Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) Kardeş Türküler projesi on altı yıldır Anadolu ve çevresindeki halkların danslarını, müziklerini sahneye taşıyor. Bu sene de, her türlü rengiyle yetmiş yedi milletin yuvası olan İstanbul,  Kardeş Türküler’le İstanbul adıyla taşındı bu kez sahneye.  Çok sayıda kültürel çeşitliliğin bir araya geldiği bu büyük kent, aynı zamanda daima yeni buluşmalara, karşılaşmalara ve çatışmalara da açık bir kent. Kardeş Türkülerle İstanbul, böyle bir İstanbul’u “İstanbul’da yaşayan sanatçılar olarak biz nasıl ifade ederiz?” sorusundan yola çıkılarak hazırlanmış bir gösteri.

                                                                          ****

“İstanbul: Hem sıla, hem gurbet!”

İstanbul, yüzyıllar boyunca göç yolları üzerinde varolmuş bir kent. Göçler almış, göçler vermiş, sadece Osmanlı döneminde değil öncesinde de çokkültürlü bir nüfusu içinde barındırmış, müziği, sanatı, edebiyatıyla çeşitliliğin eksik olmadığı bir yer olagelmiş. Bu çeşitlilik zaman zaman kırılmalara da uğramış; bazı toplumların dışlanırken bazı toplumların öne çıkıp hâkim unsur olduğu, bazılarınınsa ısrarla yaşam mücadelesi verdiği bir kent olmuş.

2009 yaz mevsimindeki açıkhava gösterimizin temasını İstanbul olarak belirlerken İstanbul’un yakın tarih içinde görüp geçirdikleri de gözümüzün önünde, aklımızın bir köşesindeydi. İstanbul’un tarihi Türkiye tarihi gibi bir “tekkültürleştirme” tarihiydi. Türkiye’nin çok çeşitli bir toplumsal yapıya sahip olan kentlerinden biri olan İstanbul bu tekkültürleştirme sürecini yakından ve oldukça sıcak yaşamıştı. Barındırdığı unsurlar ve bu unsurların oluşturduğu ortak paylaşım alanları azaldıkça; fakirleşip kurudukça ya da tersine yeni unsurlara, bileşenlere kavuştukça İstanbul’un genel çehresi, gündelik yaşantısı, sanatı, politikası da değişiyordu.

İstanbul’u Türkleştirmeye ve Müslümanlaştırmaya dönük çabalar Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine rastlar. Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyetle devam eden, bir Türk ulusu yaratma hedefiyle etnik çeşitliliği en aza indirmeye çalışan hamleler bir bir İstanbul’da da yaşanmıştır: Ermenilere yüzyıl başında yaşatılanlar, 1923 nüfus mübadelesi ile birlikte bu uygulamaya dahil edilmeyen İstanbul Rumlarının adeta bir tür “rehine” statüsüne geçirilmesi, “milli” bir ekonomi yaratma hedefiyle gayri-müslimlerin varlık vergisine tabi tutulmaları, gayri-müslim erkeklerin Aşkale’deki çalışma kamplarına gönderilişi, 1955’te yaşanan 6-7 Eylül olayları, 1964’de Yunanistan vatandaşı olan (T.C. vatandaşı olmayan) Rumların ülkeyi terk etmeye zorlanması gibi pek çok olay geçmiştir bu topraklarda.

Gayri-müslim halkları hedef alan ve bu nüfusun İstanbul’daki varlığına ciddi bir darbe indiren bu hamlelerden sonra bile İstanbul farklı bileşenlerle de olsa hâlâ çokkültürlü bir yapıya sahip olmaya devam eder. Özellikle 1950’lerden itibaren yoğunlaşan çeşitli göç dalgalarıyla gelen Balkan göçmenleri, Karadenizliler, Gürcüler, Lazlar, Kürtler, Çerkezler… ve daha pek çok halk, İstanbul nüfusunu çok çeşitli bir kültürel yapıya kavuşturur.

İstanbul: Hem yıkanmış, taranmış, en güzel elbiselerini giyinmiş bir bayram çocuğu; hem toza toprağa bulanmış bir sokak çocuğu.”

Varolan bu kültürel çeşitliliğin kültür-sanat alanına nasıl yansıdığına baktığımızda son birkaç yıldır popüler kültür alanında, her türlü medya aracılığıyla kültürel çeşitliliğe vurgu yapan ürünlerle de karşılaşıyoruz. Örneğin “Korolar Yarışıyor” ve bu korolarda Kürtçe şarkılar da söyleniyor ya da eskiden kalma hoş bir hatıra gibi yaklaşılıyor olsa da, İstanbul’da artık parmakla sayılan Gayri-müslim cemaat üyelerine ve onların kültürel değerlerine gönderme yapan filmler de çekiliyor ya da artık Çingeneleri televizyondaki yarışma-eğlence programlarında veya dizilerde izleyebiliyoruz. Fakat bu kültürel çeşitlilik temsilleri, tarihsel arka plandan ve toplumsal koşullardan yalıtılmış temsiller olarak kalmaya devam ediyor.

İstanbul’un kültürel çeşitliliğine dair kültürel çoğulcu bir perspektifle sanatsal yorumlar geliştirmek mümkün. Ancak bunun yolu, bu kültürel çeşitliliği toplumsal koşullarına, bağlamına, tarihsel arkaplanına kavuşturmaktan, bu bağlantıları dikkate almaktan ve görünür kılmaktan geçiyor. Bunu yaparken ihtiyacımız olan şey, yıllardır bu kültürel çeşitlilikle ilgili bilginin hasıraltı edilmesiyle oluşan/oluşturulan bir yok sayma durumunu aşmak yönünde adım atan, araştırma yönü kuvvetli çalışmaların da ortaya çıkması.

Bu çerçevede ele alacağımız bir İstanbul ve orada geçen hikâyeler bir çırpıda anlatılacak hikâyeler değil, hiç kuşkusuz. Kardeş Türküler’le İstanbul gösterisiyle biz de kendi İstanbul hikâyelerimizden bazılarını olanaklarımız ölçüsünde anlatmak isteğiyle yeni şarkılar yazdık, dans-müzik sahneleri oluşturduk, görüntüler ve şiirler hazırladık. Gösterimiz, dayanışma çerçevesinde bir araya gelen dansçı, müzisyen ve tiyatrocu arkadaşlarımızın gösterinin farklı aşamalarındaki katkılarıyla gerçekleşti yine. BGST’liler, Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü(BÜFK) ve Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları(BÜO)’ndan öğrenciler, Karadeniz müziği alanında çalışmalar yürüten Grup Helesa’dan müzisyenler ve Yunanistan-Rum dansları üzerine çalışmalar yapan Antropia dans grubundan dansçılar gösterinin çeşitli aşamalarında yer alarak bu buluşmaya katkı sundular. Ve elbette, ortak bir çalışma sürecinde bir arada bulunmaktan ve aynı sahneyi paylaşmaktan büyük mutluluk duyduğumuz iki müzisyen konuğumuz vardı: Reem Kelani ve Arto Tunçboyacıyan.

Kardeş Türküler, 30 Haziran akşamı Kuruçeşme Arena‘da, yine büyük ve coşkulu bir seyirci ile buluştu. Danslarımızla, müziklerimizle sahnedeki sözümüzü seyirciyle paylaştık. Gösterinin ilk bölümünde, kimliklerin, inançların ve geleneklerin buluşma ve birlikte yaşama mekânı olan İstanbul sahneye taşındı ve İstanbul’un “gelenleri” ile “gidenleri”, müziğin ve dansın diliyle anlatıldı. İkinci bölümde ise, Kardeş Türküler’in on beş yılı aşan müzikal yolculuğu boyunca oluşturduğu repertuvardan seçilen şarkılar, danslar eşliğinde seslendirildi. Şarkılarını daima hayattan yana, barıştan yana seslendiren konuklarımız Reem Kelani ve Arto Tunçboyacıyan da etkileyici performansları ve inanarak dile getirdikleri sözleriyle geceyi taçlandırdılar. Gösteri hazırlığının çeşitli aşamalarında yer alan bizler için de bir eylem niteliği taşıyan Kardeş Türküler projesinin 2009 yazı açıkhava dans-müzik gösterisi, onuncu kez, işte bu şekilde gerçekleşti.

****

“Ey Şehir, Ey İstanbul”
Çok büyük bir kentte, İstanbul’da yaşıyoruz ve İstanbul’a baktığımızda, adeta bir “küçük Türkiye” de çıkıyor karşımıza. Tarih boyunca farklı coğrafyalar ya da aşılması zor fizikî mesafeler nedeniyle yan yana gelme imkânı olamamış pek çok kültürün, halen göçler almaya devam eden İstanbul’da bir araya gelebildiğini ya da gelme şansı olduğunu görüyoruz. Bu şansın, kalıcı bir barış kültürü yaratarak halklar arasında ortak bir yaşam alanını paylaşmak yönünde ne kadar yapıcı bir enerjiye dönüştürülebileceği konusu, şüphesiz tartışılabilir bir konu. Ancak buna rağmen; kimlikler, kültürler, inançlar… buluşmasının İstanbul’da mümkün olabileceği de bir gerçek. Kardeş Türküler’le İstanbul, sözleri Feryal Öney’e, müziği Vedat Yıldırım’a ait “Ey İstanbul” adlı şarkımızla başlıyor. Farklılıkları görmezlikten ya da duymazlıktan gelenleri, görmeye ve duymaya davet ediyor şarkımız ve İstanbul’da yaşayıp da olup bitenlere seyirci kalmaya ya da İstanbul’a gelenleri aşağılayarak bir tür kültürel ırkçılığa dönüşen “seçkinci” tavırlara karşı duruyor: “… İnsanın ettikleri / İnsana, İstanbul’a / Bu şehir dile gelse / Durur, dönmez dünya  / Bağrın açmış, buyur etmiş / Kimseye yüz çevirmemiş / Gözü doymaz fânilere / Gene de yetmemiş…” 

“Varol Meryem Ana, bunları konuştuk”
Gösterinin yine İstanbul bölümünde yer alan “Tatavla” sahnesi, bugün çoğumuzun Kurtuluş olarak bildiği, eski adı Tatavla olan semtten hareketle hazırlandı. Tatavla, 16.yy’dan itibaren sadece Rumların yaşadığı bir bölgedir. Kanuni döneminde buraya Kasımpaşa tersanesinde çalıştırılmak üzere çoğunluğu Sakız Adası’ndan getirilmiş Rum gençler yerleştirilir,  zamanla İstanbul’un diğer semtlerindeki Rumlarla karışarak kalabalık bir Rum semtine dönüşür Tatavla. Eskiden sadece sarayın at tavlaları bulunduğu bu bölge okulları, kiliseleri, çeşitli spor ve sanat faaliyetleri yürüten dernekleriyle ve çeşitli iş kollarından esnaflarıyla zaman içinde gelişkin ve kalabalık bir semte dönüşür. Bir kıyaslama yapılacak olursa 1911-1912 öğretim yılında öğrenci sayısı 1428’dir; yani sadece Tatavla’daki Rum öğrenci sayısı günümüzde İstanbul’da yaşayan Rumların sayısına yakındır.

Zaman içinde yoğunlaşan baskılar nedeniyle artık kendileri için burada bir gelecek göremeyen İstanbul Rumları, Yunanistan’a, ya da Fransa, Amerika, Avustralya gibi dünyanın farklı köşelerine doğru yol alırlar. Bu süreçte sadece İstanbullu Rumlar değil yine mübadeleden muaf tutulan İmroz (Gökçeada) ve Tenedos(Bozcaada)’da yaşayan Rumlar da memleketlerini terk etmek zorunda kalırlar.

Bu gidişler birden olmaz. Osmanlı’nın son dönemlerinde artmaya başlayan baskı Cumhuriyet tarihinde önemli kırılma noktalarıyla devam eder. 1923 Nüfus Mübadelesi sonrası oluşan baskı ortamının[[dipnot1]] ardından Tatavla için önemli bir tarih 1929’dur. Bu tarihte semtte belediye tarafından “bir türlü söndürülemeyen” ve bu nedenle tarihe şaibeli bir yangın olarak geçmiş Tatavla yangınında evlerini kaybeden yüzlerce Rum, malsız mülksüz sokaklarda kalınca, İstanbul’u da terk etmek ve Yunanistan’a gitmek zorunda kalmıştır. Bu tarihe kadar yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi kanununun henüz uygulanmadığı Tatavla’da, yangın sonrasında bu kanun derhal uygulamaya geçirilir: Tatavla adı, “Kurtuluş” olur. Kurtuluş adının verilmesinden kasıt, yangından kurtuluş mudur, yoksa yangın nedeniyle doğdukları semti terk etmek zorunda kalan Rumlardan kurtuluş mudur, bilinmez!  Sadece semtin ismi değil semt içindeki tüm cadde, sokak, mahalle ve çeşme isimleri de hızla Türkçeleştirilir[[dipnot2]].  Bu tarihten sonra bizzat devlet tarafından uygulanan ya da çeşitli şekillerde desteklenen olaylar Tatavla’yı da etkiler: Varlık Vergisi, zorunlu askerlik adı altında gönderildikleri çalışma kampları, 6-7 Eylül olayları ve Yunanistan vatandaşı olan Rumların sınırdışı edilmeleri… Bu sürecin tetiklediği güvensiz ortam sonucunda Rumlar artık hızla Tatavla’yı, İstanbul’u, Türkiye’yi terk etmeye başlar…

Tatavla sahnesi için bestelediğimiz “Apokria Sta Tatavla/Tatavla’da Apokria Karnavalı” adlı şarkımızın Rumca sözlerini Ülker Uncu, Türkçe sözlerini Fehmiye Çelik yazdı. Sözleriyle iki dillin içinden seslendiğimiz şarkımızın müziği ise Ayhan Akkaya, Ülker Uncu ve Fehmiye Çelik’e ait. “Apokria Sta Tatavla”yı, Rumca eski bir geleneksel İstanbul şarkısı olan “Eche Gia Panadia”ya bağladık: “Varol Meryem Ana, bunları konuştuk / Bir rüya idi unuttuk / Şarap içeceğim Galata’da, sarhoş olacağım Pera’da / Ve bir kız seveceğim Yedikule’de / Yedikule ve Tarabya, Tatavla ve Yeniköy / İstanbul’u güzelleştiren, işte bu dört köy[[dipnot3]]”. Bu sahnenin danslarında anlatılanlar ise, Tatavla’nın aynı hikâyesine bir göndermedir ve zorunlu bir terk ediş hikâyesidir. Rumların gidişleri İstanbul’un hayatından çok şeyler eksiltir. Gittikçe azalırlar ve İstanbul da “azalır”…  Gidenlerin ardından kalanlar ise zor da olsa burada kalıp “dans etmeye” devam eder…

****

“Uğurlayalım dönenleri;  ama bizim rızkımız da bu şehirde…”
Tatavla dans-müzik sahnesinin ardından, sözü-müziği Vedat Yıldırım’a ait Kürtçe/Kurmancî iki şarkı geliyor art arda: “İşporteci/İşportacı” ve “Koça Dawî/Son Göç”. Savaş koşullarında köyleri yakılmış, evleri yıkılmış, yerinden yurdundan edilmiş ya da sürülmüş Kürtlerin İstanbul’a yolculukları ve daha sonra yeniden yurtlarına dönüşleri resmediliyor şarkıda. Gelenlerin altın kadar değerli olan umutlarıyla ve sabırlarıyla İstanbul’daki mücadelelerini ve yaşlı bir ağacın damarlarının açılması gibi açılan yollarla yeniden yurtlarına dönenlerin coşkulu uğurlanışını anlatan şarkı, İstanbul’da kalanlara da kulak veriyor: “… Vefalı komşular, biz gidiyoruz / Kendinize iyi bakın / Uğurlayalım dönenleri, ama bizim rızkımız da bu şehirde”[[dipnot4]]

****

“Kağıthane yollarında Roman olduk, duman olduk!”
Çingene sahnesinin hazırlıklarına giriştiğimiz günlerde, özellikle Sulukule ve Kağıthane semtlerindeki gecekondu yıkımları, Çingene mahallelerini artık dümdüz etmişti ve onları yaşamaya alıştıkları yerlerden çok uzaklara sürmüştü. Fakat her şeye rağmen, Çingenelerin hayatta kalma mücadeleleri devam ediyor elbette. Bu mücadelede, daha çok eski göçebe hayat geleneğinden getirdikleri el sanatçılığı/zanaatkârlık yoluyla geçimlerini sağlıyorlar. Kalaycılık, sepetçilik, elekçilik, demircilik, çiçekçilik, bohçacılık, kağıt-cam-plastik toplayıcılığı gibi işlerin yanı sıra dansçı ve müzisyen olarak da hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar ve bütün bu işlerle iştigal edenler, “esnaf” olarak nitelendiriliyor. Bugün, bu saydığımız meslekleri yerleşik hayatın içinden sürdüren Çingeneler olduğu gibi, “çadır Çingenesi” olarak adlandırılan ve göçebe hayat süren Çingeneler de devam ettiriyor ve Çingenelerin gerek göçebe, gerekse yerleşik hayatlarına rağmen, hemen hemen dünyanın her yerinde, yaşadıkları toplumun dışına itildikleri görmezden gelinemeyecek bir gerçek.

Dolayısıyla bu yılki gösterimizin Çingene dans-müzik sahnesini, İstanbul’daki Çingenelerin “iş hayatı”ndan kesitler sunarak nafakalarını kazanabilme ve hayatta kalma mücadeleleri üzerinden kurguladık. Sahnede sırayla yerlerini aldı, yeni güne başlayan limoncular, gündelikçiler, çiçekçiler, kağıtçılar, çalgıcılar ve dansöz… Gecenin ilk saatleri ya da sabahın son saatleri… Gece işçileri -yani çöp toplayıcılar, müzisyenler, dansözler- işlerini bitirip uykuya hazırlanırken, gündüzü kovalayanlar da uykusundan uyanıp yeni güne hazırlanacak… Ve dansöz ile çalgıcılar uykuya daldı… Artık limoncular için kalkma vaktidir… “Haydi kalk, uyan artık, amma uyudun be!”

Çingenelerin sürekli eğlenip başkalarını da eğlendirdiği varsayılır. Eğlenceye, eğlendirirken aynı oranda eğlenmeye, müziğe ve dansa olan düşkünlükleriyle tanınan Çingeneler, özellikle yaygın medyada salt bu yönleriyle öne çıkartılıp, yaşadıkları ya da yaşamak zorunda bırakıldıkları sayısız mağduriyet göz ardı edilir. Medyada, gerek dizilerde gerekse yarışma-eğlence programlarında her zaman “üçüncü sınıf vatandaş” olgusu içinden sunulurlarken bir yanda da turistik bir bakışla, “sürekli bir neşe ve eğlence” halini yansıtan “zararsız, şirin” insanlar olarak gösterilirler. Varoşlarda çökmeye yüz tutmuş eski binalarda ya da teneke evlerde, içi atık maddelerle, çöple, pislikle dolu eski fabrikaların izbe yerlerinde yoksulluktan kırılan Çingenelerden ve onların akıllara zarar trajik hikâyelerinden asla bahsedilmez. Roman dili, “Abe, sarı gaci! Atasın bi göbecik!”ten ibarettir. Sözcük yapısı ve grameriyle bir Roman dilinin varlığından, Romanes’ten de söz edilmez. Kısacası, “kentsel dönüşümlerde” yok edilen Roman mahalleleri ve mahallelerden sürgün edilen Romanlar, onların yaşam koşulları, dilleri, kimlikleri söz konusu programlarda asla gündem yapılmaz. Bu dizilerde ya da yarışma programlarında ışıltılı kostümler içinde: “Altınları sayalım Elmas/ Gümüşleri sayalım Elmas” gibi şarkılarla, sanki inanılmaz bir lüksün ve zenginliğin içinde yüzüyorlarmış, hiçbir dertleri yokmuş gibi göbek attırılan Romanların yaşadıkları koşullar ise bambaşkadır. Fehmiye Çelik, “Elmas” adlı şarkımızın sözlerini yazarken bu geleneksel Roman havasından esinlenerek sözleri çöp toplayıcısı roman kadınların ağzından yazarak tersine çevirdi: “Getir altınları, gümüşleri, liraları / Paraları sayalım kız, Elmas / Ne parası, ne turası, ne altını, ne lirası / Kafayı mı yedin kız Elmas / Toplayalım çöpleri, kağıtları, çaputları / Üç kuruş kazanalım, Elmas”  Ve ardından sözü ve müziği Fehmiye Çelik’e ait Türkçe-Romanca “Kağıthane” şarkısıyla, gecenin alacakaranlığında Kağıthane sokaklarında çöp toplamaya çıkılır: “Kâğıthane yollarında Roman olduk, duman olduk / Ne gören var, ne bilen var, unutulduk, yalan olduk / İstanbul’un yolları dar, fakirlerin halleri zor / Ayde kızım tecas, te katunes  / Te dikas akana e çileyes”[[dipnot5]]

Eğlence sektöründe önemli bir yeri olan Çingenelerin popüler kültürdeki temsilleri içindeki önemli karakterlerden biri de dansözdür.  Dansözlük bir meslek, bir sahne mesleği ve dansöz de o sahnenin oyuncusu… Hayatında olan biten ne varsa bir kenara bırakıp bunu bir iş olarak icra etmek durumunda o da, tıpkı diğer meslekler de olduğu gibi.

Bir dansözün dansını izlerken kadının içinde yaşadığı koşullar çoğunlukla gözümüzün önüne gelmez. Dansözün bir arzu nesnesi haline gelişi tam da bu gündelik hayatından yalıtılmışlıkla sağlanır. O eğlenir, eğlendirir… Aslında bedenini sergilemekten hoşlandığı için bu işi yapmaktadır ve dans ettikten sonra hangi koşullarda nerede, nasıl yaşamaya devam ettiği hayal bile edilmez…  Dansözün bu maddi koşullardan uzak yorumu, dansın ve dansçının “doğası” ile ilgili değil bunların yorumlanış biçimi ile ilgilidir.

Çingenelerden oluşan bir çalgıcı ve dansöz grubuna, bir meslek grubu olarak sahnede yer verirken bizim için temel nokta seyircide nasıl bir etki uyandırmak istediğimiz sorusuydu. Seyircinin özellikle dansözü nasıl izleyeceği önemliydi. İstediğimiz şey alışılagelmiş temsilin dışına çıkmaktı, dansın icrasının ve genel sahneleme biçiminin kadının koşullarına dair ipuçları taşımasıydı. İcra aşamasında, bedenini iyi kullanan, göbek dansını iyi icra eden, ama kırılgan değil güçlü ve net hareket eden bir dansöz tasarlandı. Görsel seyrin dansözün yaşamına dair ipuçları veren bir şiirle kesintiye uğratılması ile de seyretme biçiminde bir değişim, bir kırılma yaratılması hedeflendi: “Ateştir, güneştir, Çingenedir / Hesaba vursan beş yüz düğüne gitmiştir / Bir koca yedi kızan üç dünüre bakar Sabiye’m / Ona sorsan hiç evlenmemiştir.” 

****

“Hıdrellez sabahında, tüm mahalle isyanda!”

“Hıdrellez Sabahında” adlı şarkımızda, sözü Feryal Öney’e ve müziği Vedat Yıldırım’a ait, yine bir beste çalışmasıyla seslendik Kardeş Türküler seyircilerine. Suya gidip susuz dönen, Hıdrellez sabahında isyan edip Hızır İlyas’tan medet uman mahalleliyi anlatan bir besteydi bu. Bir süredir iyi şeyler olacağı söyleniyordu bizlere. Umutlarımız yeşeriyordu; ama sonra yine karanlık birileri çıkıveriyordu ortaya ve karanlık dolaplar çevriliyordu. Utanmadan ve de umutlarımızı karartarak… Bu gel git halinden kurtulmak için, herhalde, bize iyi şeyler söylenmesini beklemeyip bizim iyi bir şeyler söylememiz gerekiyor, dedik. Barış, kardeşlik, bir arada yaşama, sınırların açılması, yurdundan edilenlerin yurduna dönmesi, darbeci paşaların paşa paşa yargılanmasını istedik. Çünkü biliyorduk ki, biz bunları yüksek sesle ve inatla söylemezsek, bize söylenenleri dinlemekle yetineceğiz, suya gidip susuz döneceğiz: “… Suya gittik, susuz geldik / Su içinde susuz kaldık / Bin dereden su getirme / Susuz Kerbelâ’ya döndük”

****

“ Rize’den kalkan vapur, İstanbul’a mi durdi?”

Gösterinin İstanbul bölümünde yer alan Karadeniz sahnesi BÜFK’ün bu yılki Tersname adlı dans-müzik gösterisinde yer alan ve BÜFK’lü öğrencilerin de katılımıyla Arena sahnesine taşınan bir dans-müzik sahneydi.  Bu sahnenin hazırlıkları BÜFK gösterisinin hazırlık sürecinden itibaren Karadeniz müziği üzerine çalışmalar yapan Grup Helesa’dan müzisyenlerle birlikte yürütülmüştü. Üretim sürecinin çok bileşenli oluşu Arena’daki dans-müzik sahnesine de yansıdı. Sahnede Grup Helesa’dan müzisyenler, BGST’li dansçılar ve müzisyenler, BÜO’lu ve Tiyatro Boğaziçi’li oyuncular ve BÜFK’ten dansçı ve müzisyenler bulunuyordu.

Gösterinin İstanbul bölümü içinde yer alan bu sahne, dans ve perküsyon, vokal ağırlıklı olan ilk bölümden sonra rock formunda bir horon ile devam ediyordu. İlk bölüm “iş/çalışma” temalı bir bölümdü. Bölgeye ait pastoral çalışma eylemleri geleneksel dans vokabulerinden daha bağımsız bir şekilde, yapılan işe odaklanan serbest bir formda yorumlandı, kostümler de buna uygun bir şekilde daha “şehirli” bir formda tasarlandı. İş eylemleri aksesuvarlar –sopalar- eşliğinde icra edildi. Danstaki ayak sesleri ile ile birlikte bu aksesuvar da birer perküsyon aleti gibi kullanıldı.

İkinci bölümde, son yıllarda Karadeniz için ciddi bir tehdit oluşturan çevre sorunları ve barajlar konu edildi. Geçmişte yaşanan ve bugün hâlâ olumsuz etkileri devam eden radyasyon ve kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalan dereler… : “ … Radyasyoni yok diye / İçmiştinuz çayleri / Eldi millet kanserden / Ettunuz mi kârleri / Yasaktur derelere / tutmak bi’ alabaluk / Dere kurutmak serbest / Var mi boyle zorbaluk…”

“Ve Arto Tunçboyacıyan”

Hiç kuşkusuz İstanbul’un İstanbul olmasında emeği geçen halklardan biri de Ermeniler. 1915’teki Büyük Felaket’ten (Medz Yeğern) bugüne sayısız acı yaşamış bu kadim Anadolu halkı çok şey kaybetti. En yakınlarını kaybetti, malını mülkünü, dikili ağacını kaybetti, hayatını kaybetti; ama asıl kaybeden bu şehir oldu. Kardeş Türküler’le İstanbul adlı gösterimizde, hâlâ yapabileceğimiz ya da yapmamız gereken bir şeyler olduğu inancıyla hareket ettik ve dedik ki, önce sınırların açılmasıyla, sınırların aşılmasıyla başlayacağız. Sadece siyasi sınırlar değil, kafalardaki ve yüreklerdeki sınırların aşılmasıyla. Bu kış Hrant Dink’in vasiyetine uymuş ve Kardeş Türküler dans-müzik projesi olarak Ermenistan’da bir gösteri gerçekleştirmiştik. Orada, bu topraklardan göç etmiş ya da kopup gitmek zorunda kalmış dostlarımızla da buluşmuştuk. 30 Haziran gecesi de öylesi bir buluşma yaşadık. Şarkılarını daima barış için, kardeşlik için seslendiren iki dostla, Arto Tunçboyacıyan ve Ermenistan’dan gelen Vahakn Hayrabetyan’la…

Gösteri hazırlıkları sırasında Arto  Tunçboyacıyan’la atölye ve söyleşiler düzenlendi. Bu buluşmalar, onun müzikal birikimi ve bir Ermeni müzisyen olarak müziğe ve sanata yaklaşımını paylaşabilmemiz açısından önemli fırsatlardı. Oldukça uzun sürmesine rağmen hiç kimsenin yorulmak bilmediği provaların ve provalardan sonra oturulan sıcak sohbetlerin ardından çıkmıştık aynı sahneye. Bu paylaşımların birikimiyle herkes bir parça değişmiş olduğunu hissediyordu artık. Her fırsatta “Müzik benim hayatımın sesi. Kimseyi yönlendirmek gibi bir niyetim yok. Bunu insanların kendi hayal gücüne bırakıyorum. İfade etmeye çalıştığım şey ise; aşk, saygı ve dürüstlük.” diyen Arto Tunçboyacıyan, yeteneğini ve özgür ruhunu Kardeş Türküler’le harmanlamış gibiydi. “Bu gençlerin içtenliği ve samimi hevesleri, beni Amerika’dan buraya koşarcasına getirdi.” derkenki heyecanı, geldiği ilk günden Amerika’ya geri döneceği ana kadar aynı şiddette devam etti. Ve elbette bizlerdeki etkisi de aynı boyuttaydı.  Arto Tunçboyacıyan’ın unutulmaz müziği ve Aysel Gürel’in ölümsüz sözleriyle “İstanbul Hatırası”, yine Tunçboyacıyan’ın benzersiz vurmalı ve vokal yorumu eşliğinde seslendirildi. Ve ardından söz-müzik Arto Tuncboyacıyan’a ait olan “Haydo” ve artık sadece usta müzisyen Şivan Perwer’le değil, Kardeş Türküler’le de anılan “Mirkut”, Arto’yla birlikte seslendirildi. Derken “Araradin Genatzi/Ararat’ın Şerefine” adlı şarkıda, sahnede Arto ile birlikte hep bir ağızdan söylemeye başladık: “… Ararad merinsirun Ararad / Ararad sirdis togha anunov” Yani, “Ararad, bizim tatli Ararad’ımız / Ararad, kalbim isminle titrer.

****

“Ve Reem Kelani”

Güçlü sesi ve etkileyici sahne performansı ile Filistinli kadın müzisyen Reem Kelani’nin sahnedeki varlığı seyirci açısından olduğu kadar bizim için de oldukça etkileyiciydi. Şarkıcı, besteci/söz yazarı, derlemeci ve yayıncı olan Reem Kelani, Manchester doğumlu, Kuveyt’te büyümüş ve şu anda Londra’da yaşıyor. 30 Haziran gecesi, Filistin müziğinin bu güçlü sesini, 2008 yılında yitirdiğimiz büyük Filistinli şair Mahmud Derviş’in dizeleriyle karşıladık. Seslendirdiği doğaçlamaya dayalı uzun havalarla hem seyircilere hem de sahne üstündeki müzisyenlere inanılmaz sürprizler yaşatıyordu Reem Kelani. Kendi derlediği geleneksel bir Filistin şarkısı olan “Ah, Ya Reem Al-Ghuzlaan / Koşan Gazel” Kardeş Türküler’in de dilinden düşmeyen bir şarkı olup çıktı. Performansın yanı sıra topluluk müziği ve müzik eğitmenliği de Kelani’nin çalışmalarının merkezi bir parçası olduğu için, provalar çok keyifli geçti. Eğitimci kimliğinin, sadece müzikal deneyim ve görgümüz üzerinde değil, Arap dili ve kültürü üzerine olan mütevazi bilgimiz üzerinde de epey etkisi olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Kelani’yi uğruladıktan sonra herkes günlerce birbirine, öğrendiği Arapça kelimeleri sıraladı durdu. Artık onun olmadığı provalarda da herhangi bir şarkının finaline yaklaşırken “son” diye değil, “ahir” diye de sesleniveriyoruz birden!

****

Bu sene Arto Tunçboyacıyan ve Reem Kelani ile geçtiğimiz senelerdeki konuklarımızla yaşadığımız birlikteliklere, ortak çalışmalara kıyasla daha yoğun bir süreç geçirme fırsatı bulduk. Bu türlü bir sürecin deneyim paylaşımını artırdığını, sahne üstündeki icraları zenginleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Gösterinin Kardeş Türküler projesi açısından en büyük kazanımı buydu, böylece Reem ve Arto ile sadece birbirinin şarkılarına eşlik etmekten de öte, gerçek bir buluşma yaşanmış oldu. Bundan sonrası için de Reem Kelani ve Arto Tunçboyacıyan ile daha uzun süreli buluşmalarda, ortak çalışmalarda ve projelerde tekrar bir araya gelmeyi istiyoruz .

Ve elbette İstanbul üzerine anlatılacak daha pek çok hikâye, söylenecek daha pek çok söz var… Sahnede dansla, müzikle ve yeni hikâyelerle tekrar bir araya gelmek dileğiyle…