Strasbourg Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Samim Akgönül’ün 15 yıldır ‘azınlık’ konusu üzerinde yaptığı çalışmalardan yeni kitabı ‘Azınlık: Türk Bağlamında Azınlık Kavramına Çapraz Bakışlar’ doğdu. Akgönül, “Türk ulus devletinin inşasında azınlık olarak nitelendirilen gruplara reva görülen muamele 20. yüzyıl boyunca o kadar sert oldu ki, artık hiçbir grup bu statüyü kabul etmiyor” diyor…
Kitabınızda her yönüyle azınlık kavramını inceliyorsunuz. Türklere göre azınlık kimdir?
Hem devlette hem de kamuoyu algılamasında ‘azınlık’ gayrimüslimdir. İşin ilginç tarafı, 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Osmanlı toplumsal sisteminde ‘azınlıklar’dan bahsetmek zor. Milletler önce dinsel aidiyet üzerinden belirlenmiş, daha sonra 19. yüzyılda buna ulusal aidiyetler de katılmış. Ancak 20. yüzyılda Türk ulusu, Müslümanlığa aidiyeti Türklüğün temel taşı olarak belirlediği için azınlık ezilen bir statü olarak sadece gayrimüslimlere verilmiştir. Müslüman olup da Türk olmayanlar ise Türklüğe asimile edilebilir görülmüşlerdir. Bu asimilasyon başarılı olmuştur, bir tek istisna dışında: Kürtler.
Azınlık kötü bir sıfatmış gibi algılanıyor.
Evet, Türkiye ’de azınlık olmak ezilmekle, ikinci sınıf vatandaşlıkla, bir aciz durumuyla eşanlamlı olduğundan sosyolojik olarak azınlık olan birçok grup, örneğin Kürtler ya da Aleviler, bu tanımı reddediyor.
Azınlık kavramının kirlenmiş olduğundan bahsediyorsunuz.
Evet, Türk ulus devletinin inşasında azınlık olarak nitelendirilen gruplara reva görülen muamele 20. yüzyıl boyunca o kadar sert oldu ki, artık hiçbir grup bu statüyü kabul etmiyor. Azınlık olmak, hukuksal ya da sosyolojik alelade bir statüyü değil, bir acz durumunu, bir ezilmişliği simgeliyor. Kürtler için durum daha da karmaşık. Ulusun tanımına uymayan gayrimüslim topluluklar önce yok edildi, kalanlar ise sayıca azlaştırıldı. 20. yüzyıl boyunca Balkanlar’dan, Kafkasya’dan ve Ortadoğu ’dan Anadolu ’ya akan Müslüman topluluklar için ise asimilasyon süreci layıkıyla işledi. Bu gruplardan kalan kimlik imleri ise tehlikesiz folklor öğesi haline geldi. Bugün Türkiye ’de Laz deyince akıllara fıkralar ve hamsi, Boşnak deyince börek, Çerkez deyince tavuk, Kafkas deyince dans gelir. Halbuki bunların hepsi eşit derecede onurlu etnik gruplardı. Kürtler için ise bu üç basamaklı siyasa başarılı olmadı. Zira sayıca çoktular ve en önemlisi yerel bir halktılar. Kürtler yok edilemedi, asimile ve folklorize edilemediler. Kanımca bulunduğumuz durumda Kürtlere azınlık hakları tanınmalı ancak bunun ismi azınlık kavramının kirlenmişliğinden dolayı ‘azınlık hakları’ olmamalı.
Baskın Oran, önsözde “Türkler ve Kürtler farklı dinlerden olsa, halimiz ne olurdu” diyor. Sizin bu varsayıma yaklaşımınız nedir?
Eğer Kürtler Osmanlı’daki Müslüman Milletine ait olmasalardı büyük bir ihtimalle ya Anadolu toprağından bir şekilde çıkarılır ya da sayılarının çokluğu ve yerel bir grup olmalarından dolayı iç savaş çıkar ve Türkiye ulus devleti kurulamazdı. Aynı şey Aleviler için de geçerli. Bunun ana sebebi Türk ulus inşasında Müslümanlığa aidiyetin dilden de önemli bir kriter olmasıdır. Zira dilsel asimilasyon yapılabilirken dinsel asimilasyon hemen hemen imkânsızdır.
“Varlığını isimlendirmeyen azınlık yoktur. Dile getirme konusu ve dolayısıyla görünürlük sorunsalı özellikle tekilci ve yekpareci ulus-devletlerde her zaman birer tehdit olarak algılanmıştır” diyorsunuz. Siz bu tehdit algısının hâlâ yüksek olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, şu anda üzerinde çalıştığım kitap tam da bu görünürlük ve tehdit algısı üzerine. Birkaç konuya açıklık getirmek gerek. Birincisi azınlık olmazsa çoğunluk da olmaz. Yani kendini çoğunlukta gören her topluluk kendi azınlığını yaratır ve bu azınlığı tehdit olarak görür. Görünürlük azınlığın etiketidir. Görünebilen azınlık görünebilme gücünden cesaret alır. Görünmesi engellendikçe sivrileşir, serbestleştikçe meşruiyet kazanır ve azınlık olmaktan çıkar. ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ gibi politikalar, yer ismi ve soyadı değişiklikleri asimilasyonu değil görünmezliği hedeflemişlerdir. Toplumda azınlığın görünürlüğü hak talebiyle ortaya çıktığında çoğunluktaki tehdit algısı artar. Hanna Harendt’in bakış açısını takip edersek şöyle diyebiliriz: “Aslında azınlık hakkı yoktur, azınlık hakkını talep etme hakkı vardır ve bu da bir toplumsal çatışma gerektirir. Talep edilen hak er ya da geç alınır. Önemli olan hakkı talep edebilme bilincine erişebilmektir.”
Bir toplumda azınlık ne ister, çoğunluk bu isteği ne olarak anlar?
Azınlıkların iki yönde talepleri olur. Bunlar bir taraftan ‘aynılık’ talepleridir. Yani azınlık çoğunluktan kendisinin ‘aynı’ olduğunu, ayrımcılığa uğramaması gerektiğini, ezilmemesi gerektiğini, kısacası bazı Kürtlerin dediği gibi ‘kurucu unsur’ olduğunun kabul edilmesi gerektiğini talep eder. İkinci dizi istekler ise ‘başkalık’ talepleridir. Gene azınlık çoğunluktan farklılıklarının meşrulaşmasını talep eder ve farklılıklarını yaşatmak ister. Bu iki seri talep çoğunluk tarafından çelişki olarak algılanır. Azınlığa hak verildiği zaman dahi bu hak ‘bahşedilir’, yani hiyerarşi korunur. Bahşedilen hak azınlığın doğal hakkı olarak değil çoğunluğun ne kadar hoşgörülü olduğunun bir göstergesi olarak servis edilir. Çoğunluk, azınlığın hiçbir hakka doymayacağını düşünür. Bir hak ‘verilirse’ gerisinin geleceğinden, bunu sonsuz olduğundan emindir. Dolayısıyla ne kadar az verilirse o kadar az tehlike olduğu düşünülür. Sevgili dostum ve hocam Baskın Oran anlatmıştı, onun yalancısıyım. Yaşar Kemal’e “Kürtlere anadil hakkı verilirse ayrılmak isterler denmiş”. Yaşar Kemal de “Verilmezse istemezler mi?” demiş!
Katliamlar, mübadeleler, sürgünlerle bir grubu az olmaya mahkum eden çoğunluk, karşı taraftan kendi kimliğini unutup ‘çoğa’ karışmasını bekliyor. Bu asimilasyon ‘şartı’ aslında artık öldü veya modası geçti denilen ulus devlet yapısının hala diri olduğunu göstermiyor mu?
Kesinlikle gösteriyor. Ulus devletin yani tekil kimliğin istikrarın garantisi olduğu anlayışının altın çağı elbette 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başıydı. Ama gene de özellikle Türkiye ya da Yunanistan gibi sert tekil kimlik üzerine inşa edilmiş ulus devletlerde azınlıkların tehdit olarak algılanması devam ediyor. Bu azınlıkların çoğa karışmalarından çok sessiz olmaları amaçlanıyor. Yani ulus devletin önünde daha uzun bir yol var.
‘ Şiddet keskinleştiriyor’
Kürt milliyetçiliği gitgide radikalleşiyor mu?
Türk milliyetçiliğinin varolabilmek için ve güçlü kılmak için Kürt milliyetçiliğine ihtiyacı vardır. Nasıl yüz yıl önce Türk milliyetçiliği Yunan, Ermeni, Arap milliyetçiliklerine tepki olarak doğdu ve sertleştiyse, Kürt milliyetçiliği de Türk milliyetçiliğine tepki olarak doğdu ve sertleşiyor. Sertleşirken de Türk milliyetçiliğine benzer söylemler ve davranışlar üretiyor. Bunun başında elbette şiddet var. Şiddeti doğuran şiddet iki milliyetçiliğin de keskinleşmesine yol açıyor.