Michael Albert, Amerikan 68’inin önemli gençlik liderlerinden, politize olduğu ilk gençlik yıllarından günümüze kadar gerçek anlamda katılımcı bir sosyalizm arayışını pratikte ve kuramsal çalışmalarda tutkuyla sürdürmüş bir aktivist, yazar, örgütçü. 1990’lardan bugüne ekonomist Robin Hahnel ile birlikte Katılımcı Ekonomi (İngilizce’de kısaca parecon) olarak adlandırdıkları bir model üzerinde çalışıyorlar. Dayanışmayı, çeşitliliği, hakkaniyeti ve özyönetimi hakim kılacak bir ekonomik modelin kurumsal yapısını ve kurallarını tayin etmeye çalışan bu arayış son yıllarda farklı yazar ve aktivistlerin de katkısıyla toplumsal yaşamın diğer veçhelerini, örneğin siyaset, akrabalık, toplumsal cinsiyet, ekoloji vb. içerecek şekilde genişleyerek bir katılımcı toplum projesine dönüştürülüyor.
Albert’ın kurucusu ve halen koordinatörlerinden birisi olduğu Zcommunications, bir web sitesi olmanın ötesinde sistem karşıtı, çeşitli muhalif ilgi alanları bulunan binlerce dünya vatandaşının bir sosyal paylaşım ağı. Tabii, sosyal paylaşımın ötesinde, Znet’i büyük ölçüde okunur kılan, başta Noam Chomsky olmak üzere, Tarıq Ali, Stephen Shalom, Robert Fisk gibi tanınmış yazar ve gazetecinin düzenli katkıları. Znet topluluğu aracılığıyla yeryüzünde farklı coğrafyalarda, farklı temalarda gerçekleşen tüm muhalif gündemi takip etmek, yazı, grafik, video paylaşmak, topluluğa katılmak mümkün.
Temelleri Zcommunications/Znet çevresi tarafından atılan son projelerden biri uluslararası parekon hareketi (IOPS – Uluslararası Katılımcı Toplum Örgütü). Kapitalizm karşısındaki hoşnutsuzluğun yerel muhalif hareketler tarafından çok farklı biçimlerde dile getirildiği, fakat paylaşılan bir vizyon ve stratejiye dayalı uluslarası bir örgütün veya bir sistem karşıtı hareketler ailesinin bulunmadığı günümüzde, IOPS bu boşluğu doldurmayı amaçlıyor. Siber paylaşım alanındaki teknolojik gelişmeler yardımıyla başlatılan bu girişimin ardında mevcut yerel hareketlerin zenginliği ve çeşitliliği yatacak, zaman içerisinde ortak bir uluslarası IOPS sözleşmesi ilan edilecek.
Albert’ı BGST olarak Türkiye’ye davet ederken bizim açımızdan temel motivasyon, DTK tarafından Diyarbakır’da ilan edilen demokratik özerkliğin temellerini inşa etmek üzere kurulmakta olan mahalle meclisi, kooperatif, köy komünü gibi yapılarla tanışmak, demokratik özerklik bildirgesinin özellikle ekonomi ayağını tartışmaktı. Hedefin muğlak ve bir o kadar da geniş olmasının sebepleri var. Zira, Albert’ı sürpriz bir imkandan yararlanarak davet etmiştik, (hemen öncesinde Yunanistan’a gelmişti) ve ayrıca, Temmuz 2011’de ilan edilen demokratik özerklik, içerisinde bizler açısından pek çok bilinmez barındırıyordu.
Katılımcı ekonomi, katılımcı toplum, bilim eleştirileri yazılarını okuduğum, dünyanın çeşitli bölgelerindeki gelişmeler hakkındaki güncel değerlendirmelerini yer yer takip ettiğim, BGST yayınlarından üç dört kitabını yayımladığımız Albert’ın, üç gün boyunca mihmandarlığını ve kısmen çevirmenliğini üstlendim. Bu sayede kendisine sunulan gündemlere yaklaşımını, olgularla ilişkilenme ve akıl yürütme biçimini, etik duruşunu ve dinleyenlerle ilişki tarzını yakından izleme imkanına sahip oldum. Bu yazıda amacım, ilk günü İstanbul’da olmak üzere üç gün süren medya mülakatları, ziyaret ve konferanslarda tanık olduğum siyasi manzarayı, Albert’ın bu etkinliklerde ortaya koyduğu fikir ve müdahalelerini aktarmak.
Öncelikle, bu ziyaretin 2004 ve 2007 yıllarındaki iki ziyaretten farklı olarak ana akım medyanın pek az ilgisini çektiğini söylemeleyiz. Bunun temel nedeni, 2011 ziyaretinin Diyarbakır’da DTK tarafından başlatılan demokratik özerklik süreciyle ilişkilendirilmesi, bunun, halihazırda medyaya kuvvetle dayatılmakta olan konsepte son derece aykırı olması. 2004 ve 2007 ziyaretleri esnasında Albert’ı 68’in yaramaz çocuğu olarak marjinalleştirip önemsizleştirmek mümkünken, 2011 için planlanan toplantılar buna pek fırsat vermiyordu. Medyanın tutumu açısından belki daha tayin edici bir yapısal neden, bilgi ve beceri sahibi, liberal ve sol habercilerin tasfiye edilmiş veya susturulmuş olmalarıydı. 1990’lardan 2000’lerin ortalarına kadar “bin yıl sürecek postmodern 28 Şubat darbesi”yle uyumlu olarak genelkurmay çevrelerince dayatılan medya konseptleri bugün seçilmişlerin inisiyatifi ele geçirmesiyle birlikte hükümet kaynakları tarafından uygulanıp yönetilebiliyor. Kürt sorunu sözkonusu olduğunda ruhunda bir değişiklik yok.
Bugün sivil hükümetin inisiyatifinde uygulanan devlet politikasına göre Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunu vardır. Kürt özgürlük hareketinin nereye varacağı belli olmayan özyönetim talepleri yok edilmeli fakat bu arada devlet partilerinin meşruiyetini ayakta tutacak adımlar atılmalıdır. PKK ve siyasal/ toplumsal yaşamdaki uzantıları (yani PKK’nin ve ondan ayrı olarak Öcalan’ın iradesini temel alan halk kesimleri) bastırılıp yok edilmelidir. Kürtlerin sorunlarını çözmek için içeriksiz Kürtçe TV, Kürt dili ve kültürünü en iyi ihtimalle bir alt kültür evrenine hapsedecek kurs girişimleri ve hepsinden önemlisi “hizmet aşkıyla” bölgeye götürülen duble yollar, barajlar, sözüm ona ekonomik yatırımlar, bu politikanın diğer ayağıdır. Demek ki, bu politikanın ihtiyaçlarına cevap verecek olan medya konsepti, Kürtlerin sorunlarıyla terör belasının birbirinden ayrı olduğunu göstermeli, terörle mücadeleyi meşrulaştırabilmek için özgürlük hareketinin aslında pekala ayrılıkçı olduğu hususunda ısrar etmeli, özyönetim taleplerini görmemeli veya görse bile küçümsemeli ve bu arada hükümet tarafından fi tarihinde başlatılan açılım sürecine dair “acaba devam edecek mi” şeklinde belirsizlikler yaratmalıdır. Bu konseptin medya içi tasfiyelere neden olacak derecede yoğun uygulandığı bir ortamda demokratik özerklikle alakalı buluşmalar için davet edilen Albert’ın ana akımda pek ilgi görmemesi şaşırtıcı değildir.
Albert, ziyaretin hemen öncesinde kendisine temin edilen kısıtlı bilgilerden hareketle yararlı sonuçlar üretme gayretinde oldu. Özellikle İstanbul BDP il binasında verdiği birinci konferansın katılımcı ekonominin standart, analitik bir sunumu olduğu, dünya deneyimleriyle zenginleştirilmediği ölçüde dinleyenler açısından anlaşılmaz ve sıkıcı bulunduğu söylenebilir. Albert’ın kapitalizm eleştirisini Öcalan’ın savunmalarındaki eleştirilerden hareketle anlamak gayreti dinleyenler açısından yerinde fakat eksik bir çaba. Genel anlamda hepimiz yeni şeyleri daha önce öğrendiğimiz, zihnimizde kurduğumuz modeller yardımıyla öğreniriz ve Öcalan’ın savunmalarını dikkatli okuyan insanların iki okuma arasındaki bu ilişkileri tayin etmeleri verimli sonuçlar doğurabilir. Fakat sahadaki demokrasi deneyimlerinin kısıtlı, çokça üzerinde durulan meclis, kooperatif, komün deneyimlerinin retorik kaldığı durumlarda katılımcı ekonomi modeli /vizyonu ile heyecan verici, kavrayıcı bir ilişki zora giriyor.
Bu noktada Albert’ın hemen tüm konuşmalar esnasında, ve giderek artan dozda vurguladığı bazı tespitlerini burada ifade etmek isterim. Birincisi, halihazırda Venezüella’da yaşanan deneyimle özgürlük hareketinin iradesinin hakim olduğu Kürt bölgesinde yaşanan deneyim. Her iki ülkede de taban demokrasisi, öz-yönetim yukarıdan aşağıya öneriliyor, Venezüella’da Chavez, Türkiye’de Öcalan bunu yapıyor –tabii herkesin bildiği önemli bir farkla: Chavez devlet başkanı, Öcalan ise neredeyse tam tecrit koşulları altında yaşayan bir lider. Venezüella Chavez’in siyaset bakanlığı ismini verdiği kuruluş tarafından elli bin mahalleye ayrılmış, bu da yaklaşık 30 milyonluk bir ülkenin her biri ortalama 500 kişiyi temsil eden meclislerle yönetilmesi demek. Meclislerin ve tüm federe meclislerin iradesi, seçilmiş belediye başkanlarının ve atanmışların üzerinde. Chavez bu vizyona kararlılıkla bağlı, federe halk meclislerinin iradesi kendi iradesiyle çelişse bile. Fakat iki Venezüella var. Birisi Chavez’e diş bileyen, tarihsel ve kültürel olarak kendi yerli halkına değil, batılı sömürgecilere bağlı olan beyaz orta üst sınıfların Venezüellası. Bu iki Venezüella bir arada yaşıyor ve Chavez ikincisini açıkça karşısına alıp bir iç savaşa sebebiyet vermek istemiyor. Bu arada Albert’ın, Diyarbakır’da tanışma fırsatı bulduğu ve kendisine ilçesinde faaliyet gösteren kadın kooperatifleri hakkında bilgi veren, sivil itaatsizliğin devrimci karakterinden söz eden bir belediye başkanını, fikriyatı ve jestlerine yansıyan heyecan açısından Chavez’e benzettiğini ifade edeyim. (Albert bu başkanla internet üzerinden mülakat yapmak istediğini birkaç kez belirtti.)
İkincisi, yine iki-üç gün boyunca artan dozda vurgulanan, kapitalist sistemde ve Marksist-Leninist modelde kurumsal anlamda yer alan “koordinatörizmin” ve “koordinatör sınıfın” eleştirisi. Bu vurgunun artmasında, 9 Eylül günü sahada çalışan kurum aktivistleriyle yapılacak bir atölye çalışmasının son anda temsilciler düzeyine indirildiği bilgisinin kendisine ulaşması etkili olmuş olabilir mi? Koordinatör sınıf, bilgi beceri gerektiren, çoğu zihinsel emeğe dayalı yaratıcı, güçlendirici tasarım, yönetim, bilgi üretimi, koordinasyon işlerini tek elinde bulunduran bir kastı tarif ediyor. Toplumsal hareketler de “koordinatörizm” belasına karşı bağışık değil. Bir harekette, yukarıda tarif edilen güçlendirici işlerin (örneğin yöneticilik, temsilcilik, organizasyon, enetelektüel işçilik) tekelleştiği, geniş halk kesimlerinin ise talimatları izlediği, tekdüze işlerle uğraştığı, karar alma mekanizmalarına yabancılaştığı durumlarda koordinatörizm illetine yakalanmış oluyoruz.
İki gün boyunca süren toplantı ve sohbetlerde koordinatörizm hastalığının vurgu almasının nedeni, kapitalizm karşıtı özgürlük hareketlerinin başarıya ulaşabilmesinin önünde çok ciddi bir engel olarak görülmesiydi. Bu noktada Albert’ın yer yer işlediği diğer bir benzerliğe dikkat çekelim: Güney Afrika’da siyahlar ve Mandela pekçok yönden Kürt halkı ve Öcalan’ı andırıyor. Haklarından mahrum bırakılan bir halk (siyahların uğradığı hak mahrumiyeti bazı yönlerden çok daha büyüktü), yer yer terör eylemlerine karışmış bir silahlı hareketin lideri, 30 yıl hapis yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşarak cumhurbaşkanı seçilmiş bir lider. (Aradakı bir önemli farkla: Öcalan şimdi şiddetli bir anti-kapitalist, Mandela ise cumhurbaşkanlığı boyunca kapitalizmin temel kurumlarına dokunmadı). Mandelayı cezaevinden çıkaran ve cumhurbaşkanlığı yolunu açan koşullar hareketin kitleselliği, kitleselliğin şiddet uygulayarak kırılamaması, aksine daha da artması, sorunu yönetmenin bir aracı olarak şiddetin işlevini yitirmesi şeklinde tarif edilebilir. Şiddetin artan maliyeti ve dünya kamuoyunun yükselen ilgisi karşısında ırkçı Apartheid yönetimi, Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi’nin katılacağı seçimlere zorlanmıştı.
Kürtlerle ortaklaşmayı reddeden ve Kürt meselesini en iyi ihtimalle mevcut sistem içerisinde alt-kültürel bazı hakları teslim ederek çözmeyi düşünen Türk devleti, sömürgecilerin yüzyıllardır gayet iyi bildiği bir yöntemi izliyor. Acı çektir, yoksul bırak, ölüm ve yaşam arasında, daima öz-savunma pozisyonunda kalsınlar ki hareket bütün kaynaklarını, acıları bir nebze hafifletmek, yoksulluğu bir nebze gidermek için harcasın. Hareketi madur psikolojisine sürükleyen bu kısır döngüden çıkabilmenin tek yolu, acı ve yoksullukla zorunlu ve haklı bir şekilde mücadele ederken, gerçek değişimin önünü açacak çalışmaları büyütmek. İşte bu noktada daha fazla kaynağa, yani tüm halkın hareketin aktif bir bileşeni olduğu, sivil itaatsizliğin kitlesel ve sürekli kılındığı, farklı biçimler aldığı mücadele biçimlerine ihtiyaç var. Bu çerçeve sanırım, Albert ile misafir olduğumuz bir kurumda, çay ve kurabiye servisi yapan bir elemanın toplantıya katılmak yerine derhal çıkıp gitmesinin ardından beliren şüpheyle birlikte başlayan koordinatörizm tartışmasının geldiği noktayı yeterince özetliyor. Tüm halkın hareketin aktif bir bileşeni olabilmesi için koordinatör katman tarafından harekete yabancılaştırılmamaları, veya koordinatör tabakayı hareket ve kendileri arasında bir engel olarak görmemeleri gerekiyor.
Peki, kooperatif çalışmaları anti-kapitalist midir? Veya, bir kooperatifçilik deneyini anti-kapitalist kılacak olan nedir? Bu soru birinci gün, pekçoğu kapıdan geri çevrildiği için her kurumu temsilen yalnızca bir kişinin katılabildiği atölyede soruldu. Açık bir özeleştirellikle, şu aşamada yalnızca insanlara gelir ve istihdam sağlamak sorunuyla uğraşabildiklerini, acaba uğraşıları anti-kapitalist mi sorusuyla ilgilenemediklerini söyleyen bir kurum çalışanına Albert şu soruları yöneltti: Kooperatifinizde nasıl bir işbölümü var? Güçlendirici ve yıpratıcı işler ayrı grupların elinde mi toplamış, yoksa tüm çalışanlar arasında dengeli bir şekilde mi dağıtılmış? Buna bağlı olarak, kararlar yönetici bir grup trafından mı alınıyor, yoksa öz-yönetim ilkeleri doğrultusunda katılımcı karar mekanizmaları işletiliyor mu? En önemlisi, üretilen ürünler nasıl değerlendiriliyor? Kapitalist pazarla zorunlu bir ilişkinin varlığı teslim edilmekle birlikte, örneğin mahalle konseyleriyle tüketim müzakereleri yapılıp buna göre bir üretim-dağıtım planı çıkarılabiliyor mu? Kapitalizm ötesi daha adil bir düzen ütopya gibi görülebilir fakat öyle değil. Katılımcı ekonomi erişilebilir bir vizyon ve onu inşa edebilmemiz için, bugün yarattığımız kurumların içerisinde yarın ulaşmak istediğimiz düzenin tohumlarını ekmeliyiz.
Albert Diyarbakır’a giderken hakkında hiçbir şey bilmediği, dünya basınında (başta ifade ettiğimiz medya konseptinin uluslararası versiyonuna uygun olarak) hakkında hiçbir şey yazılmayan demokratik özerkliğin ne kadar proje ne kadar gerçek olduğunu merak ediyordu. İki günün sonunda bu soruya nasıl yanıt verdiğini bilmiyorum, dönüş günü öğleden sonra yapılan Gündem ve IMC televizyonu mülakatlarına bakmak yararlı olabilir. Fakat uçağın hareketinden birkaç saat önce, orta sınıfı karakterize eden bir semtte kurulmakta olan az sayıdaki mahalle meclisinden birisiyle toplantı yapma olanağı bulduğumuzda ilk soru, meclis üyeleri ve temsil edilen mahalle arasındaki nüfus ilişkisi oldu. Bir meclis üyesine karşılık bin mahalleli gibi bir oranla karşılaştığında, mevcut durum itibariyle demokratik özerkliğin gerçek olmaktan ziyade henüz bir proje olduğuna ikna olmuştur. Mahalle meclislerinin önünde yasal engeller ve sürekli polis baskısı var. Bunların aşılabilmesi için meclislerdeki temsiliyet oranının en azından bire on gibi değerlere yükseltilebilmesi (katılımın neredeyse anonim hale dönüştürülmesi ve böylelikle ya kimsenin alınamaması ya da herkesin gözaltına alınması), polisin bölgesel yönetimin elinde olması önemli Albert’a göre.
Albert, DÖ hakkında pek az bilgiyle geldiği Diyarbakır’da Öcalan’ın yol haritasında ve DÖ bildirgesinde yer alan pekçok madde ile hemfikir oldu. Öcalan’ın özgürlüğünün sorunun çözülebilmesi için kritik bir yerde durduğuna, bunun için bir uluslararası kampanya yürütülmesi gerektiğine ikna oldu. Özyönetim deneyimlerinin Venezüella, Arjantin, İspanya, Yunanistan gibi çeşitli ülkelerde, farklı biçimler altında uygulandığını, bunun küresel kapitalizm karşısında yükselen yeni bir dalga olduğuna işaret etti. Türkiye’den çeşitli unsurların Albert ve Znet çevresinin öncülüğünü üstlendiği IOPS (Uluslararası Katılımcı Toplum Örgütü) projesine Kürtçe ve Türkçe, iki dille birden katılmaları mümkün. Önümüzdeki günlerde BGST içerisinden bir grup olarak bu yönde inisiyatif alabileceğimizi düşünüyorum.
Diyarbakır insanda karışık duygular bırakıyor. Kuşaklara yayılmış acıların varlığı kendisini sokakta göstermiyor. Bir tarafta özgürlük hareketine ve DÖ’ye bağlılığını ifade eden bir halk, diğer tarafta DÖ’nün içini boşaltma tehlikesini barındıran yönetici kademe (ki onlar da devlet şiddetinden muaf değiller). Ayrıca, siyasi seçkinler tarafından temsil edildiği haliyle hareketle ilişkisini oy sandığı ve belirli sokak gösterileriyle sınırlandırmış, ona bir ölçüde yabancı duran bir nüfus. Savaşın hız kesmediği bu coğrafyada öz-yönetim deneyleri çoğalıp etrafına esin verebilecek mi?
Albert hakkında çok az şey de bilse, toplumsal hiyerarşileri kavrayışı, bizzat kendisinin kurucularından birisi olduğu katılımcı toplum vizyonu, 68’in ve diğer hareketlerin deneyimlerinin yeterince içselleştirilmiş olmasından kaynaklanan strateji anlayışı sayesinde, aktivist ve politikacılarla rahat ve ön açıcı ilişkililer kurabiliyor. Kültürel farkları, evlerde yaşanan acıları konuşmaktan ziyade kazanacak stratejiler üzerinde durmayı seviyor. Kendi önerilerinin farklı kültürlerde, farklı bağlamlarda edinebileceği çeşitli biçimleri (herhalde) ihmal etmemekle birlikte, toplumsal hareketler ve toplumsal değişim sözkonusu olduğunda adeta evrensel geçerliliğine inandığı doğruları konuşmayı tercih ediyor ve bu konuşmalar karşılığını buluyor.
Bitirirken değinmeden edemeyeceğim bir not: Son olarak havaalanında, ayrılmak üzere olduğumuz dakikalarda bir arkadaşımız, Albert neden BGST ile bir atölye düzenlemiyor diye sordu. Evet, BGST de, öz-yönetim iddiası olan bir kültür-sanat hareketi olarak sütten çıkmış ak kaşık değil. Umarım önümüzdeki haftalarda Albert ile, BGST’de yaşadığımız sorunlar hakkında da verimli bir alışveriş tesis etmenin yollarını bulabiliriz.