(Bu söyleşi 29 Ağustos 2009 tarihinde yapılmıştır)

Uzun yıllardır Türkiye’de pop/popüler müziğin gelişimini yakından takip ettiğinizi, DJ’lik ve müzik yazarlığı yaptığınızı biliyoruz. Bu nedenle, Türkiye’deki pop/popüler müziğin seyrine dair dışarıdan bir bakışa çok daha rahat sahip olabileceğinizi, gelişimi ve değişimi daha iyi gözlemleyip analiz edebileceğinizi düşünüyoruz. Kitaplarınızdan da takip ettiğimiz kadarıyla “pop müzik” ile “popüler müzik”in ayrı ayrı türler olduğunu söylüyorsunuz. Öncelikli olarak, pop ve popüler müziği nasıl tarif ediyorsunuz, Türkiye’deki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

 

Bir kere bu kavram kargaşası çok fena durumda!  Pop müzik mi diyeceğiz, popüler müzik mi diyecegiz? Yani Serdar Ortaç’ın yaptığı müzik pop mudur popüler midir? Ya da İbrahim Tatlıses pop mu yapıyor yoksa popüler müzik mi yapıyor? Bunlar işin içine girince iyice karışıyor. Onun için ben hala TRT’nin “Türkçe sözlü hafif batı müzigi” tanımını tercih ediyorum. Kitabıma da başlık olarak bu tanımı koydum. Pop müzik denildiğinde, batı müziğini algılamak gerekiyor. Dolayısıyla, bir sürü isim işin dışında kalıyor, ama popüler müzik dediğimizde her türlü isim bu başlık içine girebilir. Mesela İbrahim Tatlıses, Muazzez Ersoy yakın zamanda popüler olan alaturkacı isimlerdir.

 

Yani oluşan sounddan ziyade isimler üzerinden bir ayrıştırma yapıyorsunuz. Aynı soundu İbrahim Tatlıses kullansa çıkan müziğe pop diyemez miyiz? 

 

İşte o zaman pop müzik oluyor mu, olmuyor mu hiç emin değilim. İbrahim Tatlıses -aradaki alaturka, arabesk kemanları saymazsak eğer- yıllardır popçular ile aynı soundu kullanıyor. Ama Mirkelam da aynı kemanları kullanıyor mesela. Bu durumda İbrahim Tatlıses ile Mirkelam aynı kulvarda yer alıyor ama İbrahim Tatlıses’e popçu diyemiyoruz. Sokaktan geçene “Bu iki isimden hangisi popçu?” desek, “Mirkelam” der. İbrahim Tatlıses popçu olmaz. O’na “türkücü, arabeskçi” derler. Alaturkacı da denmez. Böyle tuhaf bir durum var ortada. Bu durum kimsenin terimler üzerine düşünmemiş olmasından kaynaklanıyor. 1960’larda Hafif Müzik diye bir şey bulunmuş. O yıllarda bile dergilerde hafif müzik olarak geçiyor. Sonra TRT bunu Türkçe Sözlü Hafif Müzik yapmış. Bugün baktığımızda en kapsayıcı tanım hala o gibi görünüyor. 1990’lardan itibaren pop müzik olarak adlandırılmaya başlanıyor. 90’lardan önce henüz Türk popu diye birşey yok, hafif müzik var. HEY dergisinde Pop 30, Pop 50 gibi listeler var, ama o da batıdan gelen bir pop algısı. HEY’in örnek aldığı Bravo gibi dergiler var. Bunun dışında bir pop müzik ortamı 90’lara kadar yok. 80’lerde zaten hiçbir şey yok. 90’larda nasıl olduysa “Türk Popu” diye bir kavram ortaya çıkıyor ve bugünün popçuları öyle ortaya çıkmaya başlıyor. Popüler müzik tanımı da yok aslında. O da yakın zamanda türeyen bir tanım. Her şeyin iç içe geçmesiyle alakalı bence. İşte İbrahim Tatlıses, Yıldız Tilbe popçu mudur, türkücü müdür? Kardeş Türküler pop mu yapıyor mesela? ”Şaşkın” şarkısı 70’lerde poptu ama Kardeş Türküler söyleyince pop mu oluyor? Çok karışık bir durum!  

 

Az önce söylediğiniz, 90’larda başlayan Türk Pop müziğindeki “Türk” vurgusunun sebebi nedir sizce? Türkiye’de yapıldığı için mi, Türkçe yapıldığı için mi?

 

Türkçe yapıldığı için! Çünkü 90’lara kadar Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği denen tür çok fazla popüler değil. 70’li yıllarda popu, Beyaz Kelebekler, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Füsun Önal gibi isimler yapıyordu. 1972’de Atilla Özdemiroğlu ile Şanar Yurdatapan Şat Yapım diye bir şirket kuruyorlar ve dönemin bütün meşhur şarkıları, şarkıcıları bu şirketten çıkıyor. Bu yapım şirketinden sonra kendi plak şirketlerini de kuruyorlar, başka plak şirketlerine mecbur kalmıyorlar. Nilüfer’den Sezen Aksu’ya, İskender Doğan’dan Füsun Önal’a hepsi Şat Yapım’dan çıkmış sanatçılardır. Bunların dışında bir proje olarak çıkan Cici Kızlar ve “Unutama Beni” ile Esmeray hiçbir şey değilse bile tek şarkı ile bir anda popüler oldular. 70’lerin sonuna kadar çok kötü şarkılar yapmış olmalarına rağmen hep revaçta kaldılar. Sonrasında 75’de pop müzikte çok büyük bir patlama yaşanıyor. “Delisin”den “Ah Nerede”sine, “Sen Gidince”, “Sana Neler Edeceğim”, “Bu Ne Dünya”, “Bim Bam Bom”, “Olmaz Olsun”, “Gençlik Başımda Duman” gibi bütün meşhur şarkılar 75-76 döneminde ortaya çıkmıştır. Çoğu aranjman, ama bir kısmı da Tuğrul Taci diye birine aittir. Bu isim Şanar Yurdatapan ile Onur Yurdatapan’ın ortak ismidir. Dolayısıyla az önce saydığım bütün şarkıların ya sözünde ya müziğinde ya da düzenlemesinde Tuğrul Taci ismi vardır.  Tuğrul Taci ağırlıklı olarak Şanar Yurdatapan ile çalıştığı için, 80’de Şanar Yurdatapan’ın yurt dışına gitmek zorunda kalmasıyla birlikte Türkiye’de pop muzik de bitiyor. 80 darbesi ile birlikte 70’lerdeki bu asıl isimler ortadan kalkıyor. Türkçe sözlü müzik biraz ortadan kalkıyor; çünkü Şanar yurt dışına çıkıyor, Edip Akbayram, Selda Bağcan, Cem Karaca da malum. Barış Manço bile bir suskunluk devresine giriyor o senelerde. Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği denen şey yapılmamaya başlanıyor. 84’te MFÖ “Ele Güne Karşı Yapayalnız” ve Sezen Aksu “Sen Ağlama”, hatta Zülfü Livaneli “Ada” yı yapıyor -ki bu albüm çok önemli bence. Bir kırılma noktası olarak bu albümü de sayabiliriz- Bu üç albüm ile birlikte tekrar bir dalgalanma başlıyor. Bu dönemden önce TRT’ye baktığımızda, Atilla Atasoy, Coşkun Demir, Ersan Erdura, Mithat Körler gibi isimlerin yanısıra yabancı şarkılar söyleyen Türk isimlerin çıktığını görüyoruz. Cantekin-Zafer ikisilisi mesela. Belki hatırlarsınız Zafer Bilek, 70’lerin en önemli düzenlemecilerinden birisiydi. Bu isimler iki gitarla çıkıp, “Hotel California”, “Boat On The River” gibi şarkılar söylüyorlar. 80’lerde bir sürü rock grubu türüyor, hepsi İngilizce sözlü şarkılar çalıyorlar ve hepsi o dönemde TRT’ye çıkabiliyorlar. Bu da enteresan bir durum! 

 

Batılılaşma politikasının yansımalarından biri de denebilir mi bu duruma? 

 

Tabii, o dönem herşey tuhaflaştığı için! Atatürkçülük tuhaflaşıyor, batılılaşma garipleşiyor ve hep TRT’nin istediği tarzda yapılmaya çalışıldığı için tuhaf, kötü rock grupları çıkıyor. Bir yanda Pentagram, Whisky gibi rock grupları varken, TRT’ye abuk sabuk, adını duymadığımız ve hiçbir zaman da duymayacağımız gruplar çıkıyordu. Ankara’dan bilmem kimin akrabası şeklinde çıkıp İngilizce şarkılar söylüyorlardı. Benim çocukluğum bunlarla geçti. Bu “aydınlanma” sürecini yaşadığım için hep bunlarla büyüdüm. Türkçe sözlü hiç bir şey yoktu. Dolayısıyla, 90’larda bu pop denilen şey patladığında, sanırım bu ‘Türk’ vurgusunu dil yüzünden aldı. Bir de 90’larda aslında bütün dünyada bir pop patlaması yaşanıyor. 80’ler saçma sapan bir dönemdi. Hadi bizde darbe oldu, ama dünyada da çok bir şey yoktu. Avrupa’da, Almanya’dan bir şirketin (Hansa) çıkarttığı Modern Talking, Nena gibi isimler var. Amerika da çok parlak bir Michael Jackson yaratıyor bir anda ve bir fenomen oluyor. 90’larda sanırım yine İngiltere’den New Kids On The Block, Spice Girls gibi isimler ile bir gençlik patlamasi yaşanıyor. Dolayısıyla Türkiye’de de pop denilen şey bir anda talep görmeye başlıyor. 86’ya kadar çok vahim ve kısır dönemler yaşanıyor. Hiçbir şeyin olmadığı, konuşulmadığı, kitap yayımlanmadığı, insanların şarkı söyleyemediği uzun bir dönemdi. Tabii bir de 85’e kadar Türkiye’ye elektrogitar sokmak bile yasakken, Özal’ın ithalatı serbest bırakmasıyla birlikte yurt dışından plaklar, gitarlar girmeye başlıyor. Önceden insanlar müzik yapmak için buraya gelenlerden rica ediyorlardı. Onların gitarlarını alarak müziğe devam ediyorlar ve burada kendi içlerinde el değiştiriyorlardı. Bu ithalatla birlikte her şey Türkiye’ye girince, teknoloji de ilerledikçe uydu televizyonları, MTV gibi kanalların Türkiye’de de yayına başlamasıyla insanlar popun farkına varıyorlar ve ardından  bizde de patlayınca, “Türk popu” ve “yabancı pop” olarak ayırmak elzem oluyor. 70’lerdeki listelere bakarsanız -mesela HEY dergisinin Pop30 gibi listelerine- bir numara Füsun Önal ise iki numara ABBA’dır. Türkçe-yabancı sözlü ayrımı yok. Bu ayrım bile 80’den sonra ortaya çıkıyor. 80 sonrası HEY’in çok kötü olduğu, kapağına çıplak kadın resimleri koyduğu ve tümüyle magazin haberleri ile dolu olduğu, Ümit Besen’in ne yaptığı,  Sezer Güvenirgil’in posterinin olduğu dönemlerdir. O dönem atlatıldıktan sonra 84-85’te ilk olarak Türkçe ve yabancı diye ayrılıyor listeler. Sanırım onun için 90’larda bir “Türk” popu vurgusu var. Pop denilen kavram zaten o zaman giriyor bizim literatürümüze. 70’lerde kimse poptan bahsetmezdi. 

 

Biz bu pop müzik-popüler müzik kavramlarıyla ilgili okumalarımızda, popüler müzik için, ne tür olursa olsun halkın benimsediği müzik; pop müzik için ise, dönem dönem moda olan türlerin karışımıdır gibi tanımlamalara varıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz? 

 

Evet! Ama dediğimiz gibi İbrahim Tatlıses’i pop kavramı altında incelemek hiç mümkün olmuyor. Ben pop desem bile halk tarafından bunun kabul görmesi imkânsız gibi bir şey. Örneğin Yıldız Tilbe, Fatih Ürek ya da Aydın popçu mudur, nedir? Bu isimlerden bazıları CD’si yokken dahi popüler olan, şarkıları ortalığı kasıp kavuran isimler. Popüler deyince her şey içine girebiliyor. Durum o kadar tuhaf ki! Mesela, Grup Yorum popüler müzik mi yapıyor? Ya da Ahmet Kaya örneğin, popülerdir ama pop mudur? Baktığınızda O’nun düzenlemelerini yapan Osman İşmen, Türkiye’nin en büyük pop aranjörlerinden birisi, ama Muazzez Ersoy’un düzenlemelerini de yapıyor. O zaman Muazzez Ersoy da pop yapıyor!

 

Aslında bu karışıklık, iç içe geçmişlik durumunu bugün müzik marketlere gittiğimizde de görebiliyoruz. Türler, adlar birbirine karışmış durumda.  

 

Tabii ki öyle! Artık zaten ürünleri türlere göre değil, isimlere göre A’dan Z’ye sıralıyorlar. Örneğin çok ilginç, D&R’da “diğer” başlıklı bir raf var. Hiçbir ülkede “other” adında bir raf görmedim ben ve o “diğer” rafında Ahmet Kaya da, İbrahim Tatlıses de var. Çok acayip! Bizim şu an adlandıramadığımız her şey aslında “diğer”. O müzik market bu durumu çok güzel açıklamış aslında. Zülfü Livaneli pop rafında, Ahmet Kaya “diğer”de, neden? 

 

Bu konuştuğumuz tanımlar çerçevesinde, günümüz pop müziğini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

 

Güzel soru! Şu anda Türkiye’de pop müzik adında bir şey var. Listeler var. İnsanlar dinliyor, klip izliyor, pop sanatçılarının konserleri deli gibi doluyor, iyi pop şarkıları çıkıyor. 70’lerdeki verimli ortam bir şekilde yine sağlandı ama teknolojinin gelişimi ile albüm yayınlanamaz oldu. Artık yayınlansa bile alıcısı ortadan kalktı. Herkes Mp3 dinliyor. Bir şarkı çıkar çıkmaz internette dolaşmaya başlıyor. İnsanlar albüm olarak indirseler bile, bunun albüm olduğunun farkına varmıyorlar. Bu anlamda pop yapmak zor ama algıladığımız anlamda poptan bahsediyorsak, çok başarılı pop işler yapılıyor şu anda. 

 

Bir yandan baktığımızda çok fazla isim de görebiliyoruz bu alanda. 

 

Evet, ama asıl karmaşayı yaratan da bunlar. Çok isim var ve ortaya çok şey çıkıyor. Ben artık bunları takip edemez duruma geldim. Korsana tümüyle karşıyken artık forum sitelerinde dolaşmaya başladım. “Kim çıktı, kim çıkmadı”; çünkü asıl oralardan alıyorsunuz haberleri.  Sonra gidip albümü alıyorum. Dediğim gibi haberler oralardan alınıyor; çünkü bir haber aktarımı da yok. Takip etmek gerekiyor, herşey o kadar karıştı ki! 

 

Çok isim olması da iyi bir şey değil mi bir yandan? 

 

Tabii ki! 70’lerdeki o büyük patlamanın sebebi de buydu aslında. 75–76 o kadar çok üretimin yapıldığı yıllar ki, hem çok insan hem çok plak vardı. Sonuç olarak şimdi yapılanlar o dönemki gibi naif ve rafine değil, yapılan işler çok fazla birbirine benziyor. O dönem yapılan hiçbir şey birbirine benzemiyordu. Beş şarkıcı, beş ayrı Enrico Macias şarkısını kendince yorumluyor ve hepsi birbinden farklı oluyordu. Yeliz’in yorumu ile Ajda Pekkan’ın yorumu çok farklıydı.  Düzenlemelerini aynı isimler yapsa da şarkıcıya göre düzenleme yapılıyordu. Ama şimdi, Tarkan çıktı, hemen arkasından hem görüntüsüyle hem sesiyle on tane daha Tarkan çıktı. Bir şarkı tutuyor, örneğin Fatik Ürek’in “Haydi Lili” şarkısı bir Balkan şarkısı. Hemen insanlar oraya yöneliyorlar, oradan başka şeyler alıyorlar. Serdar Ortaç çıkıyor, bir Yunan şarkısı söylüyor, ardından herkes Yunanca söylemeye başlıyor. O dönemde insanlar dünayaya çok daha açıklardı. İnsanlar kendileri araştırıp buluyorlar, ama bunu moda olduğu için yapmıyorlardı. Ben o dönem müzik yapmış birçok insanla konuşup görüştüm. Hepsi de çok dinlediklerini söylüyorlar. Dinliyorlar, kendilerine uygun şarkıyı seçiyorlar ve kendilerine göre icra ediyorlar. Ama artık, mesela Serdar Ortaç’ın düzenlemesiyle Yunanistan’daki versiyonunun düzenlemesi de aynı.

 

Dolayısıyla bugün tüketim üzerine kurulmuş bir yaklaşım hâkim diyebilir miyiz? 

 

Evet. Aslında bütün sorun da orada. Yoksa hala çok güzel pop şarkıları, çok iyi popçular çıkıyor. Örneğin Hande Yener’i beğeniyorum. Mustafa Sandal benim fazla ilgi alanıma girmiyor, çok beğenmiyorum ama insanlar çok seviyor, beğeniyor.

 

Bugün yapılan müziklerdeki bu aynılık, benzerlik durumu sadece Türkiye için geçerli değil. Dünyada da benzer bir durum söz konusu, sizce de öyle mi? 

 

Tabii ki öyle! Biz de alıyoruz, bizden de alıyorlar. Türk besteciden çıkmış bir şarkı, örneğin Yunanistan’da aynı şekilde yayınlanabiliyor. Etkileşim de çok fazla var ve neyin ne olduğu birbirine karıştı. Eskiden böyle değildi. Mesela Serdar Ortaç bir şarkı söylüyor, utanmadan o şarkının kendisine ait olduğunu yazıyor, ama şarkı bir Yunan şarkısı. Bu ortaya da çıkıyor zaten. Sürekli Serdar Ortaç üzerinden örnek veriyorum, O’nunla bir alıp veremediğim yok. A şarkıcısı diyelim. Eskiden, örneğin Füsun Önal bir Yunan şarkısını plak yaptığında bu durumu hem her yerde söylüyor, hem de dönemin dergilerinde de bu durum yazılıyordu. Bugün eleştirmen dediğimiz insanlar da bu durumun farkında değil. Bunun yerine “A şarkıcısının yeni bestesi çok güzel” diye yazıyorlar. CD kitapçığında yazsa bile ona bakmadan yazan bir sürü insan var. Kimse hiçbir şey dinlemiyor, her şey arkadaşlık ilişkileriyle yürüyor. Müzik medyası denen şey ortadan kalktı. Bütün bunlara rağmen güzel işler de yapılıyor. Ben pop dinleyen bir insan olsaydım, bana hitap edecek bir sürü şarkı bulurdum.

 

Siz ağırlıklı olarak 60’lı, 70’li yılların 45’likleri üzerine çalışıyorsunuz, DJ’lik yapıyorsunuz.  Şu an da aktif olarak devam ediyor musunuz? 

 

Evet yapıyorum. Düzenli olarak çaldığım bir yer yok ama sürekli farklı mekânlarda çalıyorum. Bu dönem sinemalarda gösterilen “Issız Adam” filminden sonra önemli anlamda bir ilgi de oluştu. Bu müzikleri eskiden ben ve birkaç arkadaş çalarken, şu an bir sürü mekânda eski şarkıların çalındığı etkinlikler yapılıyor. Artık herkes yapıyor; çünkü şarkılara internet üzerinden ulaşmak da çok kolay veya herhangi bir müzik markete girdiğinizde Türk popunun bir sürü eski şarkılarını, toplanmış albümler halinde edinebiliyorsunuz. 

 

Bu performanslarınızda sadece eski şarkıları tercih etmenizin bir nedeni var mı? Günümüzden örneklere de yer veriyor musunuz?

 

Günümüzden de örnekler çalıyorum. Benim setim diğerlerine nazaran biraz daha farklı. Ben çok karışık bir iş yapıyorum. 99’da Ankara’da eski ortağımla eski 45’likler üzerine bir radyo programı yapıyorduk. Radyo programını yaparken, “Bu radyo dinleyicilerini bir yerde toplayıp, insanlara bir bar ortamında dinletelim” dedik. Uçuk bir fikirdi aslında, hatta o zaman bar sahiplerine bunu anlatamadık. “Ankara’da kim dinler?” gibi tepkiler alıyorduk. Oranın meşhur barlarından birinde bir Pazar günü saat 16.00–18.00 arasını bize verdiler. İkindi çayı tadında bir şey oldu. Çok fazla ilgi gördük. Biz insanların sohbet ederken bizi dinleyeceğini sanırken, insanlar çaldıklarımızla dans ettiler, biz de dans edilebileceğinin farkına vardık. Daha sonra bir iki yerde daha denedik ve ilginin devam ettiğini görünce düzenli olarak bu işi yapmaya başladık. Ankara’daki işi yeni bıraktım. On yıldan bu yana her hafta çalıyordum. Daha sonra gelişti tabii. Başladığımız dönemlerde 45’likler o kadar yaygın da değildi. Biz de daha fazla öğrendik. Plakları bilgisayara kaydetme imkânı da yoktu. Ben plakları ve pikapları yüklenerek çalmaya gidiyordum ve insanlar eğleniyordu bu müziklerle. Ama bir yerden sonra ben kendim sıkılmaya başladım. İnsanlar da sürekli aynı şeyleri dinlemek istemediler. Çalma sürem iki saatten altı saate çıktı ve yeni bir şeyler katmam gerekti. Ben de bu “Eski 45’likler” adını “Turkish Funk”a dönüştürdüm. Artık eğlenceli Türkçe şarkılar çalıyorum ve her dönemden herşey çalıyorum. Bunun içerisinde Kardeş Türküler de var, Gayda İstanbul da var hatta Ciguli de var.

 

Özellikle çalmadığınız isimler var mı? 

 

Serdar Ortaç çalmadım örneğin. Tabii ki kendimce elediğim, çalmayacağım isimler var, ancak Serdar Ortaç dışında net olarak çalmam dediğim isim yok. Ferdi Tayfur bile çaldım. Ben bugüne kadar bir sürü farklı isimlerden çaldım, ama tabii ki bir faşistin yaptığı işi de çalmam. Ama Ferdi Tayfur da MHP’li ve çalıyorum. Böyle olunca da tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Örneğin, İlham Gencer MHP’nin en keskin isimlerindan, ama “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”u yaptı ve bu ülkede pop müziği başlatan şarkı diyebiliriz. Sürekli de istek alıyor. O şarkıyı ben de seviyorum. Dolayısıyla çalabiliyorum. Ama Serdar Ortaç algısına tuhaf bir şekilde karşıyım. Çok sevdiğim şarkıları olsa bile, başkaları tarafından söylense bile elim gitmiyor. Kendisine karşı direk bir şeyim yok, ama hele şu Ahmet Kaya olayından sonra canım hiç çalmak istemiyor. Daha sonra çok özür dilemiş, mektup yazmış, ama kayıtlar var ortada, alıyor mikrofonu eline ve söylüyor gayet açık bir şekilde. Çatal atmasa bile olayı başlatan isim kendisi. Ebru Gündeş de keza aynı algıdan dolayı çalmayacağım isimlerden. Ama zaten Ebru Gündeş repertuar olarak da bana uymayan bir isim. Mesela İbrahim Tatlıses de çalmadım pek ama geçen aylarda Fransa’nın Lille şehrinde çaldım. Oralarda çalınca insanların algıları daha farklı olduğu için biraz daha rahat. Burada ben Ciguli çaldığım için “Biz buraya zevksiz müzik dinlemeye mi geldik?” diyerek ortamı terk eden insanlar oldu. Ama ben Tarık Mengüç’den  “Şakşuka”yı da çalıyorum. Akış da çoğu zaman belli olmuyor. Gelen insanlara göre o an şekillenebiliyor. Şu ana kadar verdiğim örnekler hep 9/8’lik ve etnik örnekler ama ortama göre çok hardcore, psychodelic bir durum da oluşabiliyor. Silüetler, Haramiler, Barış Manço, Cem Karaca, Tunay Akdeniz çaldığım bir set de olabiliyor. Bunların tümü gelenlere bağlı. 

 

Aslında günümüz müziğine dair yazılmış çok fazla kaynak yok ama Bülent Forta ile yapılmış bir söyleşide rastlamıştık: Kendisi 2000’lere rock müziğin damgasını vurduğu yorumunu yapmıştı. Sizce de böyle mi? Yani “80’ler için arabesk, 90’lar için pop müzik damgasını vurmuştur” dediğimiz gibi 2000’ler için de rock müzik diyebilir miyiz? 

 

Aslında bence diyemeyiz; çünkü bu rock dediğimiz tür her on yılda bir Türkiye’de patlayan bir türdür. Bülent Forta’ya bu soru 85’te sorulsa o zaman da aynı cevap alınabilirdi. Türkiye’de böyle tuhaf bir durum var. Rock bir patlama yapıyor, ondan sonra ortadan yok oluyor. Rockçılar karabatak gibi, sonra yine çıkıyorlar. Rock müziğin böyle inip çıkan bir seyri var. Ama son dönemlerde bunun artmasının nedeni yine o türlerin  karışımı. Yani Seksendört denilen grup ne kadar rock yapıyor? Baktığınızda bariz arabesk nâmeleri kullandıklarını görüyorsunuz. “Elektrogitar konunca rock mı oluyor?” gibi sorular sormak lazım. Örneğin Serdar Ortaç’ın da cayır cayır elektrogitar ile yaptığı şarkılar var. Ahmet Kaya’nın “Yıldızlar ve Yakamoz” albümü pekâlâ bir rock albümü olarak da kabul edilebilir. 90’larda da bir rock patlaması vardı. Ada Müzik bir sürü albüm yayınladı. Kumdan Kaleler, Mor ve Ötesi’nin ilk albümü, İstasyon, D100 gibi bir takım gruplar vardı ve  95–96 gibi de patladılar. O dönemde de herkes rocktan bahsediyordu ve o dönemin bütün pop düzenlemelerinde elektrogitarlar öne çıkıyordu. Aynı şey 75 yılı için de geçerli. O dönem de Tunay Akdeniz ile başlayan, daha küçük çaplı bir rock patlaması vardı. Sonuçta dünyada da Deep Purple’ın “Smoke On The Water”ı çıkarttığı yıllar…Dolayısıyla, buradaki yansıması da hemen oluyor. Keza 65’teki Altın Mikrofon yarışmasındaki bütün şarkılar rock düzenlemeleriyle yapılmıştı. 2000’lerde evet rock müzik ele geçirdi piyasayı, bu doğru; çünkü çok büyük rock grupları çıktı. Rock festivalleri ortalığı sardı. Biraz da kolay olduğu için böyle oldu.  Rockçılar popçulara nazaran birbirleriyle daha geçimli insanlar. Doğal olarak da bir rock festivalinde, Türkiye’nin bütün büyük rock gruplarını yan yana koyabiliyorsunuz. Mor ve Ötesi ile Duman’ı arka arkaya sahneye çıkartabilirsiniz. Ama iki pop şarkıcısını yan yana getiremiyorsunuz. O nedenle de bir pop festivali yapılamıyor. 

 

Popta rekabetin daha fazla olduğunu mu kastediyorsunuz? 

 

Rekabetten ziyade geçimsizlik hâkim. Herkes kendi safını belirliyor, kendi arkadaşlarını seçiyor, onlarla birlikte sahneye çıkıyor, tuhaf ikililer oluşuyor. Ama Bülent Forta’nın durduğu yerden bakıldığında 2000’lere rock damgasını vurdu demek doğru olabilir. 80’lerde arabesk vardı ama 85’ten itibaren yine bir rock patlaması vardı. MFÖ’nün “Ele Güne Karşı” ile çıkışı pop-rock olarak da yorumlanabilir. Diğer taraftan da Pentagram, Dr. Skull gibi Ankaralı, Gripin, Miraj gibi rock grupları da o dönemde ortaya çıktı. O dönem İstanbul’da barlarda deli gibi rock çalınıyordu, ama şimdi daha görünür oldu; çünkü şimdi piyasa da artık rock müzik yapanlara kucak açtı. Albüm yapabilir duruma geldiler. Eskiden Miraj grubunun bir albüm yapması mümkün değildi. Mesela, bu gibi grupları biraraya getirip oluşturulmuş “On Şarkı, On Grup” şeklinde bir kaset var. Aynı dönem HEY dergisinin yaptığı, dönemin rock gruplarından oluşan “HEY Boys” adında bir kaset var. Piyasada bir rock algısı yoktu. Prodüktörler nereden para kazanacaklarına bakıyorlar. Rock müzik patladığından beri iyi kötü bütün rockçılara albüm yapıyorlar. Örneğin Türküola bir dönem Selda Bağcan, Cem Karaca gibi isimlerin albümlerini çıkartmış, 80 sonrasında sadece arabeske yönelmiş bir şirket iken geçtiğimiz yıllarda tuhaf rock grupları da çıkarttı. Her şirketin mutlaka böyle rock albümleri var artık.

 

Bugün müzikteki bu iç içe geçmişlik durumundan ötürü aslında insanlar artık birçok şeyi bir arada dinleyebiliyor. Dolayısıyla sadece bir rock dinleyici kitlesi gibi bir durum da yok diyebilir miyiz? 

 

Doğru. Örneğin Gece Yolcuları da,  Duman da rock grubu olarak tanındılar. Aslında onların daha özgün bir durumları var ama gitar, davul ekleyince rock oluyor. Seksendört, Çilekeş gibi grupların arabesk yaptığı bile iddia edilebilir. Arabesk kötü bir şey değil bu arada,  aşağılamak için söylemiyorum, yanlış anlamayın.

 

Rock müzik dışında bu dönem için belirleyici olan başka müzik formları veya sanatçılar var mı sizce? 

 

Var tabii ki! Sezen Aksu hala piyasa üzerinde etki ve yetki sahibi. O’nun yaptığı şarkılar hala tutuyor. Tek tek isimlerden bahsedersek, Serdar Ortaç da etkili bir isimdir. Bu isimlerden şarkı almak büyük iş yapıyor. Zaten insanlar arka arkaya iki üç şarkı yapıp tutarlarsa, piyasada bir anda isim haline gelebiliyor. Altan Çetin örneği gibi; mesela herkes, Nilüfer dâhil onun şarkılarını söylediler. 2000’lerin başında pek çok yeni ismin yanında piyasada zaten yer etmiş ve etkisini sürdüren isimler vardı. Bunun dışında tabii ki komşular çok önemli. Yunanistan ve Balkanlar Türk popunun 90’lardan sonrasını belirleyen iki coğrafya oldu. Candan Erçetin, mesela 96’da “Sevdim Sevilmedim”i söyledi ki bu şarkı yıllar önce Türkiye’de iki kere plak yapılmıştır.  Bir tanesi Ajda Pekkan ve diğeri ise Ajda’dan da önce “Nazlım” adıyla plağına alan Hasan Öz’dür. Sanki şarkıyı Candan bulmuş gibi oldu. Aslında tabii ki Goran Bregovic bu şarkıyı “Underground” filminde kullanmasaydı belki de farkına bile varılmayacaktı. Nitekim bu Balkan etkisi 95–96 yıllarında Bregovic ile birlikte yükseldi. Sonra herkes söylemeye başladı. Shantel’in bir röportajını okudum, yeni albüm çıkarmış. Albümde “Ada Sahillerinde” şarkısını kullanmış ve “ Böyle kimsenin bilmediği şarkıları bulup çıkarmak benim işim!” demiş. Nasıl kimsenin bilmediği bir şarkı bu? Kaç senelik bir şarkı. Git Arabistan’a herkes eşlik eder, Yunanistan’da herkes Yunanca eşlik eder, orada Türkçe söyle yine eşlik ederler. Aynı albümde Ciguli’nin “Binnaz” adlı şarkısını da söylemiş. Aslında bu şarkılar çokkültürlü şarkılar. 70’lerde bile bu durumlar yaşanabiliyordu. O dönemde çıkan, sonradan tavernacı olan Hayko’yu bilirsiniz. Türkiye’de tutmuş bir şarkının Ermenice plağını çıkartıyordu. Şimdi bir plak yaptıkları için insanların başına neler geldi, görüyoruz hep birlikte. Direk olarak bir şey yaşamasalar bile, bir dışlanma durumu var.

 

Bir de şöyle bir durum da var: Rum, Arap, Balkan şarkılarının, albümlerine ulaşabilmek, Ermeni şarkılarına nazaran daha kolay. Bir şarkının Ermenice olduğunu öğrenmek için bayağı bir araştırmamız, sorgulamamız gerekiyor.

 

Bu gibi durumları garip bir şekilde görmezden geliyoruz. En milliyetçi rockçı bile Hayko Cepkin’i bayılarak dinleyebiliyor, ama var sayalım Hrant Dink cinayetinden sonra Hayko çıkıp “Ben Ermeniyim” diyerek bağırsaydı, bu insanlar onu günah keçisi ilan edeceklerdi. Şimdilik Hayko’nun Ermeni olduğunu görmezden geliyoruz. Çok iyi müzik yapıyor, çok iyi lanse ediliyor, her şeyi çok iyi kullanıyor, yaratıcılığı çok iyi. Türkiye’nin yıllardır aradığı bir şeydi bu.  Dolayısıyla herkes kabullenmiş durumda.

 

Siyasi politikanın müziğe çok etkisi olduğunu hala görebiliyoruz. Son dönemde gündeme gelen ‘açılım’ söylemlerine rağmen Ermenice, Kürtçe gibi dillerin diğer dillere nazaran hala yasaklı olduğunu ve tüm bunların sonucunda da çelişkili bir durum yaşandığını düşünüyoruz.

 

Maalesef! Şimdi mesela Kürtçe için görece bir rahatlama durumu var, ama gerçekten görece bir durum bu. Örneğin şu an Bajar Projesi’ni her hangi bir rock festivaline çıkartmak pek de mümkün değil bence. Foça Rock Festivali’ne neden Bajar kabul edilmedi? Bence bunun altında Kürtçe müzik yapıyor olmasının etkisi hala var. Gerçekten hala böyle kaygılar var. Bir Ermeni müzik grubuysanız yine aynı durum söz konusu olacaktır. 80 öncesinde Kürtçe plaklar çok rahat yayımlanabiliyordu. Türkiye’de çıkmış ve büyük şirketler tarafından basılmış bir sürü Kürtçe plak var, ama şu anda Türkiye’nin büyük plak şirketlerinden biri kalkıp da Kürtçe veya Ermenice bir iş çıkartamaz. Bu durumun nedeni de siyasi politikadır. Rumca böyle değil ama, o biraz daha “içimizden”. Rumcadan kurtulmak ya da kaçmak mümkün değil. 

 

Rumcanın bu farklı olma durumu, Yunanistan’ın bir batı ülkesi olmasından kaynaklı olabilir mi? Cengiz Onural ile yaptığımız söyleşide kendisi bu durumu bu şekilde açıklamıştı. 

 

Çok doğru bir tespit! Sonuçta Yunanistan bizden daha batı, AB üyesi ve bu batılı olmanın da ötesinde, bizim kültürümüze çok yakın bir kültür! Çünkü binlerce yıl bir arada yaşandı, ortak bir geçmişimiz var. Bu ülkede Trabzon’dan Adana’ya kadar herkesin mutlaka bir Rum komşusu vardır. Türk ve Yunan devletleri birbirine karşı siyasi olarak “Biz birbirimize karşıyız!” diyor, ama burada bir deprem olduğunda veya orada bir orman yangını çıktığında birbirinin yardımına ilk bu iki devlet koşuyor. Burada mübadele gibi olaylar yaşandı, ama onlar da yine bir devlet politikasıydı. O zaman gidenler kadar kalanlar da ağladılar. Dolayısıyla bu durum kültüre de sinmiş, bizim bütün şarkılarımızın Yunancası, onların bütün şarkılarının Türkçesi var. 70’lerden bugüne Türk popunda hala bir Yunan müziği temeli var. Örneğin Ajda Pekkan’ın Eurovision’da söylediği “Petrol” şarkısı o dönem burada tutmadı, ama hemen Rumcası çıktı ve ortalığı kasıp kavurdu. Ama siyaset tarafından baktığında, biz Rumlarla düşmanız hala. İnsanların gözünde böyle bir algı var, ama bayıla bayıla o şarkıları dinliyoruz. Bu konuda da bir görmezden gelme durumu var. Müzikler dinlenirken sanki Yunanlı değilmiş gibi davranılıyor. Sadece İstiklal Caddesi’nde değil,  Laila’dan tutun da her yerde Rumca şarkılar çalınıyor.

 

Bir taraftan bakıldığında bu etkileşim, sanatçıların birlikte bir üretim yapmaları güzel bir şey, Candan Ercetin örneği gibi… Ancak burada da yapılan bu gibi işlerin ne kadar samimi ve iyi niyetli olduğuna bakmak lazım diye düşünüyoruz.

 

Öyle tabii ki! Sonuçta Candan Erçetin’in Trakyalı olmasından dolayı daha içinden gelen bir durum da var. Candan bu işleri ilk başlatan isim sanırım. Ziynet Sali de Kıbrıslı, O’nun da kültürünün bir yerinde var. Ama Mustafa Sandal gibi örnekler için pek aynı şeyi düşünemiyorum ben. Onlar, daha  piyasa kaygısıyla veya moda olduğu için yapılmış çalışmalar bence. Sonuçta Türkiye’de Rumca şarkılar zaten tutuyor. Kesintiye uğramayan tek şey Yunanistan’dan aldığımız şarkılardır. 80’lerin en kısır ortamında dahi bir takım Rumca şarkıların Türkçe sözlerle söylendiğini biliyoruz. Osman Yağmurdereli örneğin, “ Bir Bir Biri Birilerine” şarkısını söyledi, hep “Rumca mı, Türkçe mi?” olduğu tartışıldı. 

 

Rum müziği ve kültürünün “meze” olma durumu yaşadığını söylemek yanlış olmaz, değil mi? 

 

Oldu bile! Zaten Türkiye’de taverna denen olayın ortaya çıkışıyla bir takım tuhaf insanlar, sosyetik güzeller çıkıp tabak kırıyorlar. Ne olduğunu bilmeden, moda olduğu için tavernalara gidip eğleniyorlar. 

 

Az önce sizin de söylediğiniz gibi Rumlarla uzun yıllardır birlikte yaşama durumu aslında Ermeniler ve Kürtler için de var, ama burada bir görmezden gelme gibi bilinçli bir devlet politikası olduğunu düşünüyoruz. 

 

Rumlarla Kurtuluş Savaşı’ndan, Kıbrıs Harekâtı’ndan, 74’ten, 80’den beri süren bir “it dalaşı”mız var. Ama Kürtler ve Ermenilerle bizim kavgamız 80’lerden sonra başlıyor. O tarihlere kadar Kürt, Ermeni ayrımı yoktu insanlarda. Bu, 80’lerden sonra oluşturulan bir politikadır. Milliyetçilik kavramı tuhaflaştı. Atatürk milliyetçiliği denilen, Kenan Evren’in ortaya çıkarttığı durumlar. Dediğim gibi 79’da Kürtçe ve Ermenice plaklar yayımlanırken, 83’te bir plak yayımlanamazdı. Arada sadece dört yıl var! 

 

90’lı yıllara gelindiğinde Kürtçe yasağının kalkmış olmasına rağmen Ahmet Kaya’nın gönderilmesi gibi…

 

Evet, yani işte! Bu olay 2000 yılında Ahmet Kaya’nın başına geldi. Yasak kalktıysa, bu ne o zaman? Rahmi Saltuk tamamı Kürtçe olan “Hoy Nare” albümünü ondan önce yayınlamış ama toplatılmıştı, kendisi de tutuklanmıştı. Bu yasak kalktı, ama örneğin Şivan Perwer yıllar sonra, sanırım 93’tü,  yayımlanabildi. 

 

Peki, bu bağlamda bugünlerde çokça duyduğumuz İbrahim Tatlıses’in “Şemamme”yi okumasını ve bu gibi örnekleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 

 

İbrahim Tatlıses üzerinden konuşacaksak, O her zaman moda olanı yaptı. Kürtçe söyleyecektiyse bugüne kadar neden söylemedi? Kürtçe şarkıları Türkçeye çevirerek söyleyen biri. O zaman Kürtçesini söyle! Gerçi bir yandan yurt dışı veya Doğu, Güneydoğu konserlerinde söylüyordu ama İstanbul’da söylemiyordu. Sadece bu isim üzerinden değerlendirmemek lazım. Ama örneğin Zülfü Livaneli, bir dönemin en keskin solcusu, bu gibi konularla hiç ilgilenmezken, bugün Açıkhava konserinde “Yiğidim Aslanım” şarkısını Kürtçe söylüyor. Bu da “açılım”ın getirdiği bir durum! TRT Kürtçe televizyon kurdu. O zaman Ahmet Kaya neden yurt dışına gitti, gönderildi? Benim dönüp dolaşıp düşündüğüm, içimi acıtan şey, o adamın ölümüdür. Üç yıl sonra Serdar Ortaç ya da Ebru Gündeş Kürtçe şarkı söylerse hiç şaşırmam. Normalde söylemezler, ama baktılar ki bu Kürt açılımı rayına oturdu, böyle bir durum hâkim, o zaman kesin söylerler. Onuncu Yıl Marşı’nın söylendiği gecede Reha Muhtar da vardı, ama şimdi elinde mikrofonla “Hepimiz Ermeniyiz”sözünü en çok sahiplenenlerden. Böyle acayip şeyler oluyor bu memlekette. Bir insanın on yıl önceki hali ile on yıl sonraki hali çok farklı olabiliyor. Bu yaranma hadisesi popçularda çok fazla olan bir durum. Mesela Atilla Taş yeni bir albüm çıkarttı. Gönderdiği basın bültenine Kabe’de dua ederkenki bir fotoğrafını koymuş. Neden? Çünkü albüm Ramazan’da çıktı. Üç yıl sonra O da pekâlâ Kürtçe söyleyebilir. Mesela Erol Büyükburç 60’larda gittiği konserlerde Kürtçe, Ermenice şarkılar söylermiş. Anadolu-pop ortaya çıkmadan önce, Erol Büyükburç her gittiği ilde o yörenin meşhur bir türküsünü aranje edip, konserine onunla başlıyormuş. O yörenin  lehçesini, dilini, şivesini kullanarak söylermiş. Bu uyanıklıklar eskiden beri yapılan şeyler. Konsere böyle başladığı zaman zaten seyircinin olumlu tepkisini ilk etapta kazanmış oluyor. Ama tabii, o zaman yapılan, şimdiki gibi ticari bir kaygıyla yapılmıyordu. Erol Büyükburç o zaman zaten Türkiye’nin en büyük starı, 61-62’de O’nun böyle bir şeye gereksinimi de yok zaten. Sezen Aksu da Kürtçe, Ermenice söyledi. Ama O da bu şekilde bir rant yakalama kaygısıyla söylemedi, zaten ihtiyacı da yok buna. Ya da Kardeş Türküler’e böyle “iş yapmak için söylüyorlar” diyemeyiz. Aslında dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta aynı.  Söylediğimiz birkaç istisna dışında örneklerin çoğu ticari kaygı ile oluşan örnekler. Kimse o Yunanca şarkıları sevdiği için söylemiyor, iş yaptığı için söylüyor. Sonuçta pop müzik de devletin çok önemli araçlarından biri. Baktığınızda hâkim ideoloji, bir sürü insanı popçular sayesinde tavlıyor. Bu alanda, bir kukla durumu olmasa da, en büyük isimler dahi gayet de devletçi tipler. Ahmet Kaya belki de bunun için öldü. Bu durumu kabul etmedi veya istenilenleri yapmadı. Üstelik en kritik dönemlerde türban eylemlerine bile destek verdi.

 

Az önce siz de bahsettiniz, artık albümlerin satılmama durumu giderek arttı. Sizce bundan sonrası nasıl olacak?

 

Bu Mp3 satışları falan rayına oturacak bir şekilde. Bilemiyorum, beş yıl önce biz bu durumu öngöremezdik heralde. Örneğin yurt dışında artık müzik mağazalarında albümleri usb stick halinde, yani Mp3 olarak satıyorlar. Artık albüm alır gibi bir paketle onu satın alıyorsunuz. Resmi Mp3 CD’leri de satılıyor artık. Burada henüz o kadar yaygınlaşmadı. Gerçi İslami kesim yapıyor bunu, mesela Kuran-ı Kerim’i Mp3 olarak satıyorlar. Eskiden plaklar vardı hatta çantalar içerisinde kasetler, setlerle satılırdı. Şimdi buna dönüştü.  İşte Michael Jackson’un bütün şarkıları bir CD’de veya O’nun figürü şeklinde usb’ler içerisinde resmi olarak satılıyor. Bunlar Türkiye’ye de gelecek sonuçta. Yurt dışında havaalanlarında çok oluyor örneğin; yüz aşk şarkısı Mp3 formatında, kalp şeklinde usb’lerde satılıyor. Bu gibi çözümler üretiliyor artık. 

 

Genelde albümlerin satılmadığına dair genel bir kanı var ancak, geçenlerde Arto Tunçboyacıyan ile söyleşirken, kendisi de ekonomik durumlardan dolayı albüm satışlarının düştüğünü kabul etse de iyi albümlerin piyasada hala satıldığını vurguladı. 

 

Tabii ki öyle! İşte son Sezen’in ikili CD’si çıktı veya İbrahim Tatlıses’in çıkarttığı albümler hala satıyor. Örneğin yeni çıkan iyi gruplardan Marsis, Bajar dinleyicilerine albüm olarak ulaşıyor. Genelde Mp3 olarak indirilmiyor. Hala bir albüm dinleyicisi, kitlesi var. Ancak fark şu ki; hedef kitlenin amacı albüm almak değil, artık her şeyi internet aracılığıyla indirmek durumuna dönüştü. Birtakım kampanyalar yapılıyor. Örneğin, Bülent Forta ve TTNET işbirliği ile bağlantılı internet kullananlara bedava şarkılar veriliyor. Ancak bunlar çözüm değil bence. Çok sıkı bir takip lazım! Bütün o korsan siteler hala yayında, göstermelik olarak birkaç gün kapatıyorlar, sonra yine yayınlarına bir şekilde devam ediyorlar. Yurt dışında bu yaptırımı uygulayabildikleri için o Mp3’ü resmi olarak satılır hale getirebiliyorlar. Tabii ki internet üzerinden bir sürü şeye daha çabuk ve kolay ulaşma durumu da yabana atılır bir durum değil ve insanlar artık takip ettikleri müzikleri buralardan daha kolay ve hızlı bir şekilde yaygınlaştırarak dinliyorlar. Bu da bir yandan iyi bir şey! Ben örneğin, yurt dışında çıkan bir Bob Dylan albümünün buraya gelmesini bekleyemem. Eğer o dönem dışardaysam hemen alırım veya internet üzerinden satın almayı tercih ederim. Önemli olan bu sistemin bir şekilde rayına oturması ki bu da zamanla olacaktır. Bu gibi ornekler Türkiye’de de var. Bu ülkenin her yerine her albüm gitmiyordur, o zaman interenete girip satın alacak insanlar.

Burada 71–72 tarihli korsan şirketler bile var. Hem de çok komik şirketler bunlar. Birkaç örnek verecek olursak; BALET’in korsanı BALAT, Odeon’nun korsanı Odaon, Colombia’nin ki Cumbala ve logolarını bile aynı şekilde yapıyorlar. İlk baktığınızda ayırt edemiyorsunuz, dikkatlice yaklaştığınızda anlıyorsunuz. Çok bilinen Sahibinin Sesi gramafon dinleyen köpek iken, korsanın da gramafon dinleyen horoz! İsmi de Sabahın Sesi! Böyle bir yaratıcı durum da var bir yandan. Bu ilk korsan örneklerinde şöyle bir açıklama da var: “Biz bu şarkıyı radyo neşriyatından kaydettik. Eğer hak sahibi talep ederse, ücretini vermeye hazırız.” Böyle de garip bir durum. Şimdiki durum da aslında korsanı bitirdi. Korsan albüm satılamıyor. Mp3 satışları legal hale gelecek ilerde. Zaten bu durumu benimseyen sanatçılar da var. Yakup adında bir sanatçı örneğin, albümünü direkt internetten yayınladı ve tabii ki bu bütçesiz müzik durumunu getiriyor insanlara. Bu açığı bir şekilde konserlerle falan kapatıyorlar. Sonuçta sanatçı için ne kadar fazla insana, daha çabuk ulaşırsa iyi olan o. Artık, hepimiz de içerisindeyiz. İşte biliyoruz, ne kitaptan ne albümden para kazanılmıyor artık. Başka bir örnek, mesela Zardanadam’ın yaptığı albümü internet üzerinden yayımladılar. İsteyene posta ücreti karşılığında albümü basıp yolluyorlar. Benim çok hoşuma gidiyor bu yapılan. Sonuçta satın almak isteyene de ulaştırıyorlar ve konserlerden bir şekilde bu açıklarını kapatıyorlar veya böyle bir geçim dertleri yok belki de, bilemiyorum. Çünkü bugün artık sadece müzikten para kazanmak mümkün değil. Ama satıcısına ulaşan albümler de var ve iyi albümler satıyor. Şu da bana enteresan geliyor; örneğin Candan Erçetin bir albüm yapıyor ve yedi bin adet satıyor, ama beş gece üst üste Açıkhava Tiyatrosu’nda konser veriyor ve doldurabiliyor. Bu da yaklaşık olarak yirmibeşbin insan anlamına geliyor ve bu insanlar bu sanatçının albümünü almıyor. Albümünün satışı o sayıya ulaşmıyor. Zaten bu rakamlara yaklaşan bir albüm çok satmış oluyor, üstelik albüm 10 TL iken konser biletinin fiyatı 85 TL civarında. Bu da enteresan bir durum yani! O albümün on bin satması gerekirken çok daha düşük rakamlarda kalıyor. Kaldı ki, albümü alanların tümünün konserlere gitmediğini de biliyoruz. Büyük kentlerde albümlerin daha yoğun satılması gerekirken taşrada daha fazla satılıyor. İşte bunların hepsini düşününce tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. İnsanın aklı karışıyor. Ama bence çok vahim bir durum yok. Türkiye’de iyi pop yapılıyor. Evet, bu devlet güdümünde yapılıyor ya da devlet bunu çok iyi kullanıyor. Albümlerin satmaması da bunu baltalayan bir durum değil. 

 

Yurt dışında sizin söylediklerinizin yanı sıra insanların albüm satın almaları için bir teşvik etme çabası da var. Albüm fiyatlarını buradaki gibi fazla yüksek tutmuyorlar. Örneğin herhangi bir albümü makul bir fiyata alabilirsiniz. Ancak burada böyle olmuyor, yeni çıkan bir yabancı albümü önce normalin çok üzerinde bir fiyatla satışa sunuyorlar, satılmayınca o fiyatı iyice düşürüp satmaya çalışıyorlar.  

 

Tabii ki yanlış bir durum! O yüzden buradaki büyük kitabevleri bu konuda çok bereketli oluyor. Bazen beklemediğiniz albümleri oradan ucuz fiyatlara alabiliyorsunuz. Sonuçta albümü alan alıyor. Evet, bir satılmama durumu var, ama bu her dönem olmuştur ve bir şekilde çözülecektir.

 

Az önce “Türk” popu dediğimiz alandaki birtakım etkileşimlerden bahsettik: Ermeni, Rum müziği gibi. Bu tip etkileşimlerden bahsederken, Sezen Aksu ismi aklımıza ilk gelenlerden… Kendisi pek çok Ermeni ve Rum müzisyenle çalışmış, çalışıyor. Bunun gibi başka sayabileceğimiz isimler var mı? 

 

Sezen Aksu’nun şansı Arto ve Onno gibi isimlerle çalışmış olması. Tabii ki Tunçboyacıyan ailesi çok önemli O’nun için. Ama Sezen akıllı ve algıları çok açık bir müzisyen! Dolayısıyla müziğinde Karadeniz etkisi de Türk müziği etkisi de görülebiliyor. Rum müziği etkisi zaten var. Ajda Pekkan da öyle. Mesela biz onu çok batılı gibi algılıyoruz, ama özellikle son dönem çalışmalarında bizden şeyler çok fazla var. Duman da öyle! Mesela son albümlerinde bariz Karadeniz tınıları olan “Balık” adında bir şarkıları var. Alıp üzerinde biraz oynarsanız horon havasına dönüştürebilirsiniz. Böyle çok isim var aslında. Candan Erçetin’i de katmak gerekiyor. Nilüfer’i katamıyorum ben bu isimlerin içerisine. Ama O da zamanında bir sürü Rumca şarkıyı Türkçe okudu. Şimdi daha farklı, bizden daha uzak bir hatta girdi. Rafine pop yapıyor, giderek chanson durumuna dönüşüyor yaptığı işler. Tarkan’da da Balkan, Arap etkilenmeleri var. Türkiye’de pop müzik hep dışardan etkilendi: başta komşulardan, sonra da Akdeniz popundan. 1970’ler Enrico Macias üzerine kurulu. Herkes mutlaka bir tane şarkısını okumuştur. Fairuz, Ümmü Gülsüm, Rahbani Kardeşler’den çok etkilenilmiştir. Selami Şahin’in işlerinin yarısı Rahbani’lerden alınmadır. Ama altında Selami Şahin imzası taşır! Suat Sayın da keza böyle. Zeki Müren’in “Yaralı Gönül” plağı Mısırlı bestecilerin eserlerinden oluşur. Buna da etkileşim diyebiliriz, ama tabii ki diğer örnekler gibi temiz bir etkileşim değil.

 

Bizim için faydalı bir söyleşi oldu. Çok geniş ve çetrefilli bir konu olduğu için farklı mevzulara da girdik.  Baktığımızda artık günümüzde kültürel çoğulculuğu vurgulamak adına şarkıları art arda farklı dillerde söylemenin değerli ama eksik kaldığını düşünüyoruz. 

 

Türkiye için fazla bir anlam taşımıyor evet, ancak bu gibi çalışmalar yurt dışında daha fazla rağbet görüyor; çünkü bir anlamda onların kendi eski şarkılarını farklı dillerde çalmış oluyorsunuz. Örneğin ben Fransa’da çalarken çok güzel tepkiler alıyorum. Türk popundaki ilk dönem şarkılarının yarısı Enrico Macias, diğer yarısı da başka Fransızca şarkılardan oluşuyor. Burada bu pop müziği başlatan şarkılar orada zaten çok bilinen şarkılar olarak karşınıza çıkıyor. İnsanlar bunları duydukları anda ilgi çekiyor, eşlik ediyorlar. Fransa’da en son Türklere çaldığımda hiç beğenmediler; çünkü sadece halay ve İsmail YK istiyorlar. Halay istenince, örneğin Selim Sesler’den çalıyorum, Türkler beğenmiyor. Ama Fransızlar halay çekiyor. Aynur’dan “Keça Kurdan” çalıyorum, bu sefer de gelip bölücülükle suçluyorlar. Sadece yabancıların olduğu ortamlarda insanlar daha açık şekilde dinleyip, merak edip, ilgi gösteriyorlar. Dolayısıyla bu tip çok dilli çalışmalar da yurt dışında daha fazla ilgi görebilir.