat gazetesinin fotoğrafı nedeniyle alındığı öğrenildi. Konserin düzenleyicilerine gönderilen yasak kararı şöyle: “Din, dil, ırk, sınıf ve bölge farklılığı göstererek kin ve düşmanlığı tahrik eden ibarelerin ve üzerinde yasadışı PKK/KONGRA GEL terör örgütünün sözde bayrağını simgeleyen resimlerin bulunduğu davetiyeler ve etkinliği tertip eden düzenleme kurulu üyelerinin yapılan GBT (Genel Bilgi Taraması) sorgulamalarında ortaya çıkan suç kayıtlarından, gerçekleştirilmek istenen etkinlikte suç ve suç unsurlarının meydana gelebileceği değerlendirilerek, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 17. maddesi ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na dair yönetmenliğin 23. maddesine dayanılarak yasaklanmıştır” .
  • Ardahan’da yayınlanan Kuzey Doğu Anadolu gazetesinin 18 Mart günü yayınlanan sayısı, DTP’nin “Newroz Şölenine Davet” duyurusu nedeniyle Cumhuriyet Savcılığı tarafından toplatıldı. Toplatma kararının “w” harfinin kullanılması nedeniyle verildiği öğrenildi.

5.5) Kürtçe Yayın

  • “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmelik”le özel radyolara günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş saat, özel televizyonlara ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam dört saat Türkçe dışındaki dillerde yayın yapma özgürlüğü getirildi. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Diyarbakır’da Gün ve Söz TV ile Şanlıurfa’da Medya Radyo’ya Mart ayında Kürtçe yayın izni verdi. Bu kuruluşlar taahhütname imzaladıktan sonra 23 Mart günü yayına başladı. Kürtçe’nin Kurmanci lehçesinde yayınlanan haber ve programlar, Türkçe altyazılı verildi. RTÜK, Haziran ayında Kürtçe yayın yapan TV ve radyolara getirilen süre kısıtlaması konusunda yeni bir düzenleme yaptı. “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmeliği” değiştiren RTÜK, “radyolar günde 60 dakikayı aşmayacak şekilde, haftada toplam beş saat, televizyonlar ise günde 45 dakikayı aşmamak şartıyla haftada dört saat yayın” koşulunun sinema ve müzik yayınları için geçerli olmamasını kararlaştırdı. Ancak film ve müzik yayınlarında Türkçe altyazı kuralının ve haber ve tartışma programlarına daha önce konulan kısıtlamaların ise devam etmesi kararlaştırıldı.
  • Diyarbakır’da gerçekleştirilen “Edebiyat Günleri” kapsamında 19 Kasım günü Diyarbakır Gün TV’de canlı yayınlanacak bir program polislerin müdahalesi nedeniyle kesildi. Edinilen bilgiye göre, Adil Kurt’un sunduğu, 20 kadar da yazarın katılacağı programın çekiminin başlamasından hemen sonra Diyarbakır Valiliği’nden aldıkları izinle çekim yapacaklarını söyleyen polisler, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’na girdi. Bunun üzerine Adil Kurt, yayını kesti, yazarlar ve izleyiciler de salonu terk etti. Polislerin aynı gün düzenlenen “Kürt Dilini Koruma ve Kürtçe Eğitim Konferansı”nda çekim yapmak istemesinin de gerginliğe neden olduğu bildirildi.

5.6) Cezaevlerinde karşılaşılan engellemeler:
5.6.1) Kürtçe Materyaller

  • Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde… …tutuklulara Kürtçe Azadiya Welat gazetesinin verilmediği bildirildi. Faysal Onuş, Mehmet Ali Doğar, Fuat Parlak, Bekir Kılıçaslan adlı tutuklulara gönderilen 2, 3, 4, 5 ve 6 Ekim günlü Azadiya Welat gazetelerinin verilmemesi üzerine cezaevi yönetimine başvuran tutuklulara, “Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Eğitim Kurulu” tarafından verilen yanıtta, “Bahse konu gazetelerin; 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’un ‘süreli ve süresiz yayınlardan yararlanma hakkı’ başlıklı 62. maddesinin 3. fıkrası ‘Kurum güvenliğini tehlikeye düşüren veya müstehcen haber, fotoğraf ve yorumları kapsayan hiçbir yayın hükümlüye verilmez’ hükmünce, söz konusu Kürtçe gazetelerin, Ceza İnfaz Kurumumuzda Kürtçe bilen personel bulunmasına karşın, Kürtçe dilinin çeşitli lehçelere ayrılmasından tercümesi yapılamamaktadır. Dolayısıyla Kürtçe gazetelerin bu hükmün gereklerine uygunluğu tespit edilemediğinden, hükümlü ve tutuklulara verilmemesi yönünde karar alınmıştır” denildi.
  • Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi’nde bulunan Erdal Süsem adlı tutuklunun yazdığı “İkilem” adlı romanın çoğaltılmasının ve dışarı gönderilmesinin Eylül ayında yasaklandığı bildirildi. Erdal Süsem, yakınları aracılığıyla yaptığı açıklamada, romanı fotokopiyle çoğaltmak istediğini, ancak cezaevi yönetiminin “Yandaşlarına örgütsel talimat ve mesaj yolladığı” gerekçesiyle bunu yasakladığını bildirdi. Süsem, Tekirdağ İnfaz Hakimliği’ne yaptığı itirazın da “İçeriğinde Kürtçe kelimelerin çokça yer alması, mensubu olduğu örgüte ait kişilerin faaliyet ve ölümlerini kahramanlık hikayeleri gibi anlatılması” gerekçesiyle reddedildiğini söyledi. Süsem’in daha önce de arkadaşına bir muhabbet kuşu gönderme isteğinin “kuşun örgüt kuryeliği yapabileceği” gerekçesiyle reddedildiğini hatırlattı.

5.6.2) Mektuplar ve Görüşmeler

  • Siirt E Tipi Cezaevi’nde Kürtçe mektuplara Ağustos ayında “noter onaylı Türkçe çevirisinin cezaevi yönetimine verilmesi” şartı getirildiği bildirildi. Çeviri ve noter masrafı olarak mahkumlardan 60 YTL istendiği, ücret ödemeyi reddeden mahkumların mektuplarının postaya verilmediği öğrenildi. Siirt Barosu avukatlarından M. Sabır Taş, müvekkilleri Yılmaz Altığ, Naime Encü, Pakizer Ukşul ve Abdullah Kanat ile görüştüğünü belirterek, “Yılmaz Altığ, ailesine Kürtçe mektup yazmak istemiş. Cezaevi Müdürlüğü, Kürtçe mektubun ‘noter tasdikli Türkçe tercümesinin idareye verilmesi’ şartını koymuş. Tercüme ve noter maliyeti de yaklaşık 60 YTL tutuyor. Mahkumları oldukça zorlayan bir uygulama. Ücret ödenmediği zaman mektuplar postaya verilmiyor” dedi.
  • Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde bulunan ağabeyi Abdullah Çelik’i 16 Ağustos günü ziyaret eden Mehmet Çelik, gardiyanların saldırısına uğradıklarını bildirdi. Ağabeyi ile Kürtçe konuştukları gerekçesiyle kendilerine hakaret edildiğini ve saldırıldığını belirten Çelik, “İçerde de ağabeyim saldırıya uğradı. Kapı kapandı, daha sonra ne oldu bilemiyorum” dedi.

5.6.3) Telefon görüşmeleri

“Kamber Ateş Nasılsın?” sahnemizde esin kaynağı olan, cezaevindeki hükümlülerin yakınlarıyla görüşmelerinde baskı ve engellemelerle karşılaşmaları olgusuna dair pek çok örnek olay sayılabilir. İzmir Ceza ve Tutukevleri Bağımsız İzleme Grubu; Kasım 2005-Ekim 2006 Raporu [2] ‘ndan alıntılayacak olursak:
Grubumuza son dönemde yapılan başvurularda, telefon görüşmelerinin Kürtçe konuşma yapıldığı gerekçesi ile engellendiği belirtilmiştir. 
Başvurucuların Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazdıkları dilekçelere yanıt olarak: Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük’ün Telefon Görüşme Hakkı başlıklı 88/2-p. maddesinde belirtilen “Telefon görüşmeleri Türkçe yapılır. Ancak, hükümlünün Türkçe bilmemesi veya görüşeceğini bildirdiği yakınının mahallinde yaptırılacak araştırma ile Türkçe bilmediğinin tespit edilmesi halinde konuşmanın yapılmasına izin verilir.” hükmü gereğince, kurum idaresinin hükümlü ve tutukluların Türkçe bilmeyen yakınlarının mahallerinde yaptıracağı araştırma sonuçlanıncaya kadar geçecek olan sürede haftalık telefon görüşmelerinin Türkçe yapılması gerektiğinden uygulamanın yasa, tüzük ve yönetmeliklere aykırı olmadığını belirtmiştir. 
Konu hakkında İHD tarafından yapılan başvuru da aynı şekilde cevaplanmıştır.

  • Burdur, Sivas ve Buca (İzmir) cezaevlerinde bulunan siyasi mahkumların yakınları tarafından Mayıs ayında yapılan açıklamada, telefon görüşmelerinde Kürtçe konuşulmasına izin verilmediği bildirildi. Şadiye Yılmaz adlı tutuklu yakını, Buca Cezaevi’nde bulunan kızı Yazgül Yılmaz ile Kürtçe konuştuğu için görüşmelerinin engellendiğini söyledi. Yılmaz, “Telefonla görüşmek için başvuruları yaptık. Kızımla bir aydır telefonla görüşüyorduk. 11 Mayıs günü yine kızımla konuştum. Her zamanki gibi Kürtçe konuştum. Gardiyan araya girdi, ‘Kürtçe konuşma’ dedi. Türkçe bilmediğimi söyledim. Bana ‘Az önce sorularıma Türkçe cevap verdin’ dedi. Benim bildiğim zaten birkaç kelime Türkçe. Kızımla tekrar Kürtçe konuşunca telefonu kapattılar” dedi. Şadiye Yılmaz, 18 Mayıs günü yapacakları görüşmenin de bu nedenle gerçekleşmediğini belirtti.
  • Elbistan (Kahramanmaraş) E Tipi Cezaevi’nde bulunan oğlu Abdurrahman Oral ile Kürtçe konuşmak isteyen Hacire Oral’ın (71), Türkçe testi için polis karakoluna götürüldüğü bildirildi. Edinilen bilgiye göre, Abdurrahman Oral Türkçe bilmeyen annesi ile görüşlerde ve telefonda Kürtçe konuşmasına izin verilmesi için 16 Kasım günü cezaevi yönetimine başvurdu. Cezaevi yönetiminin isteği üzerine Adana Dağlıoğlu Polis Karakolu’na götürülen Hacire Oral’ın Türkçe bilip bilmediği saptanmaya çalışıldı. Hacire Oral, “Karakolda, Mehmet adlı bir komiser oğlumun nerede olduğunu sordu, cezaevinde olduğunu söyledim. ‘Oğlun neden cezaevinde?’ dedi. Örgüt üyeliğinden ceza aldığını ve kendilerinin durumu bildiğini söyledim. Bunun üzerine, sen ‘Türkçe bilmiyor musun, neden oğlunla Türkçe konuşmuyorsun?’ diye sordu. Okula gidemediğimi ve bu nedenle Türkçe öğrenemediğimi söyledim. Daha sonra, ifademin bittiğini söyleyerek, gidebileceğimi söylediler” dedi.
  • Kandıra F Tipi Cezaevi’nde bulunan Nasrullah Kuran adlı siyasi hükümlünün, bayramda annesi Kadriye Kuran ile yaptığı telefon görüşmesinin “Kürtçe konuştukları” için yarıda kesildiği bildirildi. Kadriye Kuran Aralık ayında yaptığı açıklamada “Bayram sabahı telefon çaldı. açtığımda ‘Merhaba ben Nasrullah Kuran’ dedi. Uzun zamandır sesini duyamadığım için heyecanlandım. Türkçe bilmediğim için Kürtçe konuştum. Arkadan birilerinin ‘Lütfen Nasrullah Kuran lütfen’ dediğini duydum, oğlum ‘Anne Kürtçe konuşmama izin vermiyorlar. Kapatmam lazım’ deyip telefonu kapattı” dedi.

Bu ve benzeri olaylara dair izleme grubunun yorumu şu şekildedir:
Bu yıl altını çizmek istediğimiz bir konu da; infaz hukukuna ilişkin yapılan her yeni düzenlemenin cezaevlerinde yeni sorun alanları yarattığıdır… …06.04.2006 tarihinde resmi gazetede yayımlanan İnfaz Tüzüğü’nün de benzer sonuçlar doğurduğu anlaşılmaktadır. İnfaz yasasında; telefon görüşmelerinin Türkçe yapılması zorunluluğu bulunmadığı ve bu konuda herhangi kısıtlama olmadan kişilerin kendi dilleri ile telefon görüşmesi yaptığı halde; Tüzük ile bu hak sınırlanmış ve Türkçe konuşma zorunluluğu getirilmiştir. Konuyla ilgili olarak gelen başvuruların tamamı önceden “Kürtçe” yaptıkları telefon görüşmelerinin yasaklandığına ilişkindir. Getirilen kısıtlama pratikte “Kürtçe konuşma yasağı” şeklinde algılanmaktadır. 
Tüzük; hükümlünün Türkçe bilmemesi veya görüşeceği yakının Türkçe bilmediğinin mahallinde tespiti halinde başka bir dilde görüşmeye izin vermektedir. Ancak bu hal istisnadır. Mutat bir uygulamanın, tüzük ile istisnaya dönüştürülmesinin nedenleri açıklanmış değildir. Kaldı ki; normlar hiyerarşisi gereğince; hiçbir yasal düzenleme kendisinden önce gelene aykırı olmamalıdır. Yine hakları ancak yasayla sınırlanabileceği kuralı karşısında dayanağı olan infaz kanununda sınırlandırılmamış bir hakkın tüzükle sınırlandırılması hukukun genel ilkelerine aykırıdır. Tüzükle getirilen düzenlemenin uygulamada yarattığı bir sorun da; hükümlünün telefon görüşmesi yapmak istediği yakınının Türkçe bilip bilmediğinin mahallinde araştırılacak olması, araştırmanın da cezaevi idaresince yapılacak olmasıdır. İdareye yüklenen bu yükümlülüğün yerine getirilmesinde gösterilen gecikme ve özensizlik, telefonla görüşme hakkının fiilen kullanılamaması sonucunu yaratmaktadır.

6) ULUSLARARASI HUKUKİ DÜZLEMDE AZINLIK HAKLARI VE TÜRKİYE’NİN KONUMU

Tarihsel Arka plan

Azınlık haklarının uluslararası düzeyde meşru ilgi alanı haline gelmesi, Milletler Cemiyeti’nin kuruluşuna rastlar. Azınlıklar konusunda bağlayıcı hükümler içeren Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması Lozan da, Milletler Cemiyeti şemsiyesi altındaki azınlık korumasının bir parçasıdır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyetinin azınlıklar konusundaki temel stratejisi “ayrımcılığın önlenmesi” ve “azınlıkların korunması” olmuştur.

Ancak İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Nazi Almanyası’nın bu stratejiyi çökertmesiyle birlikte, Nazilerin ırkçı politikasına karşı, azınlıklar özelinden ziyade genel anlamda “insan hakları” kavramının altı çizilmeye başlandı. [3] Savaş sonrası kurulan Birleşmiş Milletler’de de bu eğilim devam etti. 60’lardan sonra azınlık hakları tekrar gündeme alındı. Özellikle 90’larda Doğu Avrupa rejimlerinin çökmeye başlamasıyla azınlık çatışmalarının başlamasından çekinilen ortamda, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı düzeni, “dil, din ve etnisiteye dayalı azınlıklar” kavramlarını tekrar gündeme soktu. 90’lardan sonra genel gidişat, “ayrımcılığın önlenmesi” gibi bir şiardan hareketle devlete negatif görevler yüklenmesinden ziyade, azınlık haklarının korunması için uygun koşulları yaratmayı gerekli kılan pozitif görevler yüklenmesi yönündeydi. Şu anda uluslararası örgütler ve hukuki düzlem bağlamında azınlık hakları, gittikçe daha da hassasiyetle ele alınan bir konu olagelmektedir, bu durum AB’ye adaylık sürecindeki Türkiye için de geçerli olmak mecburiyetindedir.   

Bağlayıcı Sözleşmeler ve Yükümlülükler

Azınlık hakları konusunda Türkiye’nin imza attığı uluslararası belgeler, Türkiye’nin onay tarihine göre kronolojik olarak aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

6.2.1) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi:

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 1950 yılında yürürlüğe konmuş ve 1954 yılında Türkiye tarafından kabul edilmiştir. AİHS, azınlıklarla ilgili, devlete pozitif sorumluluklar yükleyen maddelere sahip bir sözleşme olarak addedilemez, daha ziyade genel manada insan haklarının korunması üzerine maddeler içerir. Türkiye’nin AİHS’ye imza atması, iç hukukunu Avrupa hukuku ile bağdaşır hale getirmesi anlamı taşımasına rağmen, Anayasa mahkemesi yasaların yorumlanmasında AİHS’yi nirengi noktası olarak almayı tercih etmemiştir. AİHS konusunda Türkiye açısından bağlayıcı olan nokta, 1987’de dönemin hükümetinin, sözleşme’nin 25. maddesine istinaden Avrupa Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını tanıması olmuştur. Böylece hak ihlalleri konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurular, Türkiye açısından para ve prestij kaybına neden olacak kararlarla sonuçlanabilmiştir. Sözleşmenin Türkiye açısından bağlayıcı olan diğer bir noktası, devletlerarası şikayetleri güvenceye alan 24. maddesidir. Bununla beraber siyasi nedenlerle gerçekleşen bu tür başvurular seyrektir.

AİHS’ye dilin kullanımı açısından bakacak olursak; dilin kullanımı en temelde ifade özgürlüğü ile alakalıdır. Kanada Temyiz Mahkemesinin sözleriyle, “dil hem içerik hem de biçimdir”. Mahkeme bu hükmü şöyle ifade etmiştir: “Dil, ifade biçimi ve içeriği ile o denli ilintilidir ki, eğer biri kendi seçeceği dili kullanmaktan men edilirse gerçek ifade özgürlüğünden söz edilemez. Dil yalnızca bir ifade aracı değildir. Aynı zamanda ifadenin içerik ve anlamını da renklendirmektedir.”

Ve ifade özgürlüğü hakkı, AİHS’nin 10. maddesinde aşağıdaki gibi belirlenmiştir:

“Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak ifade ve resmi makamların müdahalesi olmaksızın bilgi ve fikir alma ve yayma özgürlüğünü içerir.”

AİHM, medya aracılığıyla ifade özgürlüğünün önemini vurgulamış ve bu hakla ilgili muafiyetleri çok dar yorumlamıştır. Avrupa Mahkemesi, bir bireyin ifade özgürlüğüne müdahaleyi haklı kılmak için, sorumlu devletin şartı yerine getirmesi gerektiğini belirtmektedir. Müdahale, “yasayla  emredilmeli”, “meşru amaç”a (yani,maddenin 2. paragrafında belirtilenlerden birine) sahip olmalı ve “demokratik bir toplumda geçerli” olmalıdır. Özel koşulun, “demokratik bir toplumda gereklilik” olduğunu göstermek için, devlet “acil sosyal ihtiyaç”ı açıklamalıdır ve tahdit, izlenen meşru hedefe uygun olmalıdır.
AİHS’nin 10. maddesi yayıncılık, televizyon veya sinema işletmelerinin lisanslanmasını özellikle öngörür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bir lisans sisteminin saptanmasında, “aksi takdirde demokratik bir toplumdan söz edilemeyeceğinden” hareketle, “çoğulculuk, hoşgörü ve açık görüşlülük gereklerine saygı gösterilmesi” gerektiğini tespit etmiştir. Lisans konusunda devlet tarafından red, açıkça keyfi veya takdire bağlı olmamalıdır.           

6.2.2) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Süreci

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı “İnsan Boyutu” ile ilgili etkinlikleri çerçevesinde azınlıkların korunmasını pek çok kez ele almıştır. Türkiye AGİT sürecine başından beri katılmaktadır. Gerçekten de 1924 tarihli Lozan Antlaşması, Türkiye’nin ulusal azınlıklar ve onların korunması mekanizması ile ilgili ilk uluslararası angajmanıdır. Böylece AGİT Belgeleri, Türkiye’deki Kürt azınlık haklarının taahhüdü için önemli bir fırsat yaratmaktadır. AGİT kuruluş belgesi olan, 1 Ağustos 1975 tarihli Helsinki Konferansı sonuç bildirgesi, VII. ilkede aşağıdaki şartı içerir:

“Kendi toprakları üzerinde ulusal azınlıklar bulunan katılımcı Devletler, bu azınlıklara mensup kişilerin hukuk önünde eşit olma haklarına saygı gösterecek, insan hakları ve temel özgürlüklerden gerçek anlamda yararlanmaları için olanak sağlayacak ve bu bağlamda onların meşru çıkarlarını koruyacaktır.”

Azınlıkları konu alan en önemli AGİT metni, Haziran 1990’da Kopenhag toplantısında kabul edilen belgedir. IV. Bölüm tamamıyla ulusal azınlıklara ayrılmıştır. Ulusal azınlıklara mensup bireyleri “kendi etnik, kültürel dilsel veya dinsel kimliklerini özgürce ifade etme, koruma ve geliştirme, kendi kültürlerini rızaları dışındaki her türlü asimilasyon teşebbüsünden uzak sürdürme ve geliştirme hakkına sahiptirler”  hükmünü getirir.

Bu ilke ilk bakışta negatif haklar üzerine temellenmiş gibi görünse de, belgenin başka yerlerinde, olumlu devlet etkinliğine de değinilmektedir. Örneğin 33. paragraf, kendi toprakları üzerindeki ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini korumak için devletlerin, “o kimliğin geliştirilmesi için koşulları yaratma”sı gerektiğini şart koşmaktadır. Söz konusu koşullar kimliğin, “mümkün olduğunca” kamu makamları önünde kullanılması hükmünü de içermektedir. Ek olarak, katılımcı devletler, bir azınlığa mensup kişilerin kendi dillerinde veya dillerinin eğitimi için yeterli fırsata sahip olmasını sağlama konusunda “gayret” göstermelidir.

AGİT metinleri hukuki açıdan bağlayıcılık taşımayan “soft law” belgeleridir, katılımcı devletler arasında işbirliği için “siyasi” hedefler koyarlar. Yine de belgeler, katılımcı devletlerin üzerinde anlaştıkları ve uygulanmaları bir denetim sistemi ile desteklenen bir dizi standart getirir. AGİT belgelerinin kendi içlerinde taşıdıkları bir dizi siyasi ve ahlaki etkinin dışında, bu alanda hukuki yükümlülüklerin yaratılmasına önemli bir katkı da sunmaktadırlar. Gerçekten de, Avrupa Konseyi Çerçeve Anlaşması’nın açıklama memorandumu, AGİT Kopenhag belgesinin Çerçeve Anlaşması için bir temel olduğunu onaylamaktadır.

AGİT’in 1991’deki Moskova toplantısı sonuç belgesinin 12. maddesi özellikle önemlidir. En az dokuz AGİT katılımcı devleti, herhangi bir diğer AGİT katılımcı devletinde “AGİT insan boyutu hükümlerinin yerine getirilmesine karşı özellikle ciddi bir tehdit ortaya çıkmış olduğu”nu düşünürse, söz konusu katılımcı devlete bir AGİT raportörler heyeti göndermeye yetkilidirler; bu yetki 12. maddenin getirdiği olağanüstü hal mekanizması ile tesis edilmektedir. Moskova belgesinin 37. maddesinde, bu olağanüstü durum mekanizmasının özellikle azınlık çatışmalarının önlenmesi ve çözülmesi ile ilgili olabileceğine açıkça vurgu yapılmıştır.

6.2.3) Birleşmiş Milletler Ulusal veya Etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklar Beyannamesi
1992 tarihli beyannamenin 1. maddesi devletlere, aşağıdaki hükmü öngörerek  pozitif bir yükümlülük getirir:

“Kendi toprakları içindeki azınlıkların varlığını ve ulusal veya etnik kültürel, dinsel veya dilsel kimliğini korumasını ve bu kimliğin geliştirilmesi şartlarını teşvik etmek”. 
Ancak konu belli somut devlet görevlerine gelince, beyannamenin dili daha muğlaktır. 4(3). madde azınlık dilinde eğitimle ilgilidir:

“Devletler, azınlık mensubu bireylerin kendi anadillerini öğrenmek için uygun olanaklara el verdiğince sahip olmaları için gerekli önlemleri almalıdırlar.”
Bunun yanı sıra beyannamenin önemi küçümsenmemelidir. Yasal olarak bağlayıcı olmadığı halde, beyanname global düzeyde asgari standartları ifade etmekte ve BM üyesi olarak Türkiye’yi söz konusu hükümlere ahlaki ve siyasi anlamda uymaya çağırmaktadır.

6.2.4) Avrupa Birliği Süreci
Avrupa Birliği adaylık sürecinde Türkiye için önemli bir eşik teşkil eden ve kamuoyunda nam salan Kopenhag Kriterleri, aşağıdaki şekilde özetlenebilir [4] :
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin genişlemesinin Merkezi Doğu Avrupa Ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirtmiştir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştır. 
SİYASİ KRİTER: Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı,  
EKONOMİK KRİTER: İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanısıra Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması 
TOPLULUK MEVZUATININ BENİMSENMESİ: Siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kabiliyetine sahip olunması 

Bunlardan siyasi kriterleri açacak olursak:
AB’ye girmeye aday ülkeler; 
– istikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması, 
– hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, 
– insan haklarına saygı, 
– azınlıkların korunması
gibi dört ana kriter açısından değerlendirmeye alınacaktır. Genel olarak; ülkenin çok partili bir demokratik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygı, idam cezasının olmaması, azınlıklara ilişkin herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının olmaması, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesinin tüm maddeleri ile çekincesiz kabul edilmiş olması, Avrupa Konseyi Çocuk Hakları Sözleşmesinin kabul edilmiş olması gibi özellikler dikkate alınmaktadır. Ancak, bu ilkelerin varlığı tek başına yeterli olmamakta, aynı zamanda kesintisiz uygulanıyor olması gerekmektedir. 
İşte bu belge Türkiye açısından bir dönüm noktasına tekabül eder, Ekim 2001 ve Mayıs 2004 gibi köklü anayasa reformları ve AB uyum paketleri bu belge ile beraber gündeme gelmiştir.

6.2.5) Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi:

1989’da yürürlüğe konan ve 1995’te Türkiye tarafından onaylanan BM çocuk hakları sözleşmesi, hem genel anlamda hem de medya, eğitim gibi alanlarda devletlere azınlıklarla ilgili pozitif yükümlülükler getirir. 17. madde kapsamında devletler, “medyayı bir azınlık grubuna mensup veya yerli çocuğun dilsel ihtiyaçlarına özel saygı göstermesi konusunda teşvik etme”yi taahhüt eder. Eğitim hakkı ise 28. madde ile düzenlenmiştir. Eğitimin amacı, 29. madde  ile çocuğun kendi kültürel kimliğine, diline ve değerlerine saygının geliştirmesinin sağlanması olarak  belirtilmiştir. Sözleşmenin uygulanma mekanizması taraf devletleri on üyeli Çocuk Hakları Komitesine düzenli olarak rapor sunmaya çağırmaktadır. Bu bilgi temelinde, Komite taraf devlete “öneriler ve genel tavsiyeler” verebilir.

6.2.6) Uluslararası Her Türlü Irk Ayrımcılığının  Önlenmesi Sözleşmesi

13 Ekim 1972 tarihinde New York’ta imzalanan “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme” çeşitli beyanların yapılması ve çekincenin konulması suretiyle 3.4.2002 tarihinde onaylanmıştır.

Sözleşmenin 2(3). maddesi ırksal grupları korumak için etkin ulusal çarelerin olması gerektiğini öngörmektedir. Madde şöyledir:”Belli ırk gruplarına mensup bireylerin, insan haklarından ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarını sağlamak amacıyla yeterli biçimde hakların geliştirilme veya korunması güvence altına alınmalıdır. Bunun için, uygun koşulların oluşturulması konusunda özel somut önlemler alınacaktır. Bu önlemler sonuç olarak hiçbir koşulda  farklı ırksal gruplar için eşitsiz veya münferit hakların idamesini sağlamayacaktır.”

6.2.7) 1966 tarihli Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri

1966 tarihli BM İkiz Sözleşmeleri, azınlık hakları konusunda ilerici hükümler içermektedir. 2003 yılında Türkiye tarafından onaylanan tarafından  Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesi şunu ifade eder:
“Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleriyle beraber, kendi kültürlerini yaşama, kendi dinlerini açıkça ilan etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakkından  mahrum edilemezler.” 
Hüküm, olumsuzluk (mahrum edilemezler) ifadesi içermesine rağmen, 27. maddeyle devletlerden azınlıkların kolektif haklarını korumada olumlu eylemler istendiği şeklinde yorumlanmaktadır.

Prof. Baskın Oran’a referansla burada önemli olan nokta, Türkiye’nin 27. maddeye koyduğu rezervdir: “Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşme’nin 27. maddesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ve eklerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkını saklı tutar.” Lozan’ın azınlıklarla ilgili maddelerinin baştan beri yalnızca üç tarihi gayrimüslim azınlık (Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler) için uygulana geldiği göz önüne alınırsa, bu jestin Kürtler açısından anlamı çok daha iyi kavranabilir.

[1] Ankara, Nisan 2007; Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yayınları (47); Yayına Hazırlayan : Dokümantasyon Merkezi

[2] Katılımcı ve İmzacı Kurumlar: TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, TİHV İzmir Temsilciliği, İHD İzmir Şubesi, ÇHD İzmir Şubesi

[3] Ayrımcı olmama ilkesi, Evrensel Beyanname’nin 2. maddesinde yer almaktadır:
“Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer düşünceler, ulusal veya toplumsal köken, doğum veya diğer statüler gibi hangi türde olursa olsun fark gözetilmeksizin bu beyannamede belirtilen tüm hak ve özgürlüklere sahiptir.”

[4] http://www.belgenet.com/arsiv/ab/kopenhag_kri.html