Kitle medyası, günümüzde toplumları bilgi bombardımanına tutan özelliğiyle başta medya alanındaki araştırmalar olmak üzere, pek çok tartışmanın konusu olmuştur. Özellikle küreselleşme çağında kitle medyasının gerek ulusal gerekse uluslararası siyasette belirleyici bir etken olmaya başlaması ve medya organlarının mülkiyetinin büyük sermaye gruplarının eline geçmesi, tartışmaların eksenini oluşturur. Kitle medyasının, zaman zaman halkta açık bir rahatsızlık uyandıracak şekilde bazı iktidar odaklarının lehine kampanyalar yürütmesi, tartışmayı daha da önemli hale getirir. Tartışmanın temeli şudur: Kitle medyasının mülkiyet yapısı, iktidar yapılarıyla yakınlığı vs. düşünüldüğünde, objektif bir yayıncılık yapmasını beklemek gerçekçi midir? Medyanın işleyişini açıklamaya dönük olarak iki başat yaklaşımdan söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, liberal yaklaşımdır. Liberal yaklaşım, bu beklentinin gerçekçi olduğunu savunur. Kitle medyası, her ne kadar mülkiyet bakımından büyük sermaye gruplarının elinde olsa da, okuyucu/izleyici kitlesine karşı taşıdığı sorumluluk ve medya profesyonellerinin mesleki değerleri onu sapmalardan ve tarafgir bir yayıncılıktan koruyacaktır.
Diğer yaklaşım ise, medyanın radikal eleştirisidir. Radikal eleştirinin öncülüğünü, Edward S. Herman ve Noam Chomsky yapmışlardır. Kitle medyasının radikal eleştirisinde başyapıt olarak kabul edilen eser ise, iki entelektüelin “Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği” adlı kitaplarıdır.[[dipnot1]] Herman ve Chomsky’nin tezleri şudur: Medya çağımızda devlet iktidarının ve seçkinlerin ihtiyaçlarını karşılayan bir propaganda modeli olarak işlev görür. Gerçekliğin çarpıtılmış bir algısının sunulması, belli gerçekler gizlenirken bazılarının öne çıkartılması, seçkinlerin gündeminin toplumun gündemi haline getirilmesi ve seçkinlerin politika hedefleri doğrultusunda toplumun siyasi kampanyalarla yönlendirilmesi bu ihtiyaçlar arasındadır.
Demokratik ülkelerde medyanın bir propaganda aracı olduğunu görmek resmi sansürün bulunduğu ülkelere göre daha zordur. Bu tür ülkelerde medyanın sistemi ve kurumları dönemsel olarak eleştirmesi, zaman zaman çeşitli medya organlarının oldukça farklı görüşleri savunması medyanın propaganda aracı olma rolünü gizler ve bu rolü daha inandırıcı şekilde yerine getirmesini sağlar.
Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın “Rızanın İmalatı” kitabında yanıtı bulmaya çalıştıkları soruyu şöyle formüle edebiliriz: Medya nasıl oluyor da resmi bir sansür olmadan seçkinlerin ve iktidar sahiplerinin çıkarlarına düzenli bir şekilde hizmet edebiliyor?
Sorunun yanıtı medyanın yapısal bir analizine girilerek verilir. Medya bazı yapısal “süzgeçlere” sahiptir. Haberler, yorumlar vs. bu yapısal süzgeçlerden geçtikten sonra zaten zararlı malzemeden büyük ölçüde arındırılmış olacak ve seçkinlerin gündemi ve çıkarlarıyla örtüşecektir. Yapısal süzgeçler neyin haber değeri taşıyıp taşımadığını, verilen haberlerin ve yapılan yorumların hangi öncüller üzerine temelleneceğini belirler. Bu yanıt gazetecilerin, köşe yazarlarının, muhabirlerin ve diğer medya profesyonellerinin sistemin bilinçli ajanları olup olmadıkları sorusunu geçersiz kılar. Aslında bu insanların çoğu mesleki değerlere önem veren ve gerçekten objektif gazetecilik yaptığına inanan insanlardır. Ama süzgeçler öyle bir şekilde işler ki, büyük bir tarafgirlik taşıyan tutumlar gazetecilerin neredeyse otomatik reflekslerine dönüşmüştür.
Bu yapısal süzgeçler şunlardır:
- medya şirketlerinin büyüklüğü, tekelci yapısı ve kâr yönelimli olması;
- kitle medyasının temel gelir kaynağının reklamlar olması;
- kitle medyasının haber kaynaklarının çoğunlukla iktidar yapıları ve bu iktidar yapılarına hizmet eden “uzmanlar” olması
- medyayı disiplin altına alan bir araç olarak “tepki üretimi” ve
- ulusal bir din ve denetim aracı olarak söz konusu ülkede dönemsel olarak öne çıkan ideoloji.
Noam Chomsky ve Edward Herman süzgeçlerden oluşan bu yapısal analizi “Propaganda Modeli” olarak adlandırırlar. Elbette bu modelin bazı olgusal verilerle desteklenerek ortaya konması yeterli değildir. Medyanın, somut bazı olaylar temel alınarak gerçekten bir propaganda aracı gibi işleyip işlemediği de gösterilmelidir.
PROPAGANDA MODELİ
1) Medya şirketlerinin büyüklüğü, tekelci yapısı ve kâr yönelimli olması.
Günümüzde, geniş kitlelere ulaşabilen bir medya organına sahip olmak büyük çaplı bir yatırım gerektirir. Dolayısıyla çağımızda ancak büyük şirketler veya sermaye grupları kitle medyası alanında boy gösterebilirler. Kitle medyası alanında yatırım ve işletme maliyetlerinin nasıl arttığını ve bunun koskoca bir işçi sınıfı basınını nasıl ortadan kaldırdığını 19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere ve Birleşik Devletler’de izlemek ilginçtir. 1837’de kâr edebilecek bir ulusal haftalık gazete çıkarmanın maliyeti İngiltere’de 1.000 sterlin’in altındadır. Oysa 1867’de bir günlük gazetenin kuruluş maliyeti 50.000 sterline ulaşır. 1918’de İngiltere’de başka bir gazeteyi (Sunday Express) çıkarmak için 2 milyon sterlinden fazla para harcanır. Daha önceleri canlı bir işçi sınıfı basınının olduğu İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısında bu radikal basının ortadan kalktığına tanık oluruz. Günümüzde ise herhangi bir kitle medyası organının kuruluş maliyetleri çok daha yüksektir.
Kitle medyasının yapılanması piramide benzer. Piramidin üst katlarında yer alan az sayıdaki holding medya organlarının büyük bölümüne sahiptir. Türkiye’de Doğan medya grubu ve diğer medya şirketleri buna iyi bir örnek oluşturur. Az sayıdaki bu medya grupları ve haber ajansları haber imalatında da bir tekel oluştururlar. Gazetelerin, dergilerin, TV kanallarının önemli bir bölümüne sahip olan medya devleri haber gündemini belirler. Daha küçük ve yerel ölçekteki medya birimleri, ulusal ve uluslararası haberler açısından bu büyük medya gruplarına bağımlıdırlar. Özellikle az sayıdaki haber ajansı karşısında medyanın geri kalan bölümü neredeyse tamamen bağımlı konumdadır. Dünyada dolaşıma giren haberlerin yüzde 80’ini uluslararası düzeydeki Batılı dört haber ajansı üretmektedir. Bunlar, Associated Press (AP), United Press International (UPI), Reuters ve Agence-France-Presse’tir (AFP). Türkiye’de ise görsel medyada Doğan Haber Ajansı (DHA), İhlas Haber Ajansı (İHA), Cihan Haber Ajansı (CİHA), basılı medyada Anadolu Ajansı (AA) ve kısmen ANKA birincil haber kaynakları olarak işlev görürler ve sözde medya organlarının işleyeceği “ham” haber malzemesini sağlarlar.
Türkiye’de medyanın mülkiyetiyle ilgili çalışmalar medya holdingleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler verir.[[dipnot2]] Söz konusu medya holdingleri, pek çok medya türüne sahip oldukları gibi, medya alanı dışında da önemli yatırımlara sahiptirler[[dipnot3]].
Doğan Grubu
Gazeteler: Hürriyet, Milliyet, Posta, Radikal, Gözcü, Finansal Forum, Turkish Daily News ve Fanatik.
Televizyon: Kanal D, CNN Türk, Euro D.
Dergiler: Doğan Burda Rizzoli Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A. Ş. Adı altında çıkan dergiler: Pc Net, Art Decor, Auto Show, Blue Jean, Tempo, Burda, Focus, Ekonomist, Hata Sonu vs. olmak üzere 20’nin üzerinde dergi. Bu gazete ve dergilerin dağıtımı yine Doğan grubuna ait olan Yay-sat tarafından yapılmaktadır.
Kitap yayıncılığı ve müzik: Doğan Kitap (DK), Doğan Egmont Yayıncılık, Dogan Music Company. Radyo: Radyo D, Radyo Foreks, Hür FM, (Doğan Radyolar Grubu)
Haber Ajansı: Doğan Haber Ajansı (DHA)
Matbaacılık: Doğan Ofset, Doğan Matbaacılık
Sinema: ANS film
(Çok yakında Doğan-Egmont Yayıncılık ortaklığı, Doğan Kitap’ın önemli sayıda hissesini satın aldı. Böylece yabancı sermayeli bir kuruluş olan Egmont, ilk kez büyük bir yayınevine ortak olmuş oldu.)
Doğan medya grubu ayrıca medya-dışında şu sektörlerde faaliyet gösteriyordu veya halen göstermektedir:
Bankacılık (Fortis tarafından satın alınan Dışbank Doğan grubuna aitti.) Tekstil (Coats İplik Sanayi) Ticaret (Hür İthalat), Sigortacılık (Ray Sigortacılık, Ticaret Sigorta) Turizm (Pen Turizm), Otomotiv (Anadolu Otomativ), Enerji (Zigana Elektrik, ISEDAŞ, POAŞ [İş Bankası ile ortak])
Çukurova Grubu
Gazeteler: Akşam, Güneş, Tercüman
Televizyon: Show TV, Sky Türk, Digitürk Radyo: Alem FM, Show Radyo
Telekomünikasyon ve internet: Türkcell, Superonline
Çukurova grubu esas olarak medya dışı bir gruptur ve sonradan medya alanına girmiştir. Bu bakımdan, medya dışında pek çok yatırıma sahiptir ve şu sektörlerde faaliyet göstermektedir: İnşaat (Baytur İnşaat Taahhüt A.Ş.), Sanayi (Auer İmalat, BMC, Çukurova Çelik, Çukurova Sanayi İşletmeleri vs.) İletişim (Türkcell), Bankacılık (Yapı Kredi Bankası, Ocak 2005’te Koç grubu-İtalyan Unicredito’ya satıldı. Bankayla birlikte Yapı Kredi Yayıncılık’ın mülkiyeti Koç grubuna geçti.), Sigortacılık (Genel Yaşam Sigorta, Halk Sigorta), Turizm (Dersaadet Turistik İşletmeleri) ve diğer sektörler.
Bilgin-Ciner Grubu
Gazeteler: Sabah, Takvim, Yeni Asır
Televizyon: ATV
Dergiler: 1 Numara-Hearst Yayıncılık A.Ş.
Radyo: Kiss FM, Radio Sport
Kitap Yayıncılığı: Sabah Kitapçılık
Doğuş Grubu
Televizyon: NTV, CNBC-e,
Dergiler: NTV Mag
Radyo: NTV Radyo İnternet: NTVMSNBC
Doğuş grubu da medya dışındaki sektörlerde büyümüş ve sonradan medya alanına girmiştir. Faaliyet gösterdiği diğer sektörler şunlardır: İnşaat (Doğuş İnşaat), Bankacılık (Garanti Bankası), Turizm, Ticaret, Sigortacılık (Garanti Sigorta, Doğuş Sigorta) Otomotiv (Önemli markaların Türkiye distribütörlüğü), Gıda (Filiz Gıda Sanayi A.Ş., Tansaş), Turizm (Hyatt Regency, Antalya Sheraton vs.)
İhlas Grubu
Gazeteler: Türkiye Gazetesi,
Televizyon: TGRT
Dergiler: PC World, Computer World, Game Pro. Hanımeli, İhlas Otosport vs.
Haber Ajansı: İhlas Haber Ajansı (İHA)
İnternet: İhlas.net
(Temmuz 2006’da TGRT’nin, çoğu İhlas Holding’e ait olan yüzde 51 hissesi dünya medya imparatoru Murdoch’un “News Corporation” şirketinin Ahmet Ertegün’le kurduğu ortaklık tarafından satın alındı. TGRT’nin bundan böyle daha eğlence merkezli bir yayın yapacağı belirtildi.)
İhlas grubunun medya dışında faaliyet gösterdiği sektörler şunlardır: Enerji (Bursa Yalova Enerji Dağıtım Ltd. Şirketi), Ticaret (İhlas Dış Ticaret), Gıda (İhlas Gıda), Sağlık (International Hospital, Türkiye Hastanesi vs.) Pazarlama (İhlas Ev Aletleri, İhlas Pazarlama) ve diğer sektörler.
Ayrıca yine İslami kesimde Fethullahcılara yakın duran Feza Yayıncılık bünyesinde çıkan Zaman Gazetesi ve AKP’ye yakın olan Albayraklar grubunun sahibi olduğu Yeni Şafak Gazetesi ve Kanal 7 geniş bir kesime ulaşan medya birimleridir.
Medya şirketleri, profesyonel yöneticiler tarafından yönetilir ve hisse senetleri çoğunlukla borsada işlem görür. Dolayısıyla medya şirketlerinin her şeyden önce “kâr odaklı” bir tutum içine girmesi doğaldır. Statükonun korunmasında birinci derecede çıkarları vardır. Medya organlarının piyasayla bütünleşmesi onları çeşitli saldırılara açık hale getirir. Güçlü çıkar odaklarını rahatsız etmeleri, hisse senetlerine hızla değer kaybettirilmesi gibi bazı şantajlarla karşı karşıya kalmalarına yol açabilir. Medyanın giderek kârlı bir alana dönüşmesi ve hisse senetlerinin borsada işlem görmesi, medya alanı dışındaki büyük holdinglerin medya kuruluşlarının bazılarını ele geçirmesine yol açar. Örneğin ABD’de NBC televizyonu General Electric tarafından satın alınmıştır ve GE silah sanayi ile nükleer enerji sanayisinde önemli bir paya sahiptir. Medyanın giderek piyasa ile bütünleşmesi medya organlarını devlet, hükümet, askeriye ve reklam veren kuruluşlar karşısında “maceracı” tutumlar almamaya özen göstermeye zorlar.
Yukarıda medya gruplarıyla ilgili verilerde de açıkça görülebileceği gibi, Türkiye’de büyük medya kuruluşlarının medya dışında pek çok sektörde önemli yatırımlara sahip olması, medyanın çoktan sistemle bütünleşmiş olduğunun en açık kanıtıdır. Büyük medya grubu sahiplerinin devlet ihalelerine girdiği, bankalara sahip olduğu, bazılarının bankalarının ve bazı medya birimlerinin elinden alınıp Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredildiği, çeşitli dönemlerde siyasi iktidarlardan açık şekilde destek gördüğü artık herkese tarafından bilinen sıradan olgulardır.
Türkiye’de medya alanında faaliyet göstermek, birden çok sektörde faaliyet gösteren büyük holdinglere çeşitli avantajlar sağlar. Bu avantajlar şu şekilde özetlenebilir:
- Medya-dışı sektörlerdeki yatırımların ve sermayenin güvenceye alınması.
- Çeşitli kampanyalar vs. sayesinde hükümetler üzerinde güçlü bir kamuoyu baskısı yaratacak imkanlara sahip olmak.
- Özelleştirme ve kamu ihalelerini kazanmak için avantajlı bir konuma sahip olmak
- Uygun koşullu krediler alabilmek için avantajlı bir konuma sahip olmak
- Ürünlerini satmak için reklam parası ödemek yerine, sahip olduğu medya kuruluşları aracılığıyla doğrudan ürünlerinin reklamını yapabilmek.
Medya holdingleri, siyasi iktidar ve devlet nezdinde nüfuzunu arttırmaya çalışırken, hükümetlerin ve devletin, medyanın işleyişini yakından ilgilendiren bazı denetim araçları vardır. Örneğin, radyo ve TV istasyonları hükümetten çalışma izni ve ruhsatı almak zorundadır. Türkiye’de RTÜK’ün TV kanallarına yönelik olarak izlediği koruyucu/dışlayıcı politika, hükümetin/devletin yayıncılık alanındaki yasal işleyişi denetleyen bir güç olarak medya karşısında oynadığı caydırıcı role bir örnek oluşturur. Ayrıca hükümetlerin ve devlet birimlerinin varolan zenginliği dağıtma ve yeni zenginlik kanalları oluşturma olanakları vardır. Medya holdinglerinin yatırım yaptığı bankacılık, enerji gibi alanlarda, özelleştirme ve kamu ihalelerinde izlenen resmi politikalar, bu holdingleri hükümete/devlete bağımlı hale getirir. Hükümet ayrıca medya şirketlerinin kârlılığını etkileyen faiz oranları, firma vergileri ve işçi-işveren politikaları yoluyla da caydırıcı bir gücü elinde tutar.
Bu veriler, Türkiye’de medya gruplarının sistemle fazlasıyla bütünleştiğini ortaya koyar. Bu durumda haberlerin geçeceği birinci süzgeç, bu bütünleşmenin yarattığı ortak çıkarlar olacaktır. Kitle medyası, sistemi, iktidar yapılarını ve askeriyeyi temel bir şekilde sorgulayacak yayınlar yapmaktan kaçınacaktır. İzleyeceği yayıncılık politikası, her şeyden önce sistemin istikrarını gözetecektir.
2) Medyanın iş yapma ruhsatı olarak reklamlar
Gazeteler, TV’ler ve diğer kitle medyası organları esas olarak reklam gelirleriyle yaşar. Örneğin Türkiye’de TV’lerin toplam gelirleri içinde reklam gelirlerinin oranı yaklaşık yüzde 95’tir [[dipnot4]]. Kitle medyası, görünüşte okuyucu/izleyicinin satın aldığı bir tüketim nesnesidir. Gerçekte ise, okuyucu/izleyicilerin (malın), reklam veren büyük şirketlere (satın alıcılara) satıldığı bir pazar veya piyasadır. Reklam veren kuruluşlar, kitle medyasına ödedikleri reklam paralarıyla, ürünlerini tüketecek toplumsal kesimlere erişimi satın almış olurlar. Reklamların, pratikte kitle medyasının onsuz ayakta kalamayacağı bir “iş yapma ruhsatı” olması, medyayı pek çok açıdan etkiler.
Öncelikle, reklamlar hangi medya kuruluşunun ayakta kalacağını belirleyecek kadar önemlidir. Örneğin, 19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de gazetelerin yaygın şekilde reklam almaya başlaması, medya yapısını önemli ölçüde şekillendirmişti. Reklamcılığın medya piyasasında etkili olmaya başlaması, reklam çeken gazetelerin satış fiyatlarını nüsha maliyetinin çok altına çekilebilmesini sağlamıştı. Bu durum, yeterince reklam alamayan gazeteleri, yani işçi sınıfı basınını zor durumda bırakmıştı. İşçi sınıfı basının reklam alamaması, öncelikle okuyucularının tüketim düzeyinin düşük olmasıyla ilgili bir sorundu. Reklam alamayan gazetelerin fiyatları yüksek kaldı, böylece satışları düştü ve satışları yeniden yükseltebilecek çekici özellikler edinebilmeleri, ellerindeki sermaye birikiminin azalmasıyla zorlaştı. Dolayısıyla, hangi gazetenin tercih edileceğine artık nihai tüketici olarak okur değil, reklam veren kuruluşlar karar vermeye başladılar. Sonuç olarak, İngiltere’de 1960’lı yıllarda toplam tirajları 9,3 milyon olan üç büyük sosyal-demokrat gazete (Daily Herald, News Chronicle ve Sunday Citizen) ya battı veya sisteme asimile olmaya zorlandı.
Medyanın iş yapma ruhsatı olarak reklam, ana-akım medya içinde ise büyük bir rekabete yol açar ve bu rekabet genellikle tekelleşmeyle sonuçlanır. Satış rakamlarını ve reklam pastasından aldığı payı arttıran medya organı, rakipleri karşısında saldırgan bir promosyon kampanyası başlatır ve karşı tarafı, azalmakta olan geliriyle başa çıkamayacağı ek masraflar yapmaya zorlar. Bu sürecin bir yerinde, bazı medya organları piyasadan silinirler.
Kitle medyasının ancak reklam gelirleriyle yaşayabilmesi, reklam veren büyük şirketleri medyanın “patronları”na dönüştürür. Örneğin TV’lerde büyük şirketler ya program aralarına konan reklamlar için para öderler veya doğrudan bazı programların sponsorluğunu üstlenirler. Bu durum, TV programcılığının niteliğini ciddi şekilde etkiler.
Daha somut olmak açısından, ABD’de reyting ölçümlerine göre yüzde 1’lik bir seyirci kaybı, TV şebekelerinin reklam gelirinde yılda 80-100 milyon dolarlık bir gerilemeye yol açmaktadır. Reklam veren kuruluşların ilgilendiği seyircinin sayısı olduğu kadar tüketim düzeyidir. Dolayısıyla TV’ler her ne kadar geniş kitlelere ulaşsalar da, programlarının orta ve üst sınıflara hitap ettiğini reklam veren kuruluşlara kanıtlamak zorundadırlar. Bu nedenle, emekçi kesimlerin sorunlarının dile getirildiği bir programcılık baştan reklam gelirlerinin kaybı demek olacaktır.
Bu durum, kitle medyasına içkin olan bir özelliği, politik ayrımcılığı beraberinde getirir. Reklam veren kuruluşlar, kendi çıkarlarının altını oyacak yayınlar yapan muhalif medya birimlerine reklam vermeyecektir.
Ama benzer bir durum ana-akım medya için de geçerlidir. Medyada politik bir çeşitlilik içeren tartışma programlarının, araştırmacı gazetecilik programlarının vs. azalmasının başlıca nedenlerinden birisi, reklam veren büyük holdinglerin sistemi eleştiren bir yayıncılığa soğuk bakması ve reklam verdiği mecraları değiştirmesidir. Reklam sürelerinin giderek artması ve halkın sorunlarını işleyen programların neredeyse yok denecek kadar azalması, medya organlarının daha fazla reklam geliri elde etmek ve reklam çekebilmek için yaptıkları tercihleri yansıtır.
Öte yandan, reklam veren kuruluşlar rahat ve satın alma psikolojisiyle uyuşan, yani “light” bir programcılık yapan medya birimlerine reklam vermeyi veya bu tür programların sponsorluğunu yapmayı tercih ederler. Bu nedenle ciddi konuları, özellikle toplumsal ihtilafları ele alan programları desteklemekten özellikle kaçınırlar.
Belgesel-kültürel programlar ise, “zapping” yapan izleyicileri kaçırmamak için uğraşan TV’ler açısından cazip değildir ve bu tür bir programcılık giderek marjinalleşir.
Bu nedenlerle, “iş yapma ruhsatı” olarak reklamlar, kitle medyasının yayıncılık politikasını belirleyen ikinci süzgeçtir.
3) Haber Kaynakları ve Uzmanlar
Kitle medyasının belli bir haber akışını önceden güvenceye alma zorunluluğu vardır. Bunun yanı sıra her yerde muhabir veya kameraman bulunduramaz. Dolayısıyla kendisine düzenli olarak haber akışı sağlayacak kaynaklara ihtiyaç duyar. Kendi kısıtlı mali kaynaklarını ve muhabir sayısını ise bu düzenli haber akışını güvenceye alacak şekilde konuşlandırır. Bu durum, kitle medyası ile ona düzenli olarak haber sağlayan dev “haber bürokrasileri” arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisinin doğmasına yol açar. Dünyanın pek çok yerinde kitle medyası haber ihtiyacını karşılamak için hükümetlerin düzenli basın açıklamalarında, önemli bakanlıklarda, üst düzey askeri kurumlarda, iş dünyasının çatı örgütlerinde vs. muhabir bulundurur. Türkiye’de kitle medyasının başlıca haber kaynakları, Bakanlar Kurulu toplantılarının ardından Hükümet sözcüsünün basın toplantısı, İçişleri veya Ekonomi gibi önemli bakanların basın toplantıları veya basın bildirileri, MGK toplantılarının ardından yapılan basın açıklaması, Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan basın açıklamaları, Emniyet Müdürlüğü’nün basın toplantıları, Türkiye’yi ziyaret eden ABD, AB, IMF, Dünya Bankası yetkililerinin basınla yaptığı görüşmeler, TÜSİAD, TOBB, Ankara Ticaret Odası gibi iş dünyası örgütlerinin basın toplantıları vs. olarak sıralanabilir.
Resmi kurumların veya iş dünyasının çatı örgütlerinin “haber bürokrasileri”, halkla ilişkiler örgütleri olarak çalışırlar. Çalışmalarını kitle medyasının ihtiyaçlarına göre düzenlerler. Örneğin, basın toplantıları için mekanları onlar temin ederler, basın açıklamalarının metinlerini önceden dağıtırlar, medyanın hemen alıp kullanabileceği şekilde düzenlenmiş haber bültenleri hazırlarlar, açıklanacak araştırma raporlarını önceden medyaya iletirler vs.
Kitle medyası açısından hükümet, devlet kurumları, askeriye, iş dünyası örgütleri, meslek birlikleri vs. güvenilir, objektif haber kaynaklarıdır. Yerel ölçekte ise herhangi bir olay meydana geldiğinde, kitle medyasının o ilin veya ilçenin valisi, kaymakamı veya emniyet müdürüyle bağlantı kurması bir tesadüf değildir.
Kitle medyası, sistemin kurumlarıyla iç içe geçen çıkarlara sahip olduğundan “objektif habercilik” imajını sürdürmek ister. Taraflı olduğu şeklinde bir görüntüden kaçınmayı ve sistemin kurumlarından gelebilecek baskı ve tehditleri en aza indirmeyi sağlamak için en emin yol, haber kaynakları olarak “haber bürokrasilerinin” tercih edilmesidir. Bu tercihin, ekonomik açıdan daha verimli olmak gibi bir boyutu da vardır. Dolayısıyla kitle medyası, hükümetin, resmi kurumların, askeriyenin vs. ilettiği haberleri doğru olarak kabul eder ve çoğu zaman onları sorgulamadan olduğu gibi yayımlar. Buna karşın, yerel halktan, muhalif kesimlerden gelen haberler kuşkuyla karşılanır. Hem bu tür haberleri doğrulatmak daha pahalı bir iştir. Hem de sistemin sorgulanmasına yol açarak, kitle medyasının çeşitli tehditlerle yüz yüze kalmasına neden olabilir.
Bu tehditler, medyanın bağımlı bir ilişki içinde olduğu haber kaynaklarından da gelebilir. Kitle medyası düzenli bir haber akışı sağladığı haber kaynaklarını gücendirmek istemez. Aksi halde “haber bürokrasileri” medyayı haber akışından mahrum bırakabilir.
Resmi kurumların “haber bürokrasilerinin” medyayı yönlendirebilmek üzere içine girdiği halka ilişkiler çalışması dev boyutlardadır. Medyayı yönlendirmenin, onu habere ve olgulara boğmak olduğunu keşfeden resmi kurumlar veya büyük şirketler bu alana muazzam kaynaklar ayırırlar. Amerikan Hava Kuvvetleri’nin medyayla ilgili çalışmaları, resmi kurumların kitle medyasını haber bombardımanına tutmasına iyi bir örnektir. 1979 ve 80’de Amerikan Hava Kuvvetleri, toplam tirajı 690.000 olan 140 gazete çıkartıyor, tirajı 125.000 olan bir dergi yayımlıyordu. Çoğunlukla denizaşırı yayın yapan 34 radyo ve 17 TV istasyonuna sahipti. Karargah ve birimlerle ilgili 45.000, yerel düzeyde ise 615.000 basın bildirisi hazırlayıp dağıtıyordu. Haber medyası ile 6.600 söyleşi yapmış, 3.200 basın toplantısı gerçekleştirmişti.
Dev haber bürokrasileri medyanın belli gündemlere odaklanmasını, dezenformasyon yapmasını, propaganda kampanyaları yürütmesini ve belli gündemlerden uzak durmasını sağlamak için medya ile arasındaki bağımlılık ilişkisinden faydalanırlar. Kitle medyasına sürekli olarak belli bir propaganda kampanyasına dönük enformasyon gönderirler. Bu konuda Türkiye’nin yakın tarihinden pek çok örnek rahatlıkla bulunabilir. Örneğin, Terörle Mücadele Yasa (TMY) tasarısının gündeme gelmesi, önce Emniyet ve diğer güvenlik güçleri yetkililerinin “terörle mücadele konusunda yasaların ellerini kollarını bağladığı” şeklindeki açıklamalarıyla gündeme gelmişti. Bu konu bir süre medyada işlendi. Ardından Mart 2006 sonunda patlayan Diyarbakır olayları sırasında medya yerel muhabirlerin geçtiği haberlerden çok resmi kaynakların sağladığı “bilgilere” dayanmayı tercih etti. Resmi kaynakların sağladığı bilgiler ise, olayları “terörist bir kalkışma”, “PKK’nın çıkardığı bir ayaklanma” vs. olarak yansıtıyordu. Medyada Diyarbakır olaylarının bu şekilde işlenmesinin ardından, TMY’nin gerekliliği ve yasalaşması için toplumun geniş kesimleri ikna edilmişti.
Uzman Arzı:
Devlet kurumlarının ve iş dünyası örgütlerinin medyayı denetleme ve yönlendirme çabası, sadece belirli dönemlerde yoğunlaştırılmış bir “bilgi akışıyla” sınırlı kalmaz. Sistemin toplum tabanı üzerindeki hegemonyası zayıflamaya veya muhalif güçler resmi propagandayı etkisizleştiren nitelikli aydınlar üretmeye başladığında, sistem “uzmanlar” sağlamaya başlar. Medyaya bolca çıkıp pek çok konuda resmi propaganda çizgisini savunan bu uzmanlar, çoğunlukla akademisyenler veya emekli askerler, istihbarat uzmanları vs.’dir. Akademisyenlerin kafalanması şu üç şekilde gerçekleşir: Resmi veya sivil kuruluşlara “danışman” olarak işe alınırlar. Araştırmaları, resmi kurumlar veya büyük şirketler tarafından finanse edilir. Ya da yine resmi kurumlar veya büyük şirketlerin kurdukları düşünce kuruluşlarında çalışma imkanı tanınır.
ABD’de çoğunlukla muhafazakâr olan düşünce kuruluşlarının oluşması, Vietnam Sendromu dolayısıyla sistemin toplum tabanında sorgulanmaya başlandığı 1970’li yıllara rastlar. Bu kuruluşlar, büyük şirketler tarafından finanse edilir ve Pentagon, Dışişleri Bakanlığı, CIA ile düzenli personel alış verişi içine girer.
Türkiye’de özellikle 90’lı yıllardan itibaren Kürt sorunu, ekonomi ve IMF ile ilişkiler, hukuk ve Anayasa tartışmaları, AB ile ilişkiler, laiklik tartışmaları, dış politika vs. konularda TV’lerde açık oturumlar gibi programlar yapıldığına tanık olduk. Bu programlara genellikle akademisyenler ve diğer “uzmanlar” çıktı. Zaman zaman muhalif kimlikli kişilerin de konuk olarak çağrılmasına karşın, yapılan tartışmalarda resmi çizginin dışına çıkılmamasına özen gösterildi. Sistem en fazla içeriden reform yapılmasının gerekliliği çerçevesinde eleştirildi. Hatta siyasi açıdan sertleşen konjonktürlerde, reform yanlısı kişilere bile TV ekranlarının kapatıldığına tanık olduk. Ekonomi alanında yaşanan “uzman” patlaması işe şaşırtıcıydı. Türkiye’nin yakın tarihte art arda büyük ekonomik krizler yaşamasına karşın, Eko-diyalog programına veya sabahları yayımlanan ekonomi programlarına baktığımızda, Türkiye’nin yaşadığı krizlerde IMF’nin rolünün hemen hiç sorgulanmadığını görürüz. Tartışmaların ve yorumların çerçevesi, IMF programlarının ihtiyaçlarıyla baştan belirlenmiştir. Örneğin, “kamu tasarruf yapmak zorundadır”; “enflasyon tek haneye düşürülmelidir”; “sağlık harcamaları kısılmalıdır”; “dalgalı kur sistemi olası krizlere karşı bir sigortadır”; “sıcak paranın Türkiye’ye akışı mutlaka garanti altına alınmalıdır.” Son yıllarda, uluslararası ilişkiler, Kürt sorunu, Ermeni Sorunu vs. çerçevesinde devlet tarafından finanse edildiği bilinen düşünce kuruluşlarının ortaya çıkmaya başladığına da tanık oluyoruz. Örneğin Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) TV’lerde sık sok boy gösteren uzmanlarıyla bunlardan en önemlisi.
4) Tepki Üreticileri:
Kitle medyası sistemin temel öncülleri içinde kalarak çeşitli eleştiriler yapsa dahi, zaman zaman adına “tepki üreticileri” denen kurumların veya bireylerin tehditleriyle karşılaşır. Tepki üreticilerinin amacı, kitle medyasının resmi propaganda çizgisinden olası sapmalarını önlemek, sistem-içi eleştirilerin önüne geçmek ve resmi propaganda çizgisinin tam bir şevkle desteklenmesini sağlamaktır.
McCarthy döneminde, pek çok reklam veren kuruluşun ve radyo-televizyon istasyonunun ürünlerin kitlesel boykotlara maruz kalacağı tehdidiyle susturulması ve çalışanlarını ihbar etmeye zorlanması, “tepki üretimi”ne bir örnek oluşturur. Reklam veren büyük şirketler sponsorluk yaptıkları programların tepkilere neden olmasından çekinir ve bu yüzden TV kanalları üzerinde sürekli bir “uygun programcılık” yapılması baskısı oluştururlar. Böylece sponsorluktan çekilme tehditleriyle birer tepki üreticisi olurlar.
Tepki üreticileri, medyanın bir konuda yaptığı eleştiride aşırıya kaçtığını öne süren hükümetler veya başbakanlardan, doğrudan medyayı denetleyen RTÜK gibi devlet kurumlarına ve “bağımsız” düşünce kuruluşlarına kadar geniş bir yelpazeye uzanabilir.
1970’li ve 80’li yıllarda ABD’de büyük şirketlerin, işleri medyayı izlemek, denetlemek ve resmi propaganda çizgisine yeterince sahip çıkmadığında kamuoyu önünde eleştirmek olan düşünce kuruluşlarını desteklemesi ilginçtir. Bunlardan bazılarının işlevleri şunlardır: Amerikan Hukuk Vakfı (American Legal Foundation) medyada haksız eleştirilere uğrayan “medya kurbanları”nın iftira davası açmasına yardımcı olur. Medya Enstitüsü (Media Institute), iş dünyasının medyada doğru bir şekilde resmedilmediği tezini işleyerek medyayı caydırıcı bir rol üstlenir. Medya ve Kamu İşleri Merkezi (Center for Media and Public Affairs) medyada iş dünyası karşıtı “liberal” eğilimlerin peşine düşer. Medyada Doğruluk (Accuracy in Media) petrol şirketleri ve başka pek çok şirket tarafından finanse edilen etkin bir tepki üreticisidir. Dış politikada katı bir sağ kanat propaganda çizgisi izlemesi için medyaya baskı yapar. Özgürlük Evi (Freedom House) El Salvador gibi ABD güdümündeki ülkelerin medya tarafından sorgulanmasının “aşırıya kaçtığı” durumlarda devreye girer. Vietnam Savaşı sırasında temel öncüller itibariyle Amerikan politikasını savunan “liberal” medyayı, geçtiği haberlerle “halkın moralini bozmak” ve “savaşın kaybedilmesine yol açmak”la suçlamıştır.
Tepki üreticileri propaganda çizgisine tam bir bağlılıkla hizmet edilmesi için baskı yaparken, kitle medyası bu eleştirileri saygıyla karşılar; hatta onlara yer verir.
Türkiye’de “tepki üretimi”nin daha kaba mekanizmalarla yürüdüğü söylenebilir. Örneğin 90’lı yılların başında PKK lideri Abdullah Öcalan’la röportaj yapan M. Ali Birand ve 93’te Özal ile Öcalan arasında ateşkesin uzatılması konusunda gizli mesaj alışverişine katıldığı öne sürülen Cengiz Çandar’ın, Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan bir andıçla çalıştıkları gazetelerden atılmaları sağlanmış ve pasifize edilmişlerdi. Nisan 98’de, 28 Şubat postmodern darbesi döneminde, Şemdin Sakık’ın iki gazeteciyi suçlayan sözde ifadeleri kitle medyasına sızdırılmıştı ve ertesi gün Kanal D’de, Hürriyet ve Sabah gazetelerinde Birand ve Çandar, PKK’dan para alan gazeteciler olmakla suçlanmıştı.
Türkiye’de kitle medyasının rutin işleyişi sırasında, medya organlarının ve gazetecilerin yeterince vatansever olmadıkları, “terörle mücadele”yi zaafa uğratan haberler yaptıkları veya yazılar yazdıkları gerekçesiyle sık sık taciz edildiği bilinen bir gerçektir. Taciz eden ve sindirmeye çalışan “tepki üreticilerinin” başında ise Emin Çölaşan gibi köşe yazarları gelmektedir.
5) Denetim Mekanizması olarak ulusal ideoloji
Chomsky ve Herman, ABD kitle medyası için son süzgecin “ulusal bir din olarak anti-komünizm” olduğunu belirtirler. Amerikan kitle medyasında “komünist” veya “komünist bağlantılı olmak” suçlamaları, liberallerin sindirilip susturulmasında önemli bir araçtır. Aynı zamanda toplumu seferber etmek üzere kullanılan bir ideolojidir. Bütün önemli sorunların, sürekli bir dost/düşman kutuplaşması çerçevesinde gerçek özünden kopartılarak ele alınmasını sağlar.
Türkiye’de kitle medyasında ulusal bir din biçimini alan ideolojinin 20 yılı aşkın bir süredir, ama özellikle 90’ların ilk yıllarından bu yana ırkçı bir milliyetçilik ve “vatanın bölünmez bütünlüğü” ideolojisi olduğu söylenebilir. Tabii sürekli olarak laik Cumhuriyet’in altını oymaya çalışan sinsi bir şeriatçı tehlikeye dikkat çeken söylem de gözardı edilmemelidir. Zaman zaman kitle medyasındaki bazı haber veya yorumların, “terör örgütüyle” paralel görüşler ileri sürdüğü veya uygunsuz olduğu gerekçesiyle suçlandığı, böylece kitle medyasının çizgiden çıkan kesimlerinin tehdit edildiği bilinen bir gerçektir. Ayrıca “vatanı bölmek isteyenlere” karşı sürekli bir seferberlik halinin yaratılmasında medya çok belirleyici bir rol oynar. Türkiye’de sisteme dönük her türlü toplumsal muhalefetin “bölücülük” içerdiği gerekçesiyle susturulması veya uygulanan baskıların, insan hakları ihlallerinin vs. yine aynı gerekçeyle meşruiyet kazanması kitle medyasının desteğiyle olabilmektedir. Medyanın giderek gerçek sorunlara ilgi göstermekten uzaklaşıp devletin düzenlediği psikolojik savaş ve askeri operasyonların bir uzantısı haline gelmesi çokça rastlanan bir durumdur. Kitle medyası, yukarıda “andıç” örneğinde belirtildiği gibi, demokratik kurum veya inisiyatiflerin açıkça hedef gösterildiği, suçlandığı vs. bir platforma dönüşebilmektedir. Medyanın asla temelden sorgulamadığı ve eleştirmediği, neredeyse istisnasız şekilde hizmet ettiği en temel ideolojik çerçeve bu milli güvenlik devleti ideolojisidir. AB reformlarının hız kazandığı dönemlerde bile Kürt sorunu bir bölücülük sorunudur ve temelde bir terör meselesi olarak ele alınır. Sorun açık ve kapsamlı bir tartışmanın konusu olmayı bir türlü başaramaz. “Teröre lanetleyenler ve onu destekleyenler” şeklindeki kutuplaşma veya “teröre karşı mücadele edenler ve vatanı bölmeye çalışanlar” şeklinde kutuplaşma vs. büyük kampanyaların zeminini hazırlayan temel öncüller olarak kitle medyasında her zaman mevcuttur.
PROPAGANDA KAMPANYALARI
Kitle medyasının süregiden normal işleyişinin yanı sıra, dönem dönem propaganda kampanyalarına sahne olduklarını gözlemleriz. Propaganda kampanyaları, genellikle hükümetin veya devlet kurumlarının, askeriyenin bazı bilgileri sızdırmasıyla veya örneğin Genelkurmay Başkanlığı’nda medyaya brifing verilmesiyle başlar ve kitle medyasının hemen bütünü tarafından benimsenerek yürütülür. Bununla birlikte, kitle medyası bazen belirli olaylar karşısında ortak tepkiler üreterek de propaganda kampanyaları üretmeye başlayabilir. Kitle medyasının propaganda kampanyalarına bu kadar çabuk adapte olarak bizzat yürütücüsü haline gelmesi, genellikle resmi kaynaklardan gelen bilgilerin her koşulda doğru kabul edilmesiyle, yani süzgeçler sisteminin işleyişiyle ilgilidir. Sistemin çıkarlarına hizmet etmesi, bu tür kampanyalara medyayı denetleyen medya şirketleri sahipleri, reklam veren kuruluşlar, tepki üreticileri ve iş dünyasının geri kalan kısmı tarafından onay verilmesini açıklar. Diğer yandan, herhangi bir medya organının verili bir propaganda kampanyasıyla çelişen olgulara yer vermesi büyük riskleri göze alması anlamına gelecektir. Hükümetten, tepki üreticilerine kadar medya üzerinde denetim gücüne sahip olan iktidar odaklarının tepkisini çekecektir.
Noam Chomsky ve Edward Herman, Amerikan medyasının hükümet politikasına uygun olarak “düşman” devletlerdeki insan hakları ihlallerine etraflıca odaklanmasını, buna karşın “dost ve müttefik” ülkelerdeki ihlalleri görmezden gelmesini propaganda kampanyasına bir örnek olarak gösterirler. Soğuk Savaş döneminde, sosyalist rejimlerin yıpratılması ve ABD’nin silahlanma harcamalarının arttırılması için hükümet tarafından izlenen “düşman” devletlerdeki insan hakları ihlallerinin teşhir edilmesi politikası, kitle medyası tarafından benimsenir. Bu ülkelerdeki insan hakları ihlalleri mağdurları, “değerli kurbanlar” olarak ele alınır ve medyada geniş yer bulurlar. Buna karşın, ABD’nin uydu devletlerine verdiği desteği meşrulaştırmak ve sürekli kılmak için, “dost” ve “müttefik” ülkelerde meydana gelen ağır insan hakları ihlalleri görmezden gelinir ve mağdurlar “değersiz kurbanlar” olarak addedilir.
Eski Yugoslavya’nın parçalanması ve milliyetçi Miloseviç rejimine boyun eğdirilmesi için NATO’nun Sırbistan’ı bombalaması, Sırp yetkililerin Kosovalı Arnavutlar’a yaptığı zulüm teşhir edilerek haklı gösterilmeye çalışılmıştır. Resmi Sırp güçlerinin Kosovalı Arnavutlar’a yaptığı baskılar, Batı medyasında geniş yer bulmuş, birçok kez “etnik temizlik” ve “soykırım” olarak adlandırılmıştır. Buna karşın, aynı dönemde Türkiye’de Kürtler’e yaygın şekilde uygulanan köylerin boşaltılarak yerinden etme politikası, çok daha kapsamlı olmasına karşın, Batı medyasında pek az yer bulmuştur. “Etnik temizlik” gibi suçlamalar ise çok nadiren dile getirilmiştir.
Türkiye’de kitle medyasının propaganda kampanyaları yürütmesine pek çok kez tanık olduk. Yakın tarihten örnekler vermek gerekirse, 2005’teki Newroz kutlamaları sırasında Mersin’de güya birkaç Kürt çocuğun Türk bayrağını yaktığı iddiası, son derece kuşkulu bir haber olmasına karşın, kitle medyası tarafından bir propaganda kampanyasının başlangıç noktasına dönüştürüldü. Haftalarca süren medya propagandasında, Kürtler’in kültürel ve siyasi kimlik taleplerinde ısrarcı olmamaları gerektiği, yoksa “sözde vatandaşlar” olarak kabul edilip baskıya ve şiddete maruz kalacakları mesajı işlendi.
Bugünlerde, İsrail’in iki askerinin kaçırılmasını gerekçe göstererek Lübnan’a saldırmasının, Türk ordusunun “teröristleri” temizlemek için Kuzey Irak’a girmesini meşrulaştıracağı resmi bir tez olarak ortaya atıldı. Kitle medyası bu tezi işlemekte ve zenginleştirmekte gecikmedi. Şimdiye dek PKK’yı ortadan kaldırmak için pek çok kez Kuzey Irak’a girilmiş ve hiçbir ciddi sonucun alınmamış olması, kitle medyasının gözünde tartışılmaya değer bir gerçeklik olarak değerini yitirdi. İzlenen savaş politikasının sonucu olarak Türkiye’nin uğradığı insani ve ekonomik kayıplar medyadaki tartışma çerçevesinin tamamen dışında kaldı. 1996 yılında gerek Kürt hareketinin, gerekse varoşlarda örgütlenen solun canlı bir katılım gösterdiği, ÖDP, EMEP gibi kitlesel bir örgütlenme potansiyeli taşıyan yasal sol partilerin binlerce kişiyle katıldığı 1 Mayıs kutlamalarında 3 gösterici güvenlik güçlerince öldürüldü. Ölümlerden sonra miting meydanı karıştı ve 3 kişinin yaşamına son verilmesi pek çok eylemle protesto edildi. Bazı göstericiler çevrede maddi hasara yol açtılar ve bazı mağazaların camlarını kırdılar. İzleyen günlerde kitle medyası, 3 göstericinin öldürülmesinden çok kısaca bahsedecekti. Buna karşın, göstericilerin “vandalizm”ini, yapıcı hiçbir şey başaramayacak kadar nefretle dolu olduklarını, dolayısıyla baskıyı hakkettiklerini göstermek için alanın çevresindeki çiçeklerin göstericiler tarafından nasıl acımasızca ezildiğini işleyecekti. 3 göstericinin provokasyon yaratmak için açıkça güvenlik güçleri tarafından öldürülmesi tamamen geri plana itildi ve kimin öldürdüğü sorusu gündeme bile gelmedi. Diğer yandan, kitle medyası, kamuoyunun göstericilere ve sol örgütlenmelerin “vandalizm”ine dönük olarak büyük bir nefret beslemesi için günlerce kırık camların ve ezilmiş çiçeklerin fotoğraflarını yayımladı.
MEDYA ANALİZİ
Noam Chomsky ve Edward Herman’ın “Rızanın İmalatı” kitabında ortaya koydukları “propaganda modeli” Türkiye’ye uygulanabilir ve kuramsal açıdan yerelleştirilip zenginleştirilebilir. Bunun yanı sıra, eğer “propaganda modeli” bir çerçeve olarak benimsenecekse, modelin – tıpkı yazarların Amerikan medyasına dönük olarak yaptıkları gibi – Türkiye’de medyanın işleyişine dönük verilerle test edilmesi ve desteklenmesi gerekir. Modelin test edilmesi için Türkiye’de kitle medyasının bazı önemli olayları işleyiş biçimine dönük olarak bir takım varsayımlarda bulunulabilir. Daha sonra belirli bir süre içinde belli başlı ana-akım medya organları taranarak bu varsayımların ne ölçüde geçerli olduğu saptanabilir. Propaganda modeli yaklaşımının doğrulanması için, kitle medyasının büyük ölçüde varsayımların öngördüğü şekilde bir yayın çizgisi izlediği gösterilmelidir. İstisnalar olacaktır; ama istisnaların resmi propaganda çizgisini sarsacak ölçüde gerçeklerin peşine düşüp düşmediğinin de ortaya konması gerekir.
Aşağıda, Mayıs 2006’da bir avukat tarafından Danıştay’a yapılan kanlı saldırı temel alınarak bir medya analizi yapılmaya çalışılmıştır. Önce resmi propaganda çizgisi ortaya konmuş, ardından iki büyük gazete temel alınarak kitle medyasının bu çizgiyi ne ölçüde sadakatle takip ettiği tartışılmıştır.
BİR ÖRNEK OLAY: DANIŞTAY SALDIRISI
17 Mayıs 2006’da gerçekleşen Danıştay saldırısı, bir süredir devam eden bir darbe sürecinin son halkasıydı. Darbe süreci, Türkiye toplumunu ve özellikle Kürt halkını baskı altına almaya çalışıyordu. AB sürecinin tıkanmaya başlamasıyla birlikte militer bürokrasinin ülke içindeki gücünü giderek arttırma ve sivil mekanizmaları etkisizleştirme çabasının doruk noktalarından birisiydi.
Danıştay saldırısı, Mart ayındaki Diyarbakır olaylarının, Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcının görevden alınmasının, Güneydoğu’ya 250 bin asker konuşlandırılmasının ve TMY tasarısının gündeme gelmesinin hemen ardından gerçekleşti.
Saldırının objektif amacı, darbe sürecinde önemli bir halkanın tamamlanmasıydı. Laik-Atatürkçü kesimler darbe sürecine kazandırılacaktı. Bunun yanı sıra, hükümet giderek zayıflama sürecine sokulacak, şeriatçı bir gizli gündeme sahip olmakla yıpratılacaktı. Sonuçta, hükümetin erken seçime zorlanması ve oylarının tek başına iktidara gelemeyecek kadar geriletilmesi amaçlanıyordu. Danıştay baskını, bu çerçevede ikinci bir 28 Şubat’ı çağrıştırdı. Bugünden bakıldığında, Danıştay baskınının aynı zamanda şu amaca hizmet ettiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz: Hükümete çok ciddi bir uyarı yapıldı ve militer bürokrasiyle özellikle Kürt sorunu çerçevesinde mutlak bir işbirliği içine girmesi sağlanmış oldu.
Saldırının hemen ardından saldırgan Av. Alparslan Arslan yakalandı. Arslan’ın, verdiği bir türban kararı dolayısıyla Danıştay 2. Daire başkan ve üyelerini hedef aldığı açıklandı. Zaten arabasında da Vakit gazetesinin 2. Daire üyelerinin fotoğraflarının yayımlandığı nüshası bulunmuştu! Böylece devlet tarafından bir propaganda kampanyası başlatıldı. Hedef, türban sorununu siyasallaştırarak saldırıya zemin hazırladığı öne sürülen hükümetti. Dolayısıyla, saldırgan İslamcı ve laik Cumhuriyet-karşıtı saiklerle baskını gerçekleştirmiş olmalıydı.
Bizi burada ilgilendiren, Türkiye’de ana-akım medyanın önde gelen iki gazetesinin – Hürriyet ve Milliyet – bu propaganda kampanyasına katılıp katılmadığıdır. Propaganda modelinin beklentisi, iki gazetenin bu kampanyayı, sorgulayıcı çok önemli verilerin ortaya çıkmış olmasına karşın, coşkuyla desteklemiş olmasıdır. Saldırıyı izleyen günlerde, propaganda kampanyasının işaret ettiğine tam tersi yönde asker bağlantılı “kızılelmacı” çete ilişkilerinin ortaya dökülmüş olmasına karşın, iki gazetedeki köşe yazıları bu verilerin üzerine giden bir tutum içine girmemiştir. Propaganda kampanyasını açıktan destekleyen yazılar dışında kalan ve bazı kuşkuları dile getiren yazılar bu çalışmada “istisnalar” olarak adlandırılmıştır. Bu “istisnalar” bile, yalnızca bazı kuşkuları dile getirmekle ve ihtimallere dikkat çekmekle yetinirler. Ortaya serilen çete bağlantılarından kolayca çıkartılabilecek sonuçları, yani saldırının büyük ihtimalle bir provokasyon olduğunu ve provokasyonun “derin devlet” tarafından düzenlenmiş olabileceğini açıkça dile getirmezler.
Gerek propaganda kampanyasını kayıtsız şartsız destekleyen, gerekse “ulusalcı bir çete”ye dair bazı kuşkuları dile getirmekle yetinen yazıların temel sorunu şudur: Olayın gerçekleştiği 17 Mayıs gününden itibaren resmi kaynaklar “şeriatçı saiklerle” cinayet işleyen bir katil portresi çizerler. Buna karşın, 20 Mayıs’ta bizzat Dışişleri Bakanı Abdullah Gül çetenin azmettiricisinin eski bir subay olduğunu açıklar. Ardından bazı emekli askerlerin ve kızılemacı örgütlenmelerin işin içinde olduğuna işaret eden bağlantılar ortaya dökülür. Üstelik, Türkiye yakın tarihinde devletle bağlantılı bu tür illegal yapılara çokça rastlamıştır. Susurluk çetesine bir de sivil yerleşim yerlerini defalarca bombalayan Şemdinli çetesi eklenmiştir. Ülkede “derin devletin” varolduğu, politik konjonktürü kendi lehine çevirmek için her türlü terör eylemine başvurmaktan çekinmeyeceği toplumun geniş kesimleri tarafından paylaşılan bir bilgiye dönüşmüştür. Buna karşın, ifşa edilen çete ilişkileri ya ciddiye alınmaz ve hükümetin kendini kurtarma planını bir parçası olarak yorumlanır. Ya da az sayıda köşe yazısında olduğu gibi, bir çete bağlantısının olabileceği ihtimal olarak kabul edilmekle birlikte, sorunun üzerine gidilmez. Veriler hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılabileceği, ama gerçeğin ortaya çıkması için henüz erken olduğu söylenir.
Çalışmanın Dayandığı Veriler
Çalışmada, saldırının olduğu günü izleyen 18 Mayıs’tan 28 Mayıs’a kadar Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde önde gelen köşe yazarlarının yazıları taranmıştır. Yazıları taranan yazarlar şunlardır:
– (Hürriyet) Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, Tufan Türenç, Ertuğrul Özkök, Mehmet Y. Yılmaz, Yalçın Doğan, Enis Berberoğlu, Cüneyt Ülsever, Ferai Tınç, Ahmet Hakan, Yalçın Bayer, Hadi Uluengin
– (Milliyet) Taha Akyol. Melih Aşık, Fikret Bila, Hasan Cemal, Güneri Civaoğlu, Can Dündar, Hasan Pulur, Derya Sazak.
Çalışma iki aşamayı kapsamaktadır: 1. aşama, 18 Mayıs-20 Mayıs’ı kapsar. Bu aşamada başlatılan propaganda kampanyasına uygun olarak resmi kaynaklar saldırgan hakkında şu verileri sunmuştur: Avukat Alparslan Arslan, Danıştay’ın daha önce verdiği bir türban kararına tepki göstererek eylemi yapmıştır; üstelik aracında Vakit gazetesinin Danıştay 2. Daire üyelerinin fotoğraflarını yayımladığı nüshası bulunmuştur. Dolayısıyla eylem, “şeriatçı” ve “Cumhuriyet düşmanı” kesimlere mal edilmiştir. Propaganda modelinin bu aşamada beklentisi, ana-akım medyanın büyük ölçüde yapılan resmi açıklamalara inanacağı ve kampanyayı hararetle destekleyerek hükümeti yıpratmaya başlayacağıdır.
2. Aşama ise, 20 Mayıs’ta, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün gazetelerde manşetlerden duyurulan şu açıklamasıyla başlar: Gül’e göre, saldırıyı azmettiren eski bir subay olan Muzaffer Tekin’dir. Ardından Emniyet ve başka kaynaklar tarafından medyaya, kızılelmacı bir çetenin işin içinde olduğuna dair pek çok veri sızdırılır. Bu veriler ışığında, normalde objektif bir medya kendisine sunulan ilk aşamadaki resmi hızla sorgulamaya başlayacak, derin devlet bağlantılarını son derece ciddi bir ihtimal olarak değerlendirecek ve dikkatini buraya yoğunlaştıracaktır. Bizim için burada önemli olan, seçilen iki gazetede taranan köşe yazılarının objektif gazetecilik ilkelerine göre mi, yoksa propaganda modelinin beklentilerine göre mi davrandığıdır.
1. AŞAMA
Hürriyet gazetesinde, 18-20 Mayıs arasında belirtilen köşe yazarlarının 23 yazısı taranmıştır. Yazıların genel çizgisi şöyle özetlenebilir: Yazarların çoğuna göre, saldırıyı doğrudan gerçekleştiren AKP olmasa bile saldırıya zemin hazırlayan AKP’nin politikalarıdır. AKP türban sorununu siyasallaştırmış, Danıştay’ın aldığı kararı eleştirmiş, böylece saldırganı cesaretlendirmiştir. AKP’nin toplumun bütününün değil, sadece belli bir kesimin hükümeti olduğu açığa çıkmıştır. Yapması gereken “uzlaşmacı bir tutuma” girerek laik Cumhuriyet’in kurumlarına saygı göstermesi, toplumu “germekten” vazgeçmesidir.
Köşe yazıları arasında bizim “istisna” olarak adlandırdığımız üç yazı vardır: 18 Mayıs tarihli köşesinde Ahmet Hakan, oyuna gelinmemesi gerektiğini belirtmekle birlikte hükümetin de dini siyasete alet ederek bu ortamı hazırladığını belirtir. 19 Mayıs’ta ise yine Ahmet Hakan, katilin komplonun bir parçası olabileceğine dikkat çeker. 20 Mayıs’ta Enis Berberoğlu işin içinde Türk İntikam Tugayı (TİT) gibi bir çetenin olabileceğini söyler. Ama ona göre bu çete siyasal değil, çıkar amaçlıdır. Amacı daha fazla menfaat temin etmek için ünlü olmaktır.
Milliyet gazetesinde ise aynı dönemde 18 köşe yazısı taranmıştır. Köşe yazılarının büyük çoğunluğu – 18 yazıdan 16’sı – propaganda kampanyasını coşkuyla destekler. Örneğin 20 Mayıs’taki köşe yazısında Can Dündar özetle şunu söyler: “Bu işe komplo deyip geçemeyiz. Provokasyon zeminini Danıştay kararlarını eleştirerek Başbakan hazırlamıştır. Bu hükümet için sonun başlangıcı olmuştur.” Yine 20 Mayıs’ta Hasan Pulur, Cumhurbaşkanlığına Tayyip Erdoğan’ın seçilmesinin laiklik açısından bir tehlike olarak kabul edilmesi gerektiği görüşündedir.
İstisna kavramına çok geniş bir anlam yüklendiğinde karşımıza sadece iki yazı çıkar. Birisinde Taha Akyol 18 Mayıs’ta, bunun çok tehlikeli bir komplo da, bireysel bir terör de olabileceğini söyler ve “soğukkanlı olalım” çağrısı yapar. 18 Mayıs’ta Hasan Cemal ise köşesinde “oyuna gelmeyelim; çok tehlikeli bir tuzak!” uyarısında bulunur.
1. aşamada her iki gazetedeki köşe yazıları büyük bir çoğunlukla (Hürriyet’te 23’e 20, Milliyet’te 18’e 16) propaganda modelinin beklentilerine uygun davranır. Medyaya sunulan veriler büyük ölçüde sorgulanmadan kabul edilir. Evet, cinayet Cumhuriyet rejimini çökertmeye dönük saiklerle işlenmiştir. Ama bunun sorumlusu hükümettir, çünkü Danıştay’ın türban kararını eleştirerek bu odakları cesaretlendirmiştir. Yazılar, yine modelin beklentilerine uygun olarak bir adım daha ileri gidip hükümeti yıpratmaya girişirler. AKP artık bütün Türkiye’nin partisi olma iddiasını kaybetmiştir, öyleyse bundan böyle Cumhuriyet kurumlarıyla uzlaşan bir çizgi izlemesi gerekmektedir.
“İstisnalar” olarak değerlendirilen yazılar ise bir çete ihtimaline dikkat çekerler, ama bunu çok çekingen bir biçimde yapmakla yetinirler. Çok yakın tarihteki bazı olaylarla, örneğin Şemdinli’deki derin devlet operasyonuyla veya daha sonra yakalanan “Sauna çetesi” benzeri oluşumlarla bağlantı kurarak nasıl bir “oyuna gelinebileceği” konusunda okuyucuları aydınlatmazlar. Askeri kanadın Van Cumhuriyet Savcısı ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanı’nın görevden alınmasını sağladığı, TMY’nin ivedilikle yasalaşması için hükümete baskı yaptığı ve Güneydoğu’ya yüz binlerce asker yığıldığı bir dönmede, hükümeti yıpratarak bir tür 28 Şubat’a zemin hazırlayabileceğinden ihtimal olarak bile söz edilmez.
2. AŞAMA
20 Mayıs’ta, Abdullah Gül’ün açıklamasından sonraki birkaç gün içinde medyaya şu bilgiler yansır: Eski yüzbaşı Muzaffer Tekin, saldırgan A. Arslan’la saldırıdan hemen önce 15 kez telefonda görüşmüştür. “Albay” lakaplı Muzaffer Tekin’in ulusalcı örgütler olan “Vatansever Kuvvetler Güç Birliği” ve “Ata Ocakları” ile ilişkisi vardır. Susurluk çetesinin üst düzey isimleri olan Emniyet Özel Hareket Dairesi eski başkan vekili İbrahim Şahin ve emekli Tuğgerenal Veli Küçük’le yakın ilişki içindedir. Yine derin devletin kullandığı mafya örgütlenmelerinden Sedat Peker’le ilişki içindedir. Son olarak, Türkiye’nin Gladio’su olarak bilinen “Ergenekon” örgütlenmesi içinde önemli bir konuma sahiptir.
27 Mayıs’ta ise gazetelerde Muzaffer Tekin’in mahkemece serbest bırakıldığını okuruz. Tekin’in A. Arslan’la ilişkisi olduğuna dair yeterli kanıt bulunamamıştır.
Bu bilgiler ışığında, objektif bir gazetecilikten beklenen, okuyucuların dikkatini bir darbe süreci ihtimaline çekmesi ve derin devletin demokrasiyi tehdit ettiği konusunda uyarılarda bulunmasıdır. Propaganda modelinin beklentisi ise, ana-akım medyanın ortaya çıkan çete bağlantısına değinmemesi, değinse bile ciddiye almamasıdır.
2. aşamada, Hürriyet’te yayınlanan 64 köşe yazısı incelenmiştir. Bu yazılar üç kategoride değerlendirilmiştir. İlk kategori, çok ilginç çete bağlantılarının ortaya çıkmasına karşın, ne Danıştay saldırısından ne de çeteden bahseden yazılardır. Elbette bu dönemde köşe yazılarında işlenebilecek başka konular da vardır. Buna karşın, çeteden söz etmediği gibi, Danıştay saldırısından sonra Türkiye’yi içine girdiği konjonktürü bile konu almayan yazıların fazlalığı dikkat çekicidir. Böyle tam 30 yazı vardır. Yani, köşe yazılarının hemen hemen yarısı bu çok önemli saldırının sonuçları üzerinde durmayı tercih etmemiştir. 1. kategorideki yazıların fazla oluşu, propaganda kampanyası amacına ulaştıktan sonra, ardından gelen tatsız bağlantılarla birlikte Danıştay saldırısının eleştirel bir gözle tekrar ele alınmak istenmediği kanısı uyandırmaktadır. Dolayısıyla çete bağlantısı gündemden düşürülmeye çalışılmaktadır.
İkinci kategori, Danıştay saldırısının Türkiye’yi içine soktuğu konjonktürden söz etmekle birlikte, çete bağlantısından söz etmeyen yazılardır. Bu yazılarda, şu veya bu içimde çete bağlantısı gündeme gelmez. İncelenen dönemde Hürriyet gazetesinde ikinci kategoride 19 yazı vardır. Bu yazılar çoğunlukla propaganda kampanyasını desteklemeyi sürdürerek hükümeti laiklik konusunda eleştirmeyi devam eder. İkinci kategorideki yazılar, Türkiye’nin içene girdiği yeni dönemi işlerken, çete bağlantısıyla ilgili verilerle yüzleşmek istemezler. Bu açıdan, ilk kategorideki yazılar gibi bu yazıların da çete bağlantısını gündeme getirmekten kaçındığı veya gündemden düşürmek istediği söylenebilir.
Sonuç olarak şu veri çarpıcıdır: Hürriyet’te 21 Mayıs-28 Mayıs arasındaki 64 köşe yazısından 49’u çete bağlantısından hiç söz etmez.
2. aşama için Milliyet’te 47 köşe yazısı taranmıştır. Bu yazılardan birinci kategoriye girenlerin sayısı 26’dır, yani şaşırtıcı ölçüde yüksektir. İkinci kategoride ise, 9 yazı yer almaktadır. Yani çete bağlantılarının ortaya çıktığı tarih olan 20 Mayıs’tan sonra, 28 Mayıs’a kadar Danıştay saldırısıyla birlikte Türkiye bekleyen sorunları işleyen yazılar, bir şekilde çete bağlantısını konunun bir parçası olarak ele almamıştır. İki kategoriyi birleştirince, çete bağlantısı ortaya çıktıktan sonra şu veya bu şekilde bu konudan söz etmeyen 35 yazı vardır. Bu veri, istenmeyen bağlantıların gündemden düşürülmek istendiği izlenenimi vermektedir.
“NE ÇETESİ?”
2. aşamada dolaylı olarak veya açıkça çeteden bahseden Hürriyet’te 15 vardır. Bu yazılar 3. kategoriyi oluşturmaktadır. Sözü edilen yazıların 9’u çeteye ilişkin inandırıcı bilgilere karşın, resmi propaganda çizgisini ısrarla savunurlar. Örneğin, 24 Mayıs’ta Yalçın Bayer ve Emin Çölaşan’ın makalelerinde özetle şu söylenmektedir: “Katilin kendisi ‘ben bunu Danıştay’ın türban kararına karşı bir tepki olarak yaptım’ diyor. Hükümet ise sürekli olarak kendini aklamak ve askerleri küçük düşürmek için derin devlet ve çete iddiaları ortaya atıyor.” Bekir Coşkun ise 25 Mayıs tarihli köşe yazısında, saldırganın eylemi türban için ve Vakit gazetesindeki resimlerden etkilenerek yaptığını söylemesine karşın, hükümetin provokasyon diyerek konuyu saptırdığını savunmaktadır. 27 Mayıs’ta “Albay” Muzaffer Tekin’in serbest bırakılması üzerine karşı saldırıya geçilir. Örneğin Mehmet Y. Yılmaz 27 Mayıs’taki yazısında, M. Tekin’in serbest kalmasının ortaya atılan çete iddiasını boşlukta bıraktığı görüşü savunulur. Yine 27 Mayıs’ta Yalçın Bayer, olayın bir komediye döndüğünü, önce “askere komplo” kurulmaya çalışıldığını, gazetelere servis yapıldığını, ama ciddi bir sonuca ulaşılamadığını belirtir. Son olarak çete olasılığı tamamen gündemden kalkmıştır. Örneğin, 28 Mayıs’ta Cüneyt Ülsever, Tayyip Erdoğan’ın ortaya koyduğu çete iddialarının ters teptiğini ileri sürer.
Bu çalışmada yüklenen geniş anlamıyla “istisnalar”a baktığımızda, çete bağlantılarının açıklık kazandığı 21-28 Mayıs arasında Hürriyet’te bu tür 6 yazıya rastlarız. Örneğin, 21 Mayıs’ta Enis Berberoğlu kısmı bir şekilde çetenin Güneydoğu sorunuyla bağlantılı olduğunu söylemektedir. Yine 21 Mayıs’ta Cüneyt Ülsever olayın bir komplo olduğunu ima etmektedir. 24 Mayıs ise Ahmet Hakan açıkça bir çetenin işin içinde olduğunu kabul eder. Ama hükümeti de bu provokasyon ortamını yaratmakla suçlar. 26 Mayıs’ta Mehmet Y. Yılmaz köşe yazısında şu görüşleri dile getirir: Çete türü oluşumlar son zamanlarda çok çoğalmıştır, belki 12 Eylül tarzı bir ortam örülmektedir; ama Danıştay saldırısını kontrgerilla tarzı bir örgütün yapıp yapmadığına karar vermek güçtür.
Bu yazılar, çetenin yüksek kademedeki askerlerle bağlantısını sorgulamayı bırakalım, Türkiye’de sivil hükümetin askeri bürokrasi tarafından yıpratılmak istendiğine bile dikkat çekmezler, okuyucularını bu konuda uyarmazlar.
2. aşamada Milliyet’te çete bağlantısından söz eden sadece 12 yazı vardır. Bunların 7’si çete bağlantısıyla ilgili güçlü verilere karşın, propaganda kampanyasını kararlılıkla destekler. Örneğin, 23 Mayıs’ta Can Dündar şunları şöyler: “Danıştay saldırısı hükümete yönelik bir komploysa bile bize düşen, hem saldırgan demeçlerle bu komploya zemin hazırlayan hükümeti hem de komplocuları eleştirmek, oyuna gelmemektir.” Can Dündar’ın bu ifadesi, komplonun sorumluluğunu askeri bürokraside aramak yerine, yine bir şekilde hükümete yıkarak resmi propaganda çizgisine hizmet etmeyi sürdürmektedir. Başka bir örnek 25 Mayıs tarihli Melih Aşık’ın yazısıdır. Melih Aşık şunları söyler: “Saldırının arkasından hangi çete çıktı? Ne zaman çıktı? Savcı iddianamesini hazırlayıp açıkladı mı? Mahkeme sonuçlandı mı? Bakıyoruz.” Can Dündar ise 25 Mayıs’taki yazısında, aslında medya olarak manipüle edildiklerini kabul eder ve “bir süredir dezenformasyon yarışı olduğunu” söyler. Ama Can Dündar’a göre “kamuoyunun katilin şeriatçı olduğuna inanmasına zemin sağlayan Başbakan’ın izlediği politikadır.” Melih Aşık 28 Mayıs tarihli köşe yazısında, “tam ulusalcılar çete diye hedef alınacaktı. Ama Muzaffer Tekin’in Alparslan Arslan’la ilişkisi bir türlü kurulamadı” diyerek hükümetle dalga geçer.
“İstisna” olarak tanımlayabileceğimiz 5 yazı vardır. Örneğin 22 Mayıs’ta Taha Akyol şöyle yazmaktadır: “Danıştay’a yapılan katliam girişimini, bir ucu ‘Sauna Çete’sine kadar uzanan tuhaf bir çetenin yaptığı anlaşılıyor. Gerisinde kimler var? Bunun cevabı henüz meçhul ve her türlü komplo teorisine açıktır!” 23 Mayıs’ta Hasan Cemal uzun uzun derin komplo ve Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yolunu kesme iddialarını aktarır. Ama kendisinin bunların doğruluğunu “bilemeyeceğini” söyler. Yine 23 Mayıs’ta Derya Sazak şöyle der: “Alparslan Arslan adlı ‘tetikçi’nin ardındaki karanlık güçler bu defa ortaya çıkarılmalı. Saldırı, ‘laik-İslamcı’ çatışmasını körüklemek isteyen ‘çeteler’in işiyse sonuna kadar üzerine gidilmeli.”
Derya Sazak’ın örnek verdiğimiz yazısı olayın araştırılması yönünde bir çağrıyı içermektedir. Ama diğerleri çeteyle daha yüksek mevkiler arasındaki olası ilişkiler hakkında yorum yapmaktan açıkça kaçınmaktadır.