Radikal Bir Teori Oluşturmak
Taylan Doğan
5 Nisan 2007
BGST üyeleri, Michael Albert’ın Düşünce Düşleri: 21. Yüzyıl için Radikal Teori (BGST Yayınları, çev. Aylin Onacak, 2006) adlı kitabından hareketle kaleme alınan aşağıdaki özet metin çerçevesinde, mevcut sistem-karşıtı hareketleri de kapsayan, ama onları aşan daha genel bir radikal teorinin temel özelliklerini tartışıyor.
***
Toplumsal bir teoriye neden ihtiyaç duyarız?
Bugün dünyanın çeşitli yerlerindeki hareketler, özellikle küreselleşme-karşıtı hareket, savaş-karşıtı hareket, feminist hareket, ulusal hareketler vs. bazı kazanımlar elde etmek için mücadele ediyorlar. Bununla birlikte, mevcut kapitalist, ırkçı, cinsiyetçi ve hiyerarşik toplum yapılarını radikal bir şekilde dönüştürmek ve onu yerine sınıfsız, bütün kültürel cemaatlerin eşit olduğu, feminist ve öz-yönetime dayalı, katılımcı bir toplum kurmak konusunda hareketlerin uzun vadeli bir perspektife sahip oldukları söylenemez. Bunun en önemli nedenlerinden birisi – işçi sınıfının kurtuluşunu hedefleyen Marksizm’in (ve Marksizm-Leninizm’in) çok geniş kitleleri hayal kırıklığına uğratmasından bu yana – muhaliflerin topluma ne istediklerini anlamakta zorlanmasıdır. Bugün dünyanın farklı yerlerinde mücadele eden çeşitli sistem-karşıtı hareketler gerçekten nasıl bir toplum kurmak istiyor?
Bu çerçevede, günümüzde ciddi bir vizyon sorunundan (nasıl bir toplum kurmak istiyoruz?) ve buna bağlı olarak bir strateji sorunundan (bugün bulunduğumuz yerden ulaşmak istediğimiz yere nasıl gideriz?) söz edebiliriz. Bu eksiklikler, sistem-karşıtı hareketleri daha günü birlik mücadele tarzlarına hapsetme riski taşıyor; aralarında kalıcı bir birliktelik kurmalarını ve farklı hareketleri bünyesinde barındıran kapsayıcı bir hareket (bir hareketler hareketi) oluşturmalarını güçleştiriyor.
Toplumsal hareketlerin bir vizyon ve strateji oluşturabilmesi için her şeyden önce radikal bir teori geliştirilmesi gerekir. Radikal bir teori, mevcut toplumsal yapıları ve süreçleri analiz etmemizi, öngörülerde bulunmamızı sağlayacak, bir hareket tarzı geliştirip gerçekliği dönüştürmek üzere müdahale etmemizin zeminini hazırlayacaktır.
O halde, bu özellikleri taşıyan radikal bir teori inşa etmek için çaba göstermemiz gerekir. Michael Albert, “Düşünce Düşleri: 21. Yüzyıl için Radikal Teori (BGST Yayınları, çev. Aylin Onacak, 2006) ” adlı kitabında, radikal bir teori inşa etme sürecinin aşamalarını tartışır; mevcut sistem-karşıtı hareketlerin, yani feminizmin, Marksizmin, anarşizmin ve ulusçuluğun sınırlılıklarını ve içerdiği olanakları ele alır. Daha kapsayıcı bir teorinin temel özelliklerinin neler olması gerektiğini göz önüne serer. Aşağıdaki metin, kitaptan hareketle oluşturulmuştur ve temel hususları kısaca ele alıp tartışmaya açmaya çalışmaktadır. Bu hususlardan her birinin daha kapsamlı şekilde ve tarihsel-toplumsal verilerle desteklenerek tartışılması en önemli ihtiyaçlarımız arasında yer alıyor.
1) Toplumsal teoriler ne yapar?
Marksizm, ulusçuluk, feminizm ve anarşizm gibi mevcut sistem-karşıtı teorilere baktığımızda, her birinin belirli alanlara odaklandığını, bu nedenle hayatın bazı yönlerini öne çıkardıklarını, bazılarını ise göz ardı ettiklerini görürüz.
Örneğin Marksizm, ekonominin bütün toplumu açıklamak ve değiştirmek için temel dinamik olduğu inancına dayanır. Bu nedenle, temel kavramları ulus, ulus/devlet veya cinsellik değil, sınıflar, üretim ilişkileri, üretici güçler, sınıf mücadelesi vs.’dir.
Benzer şekilde feminizm, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kaynağı olarak gördüğü akrabalık ilişkileri (kinship), üreme, çocuk yetiştirme, sosyalleşme süreçleri üzerinde odaklanır. Temel kavramları, aile yapıları, toplumsal cinsiyet, cinsellik, annelik-babalık rolleri ve bunlarla ilişkili diğer nosyonlardır.
Ulusçuluk, insanların etnik, ulusal veya dinsel bir aidiyet duygusu taşıdığı ve bir cemaatin üyesi olduğu fikrinden hareket eder. Cemaat-içi ve cemaatlerarası ilişkiler, etnik, dinsel veya ulusal kimlikler, kültürel biçimler, kutlama usulleri ulusçuluğun başlıca ilgi odağı ve kavramlarıdır.
Anarşizm ise, özellikle geniş anlamda siyaset dediğimiz yönetim yapısıyla ilgilidir. Önceliği budur. Toplumların yönetim sistemleri söz konusu olduğunda, yöneten-yönetilen ilişkisi, devlet-toplum ilişkisi, dikey hiyerarşik ilişkiler-yatay katılımcı ilişkiler anarşizmin üzerinde odaklandığı alandır. Başlıca ilgi odağı, toplumların yasama, yürütme ve yargı işlevleridir.
2) Temel Kavramlar
Radikal bir toplumsal teori inşa etmeye başlarken, kendimize sormamız gereken ilk soru şudur: Toplumsal dinamikleri açıklamak, öngörmek ve onlara müdahale edebilmek için nelere öncelik vermek istiyoruz?
İnsanlarla ilgilendiğimize göre, onların insan doğası dediğimiz doğuştan getirdikleri özellikleriyle, bir toplumsal bağlam içindeki tutumları, bilinçleri, tatmin düzeyleri, bilgi ve becerileriyle, mevcut toplumsal yapıyı etkileme ve ondan etkilenme biçimleriyle insanları kapsamak üzere insani merkez (human center) kavramını kullanacağız. Böylece, bu teoride insanlar bütün özellikleriyle var olmuş olacak.
Ama toplumların kendilerini sürdürebilmesi için belirli bir düzen içinde bazı işlevleri yerine getirebilmeleri gerekir. Örneğin insan toplumları üremek, çocuk yetiştirmek, onları eğitmek zorundadır. Siyasi kararlar almak ve belirli organlar aracılığıyla onları uygulamak zorundadırlar. Yemek, içmek, barınmak ve bunun için üretmek ve kaynakları bir şekilde tahsis etmek zorundadırlar. Ve insanlar bir cemaatin üyesidir; cemaatlerin kültürel varlıklarını sürdürmesi, kültürel kimlikler oluşturması ve bunları yeniden-üretmesi, bazı ritüeller gerçekleştirmesi vs. gerekir. Bunlar, temel toplumsal işlevleri içeren başlıca dört alandır. Bu dört alana özgü işlevler, belirli roller sunan ve roller arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumlar tarafından yerine getirilir. Aile, okul, meclis, hükümet, işyerleri, pazarlar, kilise, gelenek ve göreneklerin uygulanmasını gözeten yapılar (aşiret meclisleri vs.) bunlardan bazılarıdır.
Kurumlar bu temel işlevleri yerine getirmek üzere insanlardan bazı rolleri doldurmasını bekler. Örneğin insanlar anne-baba olurlar, işçi veya işyeri yöneticisi olurlar, yurttaş olarak oy kullanır veya belediye meclisi üyesi olurlar ya da bir etnik/dinsel cemaatlerde çeşitli kültürel roller üstlenirler.
Kurumlar, insanların (insani merkez) neler yapacağını ve nasıl bir kimliğe sahip olacağını büyük ölçüde belirleyen sınırlayıcı bir işlev görür. Öyleyse kurumlar bütününe teorimizde, kurumsal sınır (institutional boundry) adını verelim.
Şimdi iki temel kavramımız var: İçinde bulunduğu toplumsal koşullara ilişkin çeşitli algılar ve tasarımlar geliştiren, onlardan etkilenip onları etkileyen insani merkez; ve temel toplumsal işlevleri yerine getiren, bunun için insanlara rol yapıları sunan kurumsal sınır.
3) Başka Kavramlar
Doğa ve Uluslararası İlişkiler
İnsani merkezden ve kurumsal sınırdan oluşan kavramsal çerçevemizi daha fazla geliştirebiliriz: Doğa veya ekoloji (eko-sistem) insanların belirli roller üstlendiği ve bu şekilde bazı toplumsal işlevleri yerine getirdiği kurumsal bir yapı değildir. Daha çok insani merkezin ve kurumsal sınırın içinde yer aldığı, karşılıklı etkileşim içinde olduğu daha geniş bir bağlamı oluşturur. İnsan toplumlarının içinde hareket ettiği, hayatını sürdürmek için kaynaklarını kullandığı ve çeşitli atık maddeler salarak yapısını az ya da çok değişikliğe uğrattığı bir tür sahne olarak tarif edilebilir.
Öte yandan toplumlar tek başlarına var olmazlar. Dolayısıyla, başka toplumlarda ve ülkelerle kurduğu ilişkiler, bir tür kurumsal sınır gibi tek tek toplumları belirler. Bu durumda, uluslararası ilişkiler, tek tek toplumların içinde bulunduğu bağlamı veya ortamı oluşturur diyebiliriz. Teori oluşturmanın daha ileri aşamalarında, ülkelerarası ilişkilere özgü kavramlar, örneğin emperyalizm, sömürgecilik, savaş vs. teorik çerçevemize dahil edilebilir.
Dört alan ve altyapı/üstyapı modeli
Kurumsal sınır dört alandan oluşur:
- ekonomi
- akrabalık ilişkileri
- kültür ve cemaat
- yönetim yapısı
Bu alanların her birisini açıklamaya ve devrimci dönüşümlere yol göstermeye çalışan dört teori, yani Marksizm, feminizm, ulusçuluk ve anarşizm kendi ilgilendiği alanının başat olduğunu ve diğer üç alanı belirlediğini düşünür. Bu, bir anlamda doğrudur. Örneğin, sınıf yapıları aile yapılarını da etkiler ve aile üyelerine sınıfsal bir kimlik kazandırır. Ama burada sorun ilişkinin tersinin de doğru olmasıdır. Örneğin ataerki, sınıfları ortadan ikiye bölecek ve her bir sınıf içinde kadınlara bağımlı roller verecek kadar güçlü bir etkendir. Burjuva aileleri ve işçi aileleri vardır. Ama genellikle daha yüksek ücret alan, karar alma mekanizmalarında görece daha etkin olan erkek işçiler karşısında çoğunlukla daha düşük ücretler alan ve bağımlı konumda olan kadın işçiler de vardır.
Dolayısıyla, bu dört teorinin yanlış olan tarafı, Marksizmin ekonomiyi temel (“belirleyici”) alan ilan ettiği, diğerlerinin ise ekonomi tarafından “belirlendiğini” düşündüğü altyapı/üstyapı modeli gibi, kendi ilgilendiği alanı başat ve belirleyici ilan etmesi, diğerlerinin ise bu başat alan tarafından “belirlendiğini” düşünmesidir.
Biz, bu teorilerden farklı olarak, en alta insanları (insani merkezi) yerleştiriyoruz. İnsanlar, dört temel alandaki kurumsal yapılarla etkileşim içine giriyor; bu alanlar da birbirleriyle sıkı bir etkileşim içinde. O halde, burada oluşturulmaya çalışılan toplumsal teoride dört alan da eşit derecede temeldir ve her biri diğerlerini belirleyici ölçüde etkileyebilir.
Başka bir ifadeyle, hiçbir alan a priori olarak öncelikli değildir ve toplumun zengin bir kavrayışına ulaşmak için dört alanın da eşit önem verilerek incelenmesi gerekir. Belirli bir tarihsel konjonktürde hangisinin öne çıktığı ve diğerleri üzerinde dönemsel olarak belirleyici bir etkide bulunduğu ise spekülasyonun değil, ampirik araştırmanın konusudur.
Marksist-feminizm, sosyalist-feminizm, eko-anarşizm gibi bileşimler ise iki alanı öne çıkartıp bu ikisinin temel, diğerlerinin ise tâli olduğunu ileri sürerler; dolayısıyla, aslında bu kalıbı aşmış olmazlar; toplumsal yaşam alanları arasında yine bir altyapı/üstyapı ilişkisi kurarlar.
4) Alanlar arası karşılıklı ilişki ve etkileşim
Bir toplum düşünelim. O toplumda, ekonomik alanda kadınlar ve erkekler arasında yaptıkları işler, karar alma süreçlerine katılım, bilgi ve beceri vs. itibarıyla belirgin bir hiyerarşi olmasın. Ama akrabalık ilişkilerinde ataerki egemen olsun. Bu toplum istikrarsızlık üretecek ve eninde sonunda iki değişimden birisi gerçekleşecektir: Ya kadınlar ekonomi alanında edindikleri güçlenmeyi ataerkinin dayattığı hane yaşantısını değiştirmek üzere kullanacak veya erkekler ataerkil yapıda kendi lehlerine olan durumu ekonomide de yaratmak isteyecektir. Dolayısıyla – istisnai diyebileceğimiz dönüşüm dönemleri dışında – istikrarlı bir toplumda dört alandaki farklı hiyerarşi biçimleri birbirleriyle uyum içindedir ve birbirlerini besler.
Alanların birbiriyle uyumlu hale gelmesi
Her alanın kendine özgü tanımlayıcı özellikleri ve hiyerarşileri vardır. Örneğin kapitalist ekonomi, işçilerin koordinatörlere ve patronlara tâbi olmasını sağlar. Ama toplumsal cinsiyet ilişkileri söz konusu olduğunda, kapitalist ekonomi mantığının bu alana dönük olarak belirgin bir dayatması olmadığını görünüz. Kadınların bir işyerinde karar alıcı konumlara gelmesi (örneğin bir yöneticinin kadın olması) kapitalizmi özel olarak rahatsız etmez. Bu anlamda, kapitalizm toplumsal cinsiyet körüdür.
Ama yukarıdaki örnekte olduğu gibi, aile yapılarında ataerkinin egemen olduğu bir toplamda, ataerkil davranış ve düşünce kalıpları ekonomi üzerinde etkili olacaktır. Böyle bir toplumda, erkekler ve kadınlar arasındaki hiyerarşi bu kez ekonomide, ücret hiyerarşisi biçiminde, işyerinde karar verici konumda olanlarla talimatları uygulayanlar arasındaki hiyerarşi biçiminde yeniden üretilecektir. Böylece toplumsal alanların birisindeki hiyerarşi ve tahakküm ilişkisi başka bir alan tarafından tehdit edilmeyecek, aksine ikisi arasında uyumlu bir ilişki olacaktır. Başka bir deyişle, diğer alan benzer bir hiyerarşiyi kendi işleyişine eklemlemiş olacaktır. Buna, alanların birbirleriyle uyumlu hale gelmesi diyoruz.
Alanların birbirini yeniden-tanımlaması
Alanlar birbirleriyle uyumlu hale gelmekle kalmazlar, birbirlerini yeniden tanımlarlar. Örnek vermek gerekirse, ekonomide üretilen sınıfsal kimlikler, akrabalık yapılarındaki annelik-babalık rollerinin ve sosyalleşmenin belirleyici özelliklerini değiştirip yeniden tanımlayabilir. Aynı örneği takip edecek olursak, aile yapıları sadece kapitalist bir ekonomideki gelir hiyerarşisini yansıtmakla kalmaz; aile yapıları sınıfsal bir hiyerarşiye göre sıralanıp gelir ve tüketim kalıpları açısından burjuva ailelere, koordinatör sınıftan ailelere ve emekçi sınıftan ailelere dönüşmekle kalmaz. Bizzat rol yapılarının kendi mantığını da değişebilir. Burjuva annelik-babalık rolleri, diğer sınıfların annelik-babalık rollerinden tanımlayıcı düzeyde farklı hale gelebilir. Burjuva anneden beklenen ev-içi roller (örneğin ev işlerini yapması için hizmetçileri iyi yönetmesi), toplumda bir anne-kadın olarak çizmesi gereken profil (örneğin hayır kurumlarında boy göstermesi), ondan talep edilen çocuklarını yetiştirme tarzı (örneğin çocuklarına burjuva sınıfsal kimliğinin kimi özelliklerini kazandırması) vs., emekçi sınıftan bir anneden beklenenlere göre önemli ölçüde farklıdır. Bir ülkede kapitalizmin doğuşu ve gelişimi, çocukların yetiştirilmesi ve sosyalleştirilmesi alanında farklı sınıfsal kökene sahip aileler arasında belirgin farklar yaratır.
Ama aynı şey tersinden de geçerlidir. Pekâlâ akrabalık alanına özgü ataerkil roller kadınlar ve erkekler arasında bir ücret hiyerarşisi yaratmanın ötesine geçip işyerindeki rolleri daha tanımlayıcı düzeyde değiştirebilir. Kapitalist ekonomi kendi mantığı itibarıyla toplumsal cinsiyet körüdür. Ama ataerkiyle uyumlu hale gelme zorunluluğuna boyun eğer ve işlerinde kadınlara, erkeklere oranla daha bağımlı rolleri verir. Ama iki alan arasındaki ilişki bununla sınırlı kalmayabilir. Ataerkil akrabalık alanı kapitalist rol yapılarını, ekonomik çerçevede kadınlar için bağımlı roller yaratmaktan daha ileri bir düzeyde belirleyebilir. Örneğin bir yönetici sekreterden patron karşısında yerine getirmesi beklenen roller, (onu teselli etmesi, özel hayatıyla ilgili bazı “sırları” paylaşmak zorunda kalması, yaptığı işin aile içinde bir erkeğin bakımını üstlenirken yaptığı işle iç içe geçmesi, hatta patron için cinsel bir cazibe nesnesi haline gelmesinin beklenmesi) salt ekonomi mantığıyla, hatta sadece iki alanın uyumlulaşmasıyla açıklanamaz hale gelir. Toplumsal cinsiyet rolleri, sekreterlik, hemşirelik, öğretmenlik gibi iş tanımlarına annelik-babalık, kadınlık-erkeklik rol yapılarından kaynaklanan özellikler kazandırır. Kadınların, şefkat, sevecenlik vs. gibi kadınsı olduğu varsayılan “özellikler” gerektiren işlerde daha çok istihdam edilmesi bu yeniden-tanımlama ilişkisine iyi bir örnektir.
Alanların birbirini yeniden-tanımlamasının radikal strateji açısından önemi ya da daha bütünsel bir mücadele stratejisi
Dört toplumsal alan üzerine odaklanan dört radikal akım – Marksizm, feminizm, anarşizm ve ulusçuluk – kapsamlı bir ortak mücadele stratejisi oluşturmaktan uzaktır. Birlikte mücadele etmek konusunda aralarında çoğunlukla körler sağırlar diyalogu yaşanır. Örneğin bir Marksist, bir feministe toplumsal cinsiyet sorununu önemsediğini, ama annelik-babalık rolleri açısından kadınların üstlendiği sorumlulukları erkeklerle eşit şekilde paylaşabilmesi için öncelikle sınıfsal eşitliğin sağlanması, yani cinsiyetçiliği besleyen ekonomik dinamiklerin ortadan kalkması, böylece kadınların ekonomik açıdan kendine yeterli, karar mekanizmalarında etkili roller üstlenen özneler haline gelebilmesi gerektiğini söyler. “Ancak bundan sonra kadınların aile-içi roller açısından edindiği (örneğin medeni kanundaki) kazanımlar kalıcılaşabilir ve derinleşebilir” der. Üstelik Marksist bu söylediğinde kısmen haklıdır da.
Feminist ise Marksiste bunun tersini söyleyecek, işyerlerinde sömürünün ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu, ama ekonomik eşitliğin ve çalışanların söz ve karar sahibi olmasının, egemen cinsiyetçi ilişkiler radikal şekilde değişmedikçe kalıcılaşamayacağını, hatta hakiki anlamda gerçekleşmeyeceğini söyleyecektir – ne de olsa işçi sınıfının yarısı ataerkil önyargılar kullanılarak her fırsatta bağımlı bir konuma itilmeye çalışılacaktır. Ona göre erkekler, aile içinde kurdukları tahakküm ilişkisini işyerlerinde de sürdürmek için ellerinden geleni yapacaktır. Öyleyse feministe göre sınıfsal eşitlik sağlanmak isteniyorsa, öncelikle çok köklü bir geçmişi olan ataerkil yapılar değiştirilmelidir. Aslında feminist bu söylediğinde kısmen haklıdır.
Bu noktadan sonra muhtemelen herkes kendi yoluna gidecek ve ortak bir mücadele stratejisi oluşturmanın olanakları ortadan kalkacaktır.
Bunun üstesinden nasıl gelinebilir?
Bizim kurmaya çalıştığımız alternatif radikal teoride olduğu gibi, öncelikle alanların hiçbirisi a priori temel nitelikte değildir. Toplumsal alanlardan birisi, konjonktürel olarak diğerleri üzerinde görece daha fazla etkide bulunan bir konuma gelmiş olabilir. Ama teorik olarak, alanlar bir altyapı/üstyapı ilişkisine tâbi olmadan birbirlerini karşılıklı olarak etkiler, hatta yeniden-tanımlar. Bu durumda, sınıfsal ilişkilerde temel bir dönüşüm yaratmak isteyen bir sınıf hareketinin, o ülkede sınıfsal hiyerarşileri yeniden-üreten devlet yapısıyla, aile yapısıyla ve kültürel kimliklerle de ilgilenmesi gerekir. Çünkü bu yapılar (kendi öz-dinamiklerinin yanı sıra) ekonomi alanından yayılan sınıfçı davranış kalıplarının etkisi altında biçimlenmiştir, dolayısıyla bünyelerinde sınıfçı kimlikler üretirler. Bir anlamda, her bir alan içinde bir patron-işçi ilişkisi kurulmuş gibidir: Yönetim yapısı, yönetenler/yönetilenler ilişkisini sınıfsal farklılaşmaları kullanarak meşrulaştırır (19. yüzyılda pek çok Avrupa ülkesinde mülk sahibi olmayanlar oy kullanamıyordu); ataerkil aile içinde erkek, mülklerin sahipliğini kendinde toplamış ve kadın üzerinde geçmişteki feodal baskısını mülk sahipliğinin getirdiği avantajı kullanan daha “modern” bir baskıya dönüştürmüştür (Türkiye’de mülklerin yaklaşık yüzde 90’ına erkekler sahiptir); cemaat alanında ise, cemaatler arası hiyerarşiler, ekonomik varlıklar üzerindeki eşitsiz bir denetimden beslenmeye başlar. Dolayısıyla bu örnekte bir sınıf hareketi, diğer alanların her birindeki ilişkilerin demokratikleştirilmesiyle yakından ilgilenmek durumundadır.
Bu nedenle, muhalif toplumsal hareketlerin sadece odaklandıkları alana özgü dinamikleri değil, toplumsal yaşamın diğer alanlarının öz-dinamiklerini de anlamaya çalışması gerekir. Eğer toplumsal alanlar birbirlerini yeniden-tanımlayacak ölçüde güçlü bir etkileşim içindeyse, sınıf hareketinin, kadın hareketinin, anarşist hareketin ve ulusçu hareketlerin kendi alanlarının diğer toplumsal alanlar tarafından nasıl belirlediğini dikkate alması gerekir. Örneğin kadın hareketi, sınıfsal dinamiklerin toplumsal cinsiyet ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini, sınıf hareketi de o toplumdaki egemen toplumsal cinsiyet kimliklerinin sınıf mücadelesini nasıl belirlediğini anlamak durumundadır. Aynı şey devlet yapısı ve kültürel kimlikler için de geçerlidir.
Dolayısıyla, muhalif hareketler gerçekten etkili olmak istiyorsa, diğer hareketlerin gündemini kendi gündemlerinin bir parçası haline getirmeliler. Diğer toplumsal alanlardaki temel dinamikleri anlamaya çalışmalılar. Bu yüzden, belirli dönemlerde asgari müştereklerde bir araya gelmek yerine, uzun vadede ve kalıcı şekilde azami müştereklerde bir araya gelmeliler1. Azami müşterekler, hareketlerin birbirlerinin odaklandıkları alanlar hakkında paylaştıkları en geniş anlayış ve vizyondur.
5) Evrim ve Devrim
Geliştirmeye çalıştığımız teoride, devrimi bir ya da bir kaç alanın tanımlayıcı özelliklerinde meydana gelen radikal bir değişiklik olarak tanımlıyoruz.
Evrim ise, toplumsal alanların herhangi birisinde meydana gelen, ama rol yapılarının tanımlayıcı özelliklerinde köklü bir değişime yol açmayan, aksine geçmiş rol yapılarını güçlendiren bir değişimdir.
Bu konu örneklerle açılabilir. Hangi değişimlere devrim diyebilir ve devrim-sonrasında, devrimci dönüşüm geçiren alanın diğer alanlarla ilişkisini nasıl ele alabiliriz?
Irkçı rejimin (Apartheid) 1990’ların başında çözüldüğü Güney Afrika’yı ele alalım. Güney Afrika’da resmi ırkçı yönetimin son bulması her şeyden önce kültür ve cemaat alanında bir devrimdi. Ayrı bölgelerde yaşayan ve çalışan, hatta Güney Afrika vatandaşı bile sayılmayan Siyahlar Beyazlarla aynı toplumsal alanları paylaşmaya başladı. Irk temelli ayrımcılık ortadan kalktı. Siyasi yönetim, yani devlet alanı da bir ölçüde değişim geçirdi, iktidara Afrika Ulusal Kongresi geldi. Ama devlet aygıtı ırkçı yapılardan tam olarak temizlendi mi? Bugün Güney Afrika’da, ırkçı davranış kalıpları ve rol yapıları, akrabalık ve ekonomi alanında varlığını sürdürüyor olabilir. Özellikle ekonomide, toplumun en yoksul kesimi büyük çoğunlukla yine Siyahlardan oluşuyor. Bu durumda, süreç içinde siyasal alan, akrabalık alanı ve ekonomik alanda cemaat alanındaki değişimi en azından destekleyecek değişimlerin olması gerekir; böylece toplumsal yapılar birbirleriyle uyumlu hale gelir. Böyle olmazsa, kazanımların tersine dönme tehlikesi başgösterebilir.
Başka bir örnek olarak 1917 Sovyet Devrimi alınabilir. Ekonomik alanda, kapitalist sınıfın ortadan kalkmasıyla üç sınıflı (kapitalist/koordinatör ve işçi sınıfı) yapının yerini iki sınıflı bir yapı (koordinatör/işçi sınıfı) almıştır. Öyleyse bu bir devrimdir – devrimin ille olumlu bir yönde olması gerekmez. Diğer yandan siyasi alanda da bir devrim meydana gelmiştir, çünkü 1917 Şubat’ında henüz yeni kurulmuş olan burjuva demokrasisi tek parti yönetimiyle ve siyasi aygıtın tam bir merkezileşmesiyle yer değiştirmiştir. Öyleyse siyasi alanda da bir devrim olmuştur. Ama akrabalık alanının ve kültürel alanın da bu iki alandaki devrime koşut değişimler geçirmesi gerekir. Örneğin akrabalık ve sosyalleşme kurumlarının artık kapitalist beklentileri olan çocuklar yetiştirmemesi; kültürel alanın, Rus cemaatinin siyasal alandaki ağırlığının sonucu olarak Rus kültürünü hakim kültür olarak dayatmaması gerekecektir.
6) Diğer Teoriler ve Marksizm
Dört alana da eşit derecede önem veren daha kapsayıcı bir teori oluşturmak için bu dört alanı, birbirleriyle nasıl uyumlu hale geldiklerini, hatta birbirlerini nasıl yeniden-ürettiklerini inceleyebiliriz. Ama farklı bir yol da izleyebilir, daha önce bu alanların her birini kendi öncelikli alanı haline getirmiş olan toplumsal teorilerden de yararlanabiliriz. Bu dört teoriden üçü – feminizm, ulusçuluk ve anarşizm – belirli bir alanı daha iyi anlamak ve dönüştürebilmek için o alanda en çok ezilenlerin perspektifinden oluşturulmuş bakış açılarıdır. Bu bakımdan, sınırlılıklarının bilincinde olarak onları yeniden elden geçirebilir ve onlardan yararlanabiliriz.
Ama Marksizm için aynı şeyi söyleyemeyiz. Marksizmin ölümcül sorunu, diğer sistem-karşıtı hareketler gibi tek bir alana odaklanması ve diğer alanların önemini yadsıması değildir. Marksizm açısından bu belki de halledilebilecek bir sorundur. Nitekim Batı Marksizminde bu yönde değerli çabalar olmuştur. Sorun, Marksizmin ekonomik alanda en çok ezilenlerin – işçilerin – perspektifinden formüle edilmemiş olmasıdır.
Marksizm – Marksist hareketlerin tabanındaki insanlar çok farklı arzular beslese de – işçi sınıfının değil koordinatör sınıfın çıkarları açısından topluma yön vermeye çalışır. Marksizm, bilgi ve becerileri, enformasyonu ve karar verme süreçlerindeki etkili konumları tekeline almış olan ayrı bir sınıfın, koordinatör sınıfın ideolojisidir. Bu sınıf kapitalist sınıfla olduğu kadar işçi sınıfıyla da karşıt çıkarlara sahiptir. Kapitalist sınıfı, daha fazla zenginleşip egemenlik alanını genişletmesinin önünde engel olarak görür. İşçi sınıfı ise, onun gözünden bakıldığında, kendi başına kararlar alıp uygulamaktan aciz, vasıfsız bir insanlar topluluğudur. Koordinatör sınıf, Sovyet Devrimi’nde olduğu gibi, kapitalist mülkiyet biçimlerini ortadan kaldırabilir; kendi egemenliğini kurmak için devrime kadar işçi sınıfını kitlesel bir güç olarak kullandıktan sonra toplum mühendisliğine girişir ve kendi egemenliğini kurup korumak adına bütün bir topluma yön verir.
Bu nedenle, Marksizmin muhalif bir teori olarak kullanılmasının önündeki en önemli sakınca yanlış sınıf analizidir. Marksizm, sınıfların sadece mülkiyet ilişkilerinden doğduğunu düşünür. Böylece üretim sürecinde mülkiyet-kökenli olmayan diğer rolleri ve hiyerarşileri ihmal eder. Planlama yapmak ve orta vadeli kararlar vermek gibi yaratıcı işlerde çalışanlar ile rutin ve kişinin öz-güvenini aşındırıcı işlerde çalışanlar arasındaki sınıfsal bölünmeyi görmez. Bu yönüyle, Marksizm, devrimci mücadelenin enerjisini, esas olarak üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasına yönelterek koordinatör sınıf gerçeğini gizler; daha da kötüsü, bu yolla bu sınıfın iktidar olma ve işçi sınıfını kendine bağımlı hale getirme gündemini de gizlemiş olur.
Radikal bir teori olarak Marksizmi benimseyen hareketler de kendi içlerinde bu modeli yeniden-üretecek, örgütlenmeler içindeki koordinatör sınıfın taban üzerindeki egemenliğini ve bu egemenliğin kaynaklarını (eğitim, öz-güvenle karar verme alışkanlığı, manipülasyon tekniklerini kullanma becerisi vs.) sorgulamayacaktır.
7) Vizyon ve Strateji
Strateji, sistem-karşıtı hareketlerin bulundukları noktadan varmak istedikleri radikal dönüşüm noktasına ulaşabilmek için izleyecekleri bir yol haritasına benzetilebilir. Ama şu anda sistem-karşıtları hareketlerin bir strateji oluşturması güç görünmektedir; çünkü varılmak istenen nokta, yani toplumsal alanların birisi ya da birkaçında nasıl bir dönüşüm gerçekleştirilmek istendiği pek açık değildir. Vizyon sorunu sistem-karşıtı hareketler tarafından hafife alınan, üzerinde yeterince kafa yorulmayan bir sorundur.
Vizyon oluşturmak
Vizyon, oluşturmanın birinci ayağında, rahatsız olduğumuz toplumsal ilişkileri teşhis eder ve onları ortadan kaldırmanın yollarını ararız. Ama bu yeterli değildir. Tasarladığımız kurumların ve rol yapılarının bir yandan o toplumsal alanın temel işlevlerini yerine getirirken, diğer yandan desteklediğimiz değerleri de hayata geçirebilecek nitelikte olması gerekir.
Örneğin, kapitalizmde üretim araçlarının özel mülkiyete tâbi olmasının yol açtığı sömürü ilişkilerinden ve korkunç servet eşitsizliklerinden rahatsız olabilir ve onları değiştirmek isteyebiliriz. Üretim araçlarının mülkiyetinin devlete geçtiği, merkezi planlamaya dayalı bir “sosyalizm” vizyonu kısmen bizi bu amaca ulaştıracaktır. Ama oluşturacağımız vizyonun değerlerimizle de tutarlı olması gerekir. Koordinatör sınıfın hakimiyet kuracağı Sovyet tarzı bir sosyalizm, sınıfsızlık idealimizle olduğu kadar öz-yönetim idealimizle de çelişir. O zaman farklı kurumlar içeren farklı bir ekonomik vizyon tasarlamamız gerekir.
Dört toplumsal alana ilişkin vizyon oluşturmak
Halihazırdaki ataerkil sistemin kaynağında, üreme ve sosyalleşmeyle ilgili işlevlerin annelik rolünü üstlenen kadınlar ve babalık rolünü üstlenen erkekler tarafından yerine getirilmesi yatıyor. Bunu ortadan kaldırmak ve aynı işlevleri cinsiyetler arasında bir hiyerarşiye yol açmadan yerine getiren kurumsal bir vizyon tasarlamak istediğimizi varsayalım. Örneğin, ebeveynlik olarak tanımladığımız yeni bir rol yapısı tahayyül edebiliriz. Bu yeni rol yapısını hayata geçirecek akrabalık alanıyla ilgili kurumlarda, erkekler ve kadınlar (emzirme dışında) üreme ve sosyalleşmeyle ilgili farklı sorumluluklar taşımayacaktır. Bu tür yenilikçi aile kurumlarını daha ayrıntılı şekilde tasarlayarak ve diğer toplumsal alanlarla ilişkisini inceleyerek bir vizyon oluşturmaya başlayabiliriz.
Halihazırdaki siyasi kurumlar toplumsal katılımı dışlıyor ve insanların hayatına onlara danışmadan yön veriyor. Yönetim yapısına ilişkin bir vizyon oluşturmaya başlarken, ortak toplumsal normlar oluşturmamızı, ortak programlar belirleyip hayata geçirmemizi (yani yasama ve yürütme işlevlerini) ve ihtilafları çözüme kavuşturup norm ihlallerini cezalandırmamızı (yani yargı işlevini) sağlayacak yeni kurumlar tasarlayabiliriz. Bu yeni kurumlarının öz-yönetim, dayanışma, çeşitlilik ve adalet gibi değerlerle tutarlı olabilmesi için, örneğin yönetim yapısının en küçük birimlerden başlayıp giderek kapsayıcı hale gelen öz-yönetim organlarından oluşmasını düşünebiliriz. Böylece, yönetim alanına ilişkin bir vizyon oluşturmaya başlamış oluruz.
Cemaatler, kültürel kimlikler ve aidiyetler üretir. Günümüzde cemaatlerarası ilişkiler çoğu zaman hiyerarşik bir nitelik kazanıyor; güçsüz cemaatler büyük baskılar görüyor, kültürel kimlikleri asimile ediliyor, hatta ortadan kaldırılma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Bu durumu ortadan kaldırmak için cemaatlerarası yakınlaşmaya (intercommunalism) vurgu yapan çok-kültürcü bir vizyon geliştirebiliriz. Azınlık cemaatlerinin kültürel kimliklerini geliştirme hakkını güvenceye alan ve cemaatlerin birbirleriyle daha yakından ilişki kurmasını teşvik eden, eşitlikçi ve değerlerin karşılıklı paylaşımına dayalı cemaatlerarası bir ilişki tasarlayabiliriz. Cematlerarası ilişkileri bu şekilde tasarladıktan sonra, aynı zamanda kültürel kimlikler ve kutlama usulleri oluşturma ve yeniden-üretme işlevini de yerine getiren özgürleşmiş bir cemaat alanı üzerine kafa yormaya başlayabiliriz.
Son olarak, ekonomide kapitalist ekonomilerin yarattığı çok boyutlu tahribata son vermek için bir yandan üretim, tahsisat ve tüketim işlevlerini yerine getirirken diğer yandan hakkaniyet, çeşitlilik, dayanışma ve öz-yönetim gibi değerleri hayata geçiren kurumlar tasarlayabiliriz. İnsanların, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmasına veya mesleki pazarlık güçlerine göre ödüllendirilmesi yerine, sadece gösterdikleri gayrete ve katlandıkları fedakârlığa göre ödüllendirilmesini savunabiliriz. Herkesin ekonomiyle ilgili kararlara o kararlardan etkilendiği oranda katılabilmesi için – tabandan başlayan ve iş kollarını, sektörleri ve bütün ekonomiyi kapsayan – öz-yönetime dayalı işçi ve tüketici konseylerini savunabiliriz. Yaratıcılık gerektiren zihinsel işler ve itaatkârlık gerektiren rutin işler arasında sert bir ayrım yapan ve koordinatör sınıfın oluşmasına yol açan mevcut işbölümü yerine, dengeli iş bileşenlerini savunabiliriz. Yani, herkesin belirli oranda yaratıcı/zihinsel işler, belirli oranda da rutin/yıpratıcı işler yaptığı alternatif bir işbölümü tasarlayabiliriz. Ve son olarak, ekonomik kaynakların (kapitalizmde olduğu gibi) pazar mekanizmaları veya (eski sosyalist ekonomilerde olduğu gibi) merkezi planlama aracılığıyla değil, katılımcı planlama aracılığıyla tahsis edilmesi fikrini öne sürebiliriz. Bunlar, katılımcı ekonomi adı verilen ekonomik vizyonun temel kurumsal yapılarıdır.2
Strateji
Bir strateji, ancak bir vizyon oluşturduktan sonra mümkün olabilir. Kimlerin gerçekleştirmek istediğimiz dönüşümden yana olacağını – değişimin öznelerinin kimler olacağını – ve kimlerin bu dönüşüme karşı duracağını ancak bir vizyon oluşturduktan sonra bilebiliriz. Gelecekte radikal bir değişim sağlamak için bugünden hangi kazanımları hedeflememiz gerektiği konusunda vizyonumuz bize yön verecektir; hareketlerimizin iç yapısının bu değişimin öğelerini şimdiden içermesi için hangi tür özelliklere sahip olması gerektiğini ürettiğimiz vizyon bize söyleyecektir.
8) Reform ve Devrim
Reform, toplumdaki dört temel alandan birisinde tanımlayıcı özellikleri değiştirmeden ezilenlere sınırlı bazı kazanımlar sağlayan bir değişimdir. Ama bazı durumlarda reformlar elde edilen kazanım kadar kayba da yol açabilir. Örneğin, o döneme kadar sistemle ciddi bir çelişki yaşayan toplumsal gruplara – işçiler, kadınlar, siyahlar, eşcinseller vs. – bazı temel hakları tanınabilir. İşçiler sendikal haklarına kavuşabilir, kadınlar artık belirli mesleklere kabul edilmeye başlanır, Siyahlara karşı açıktan ırkçı uygulamalara son verilebilir ve eşçinseller toplumda göreli bir kabul görmeye başlayabilir. Bunlar gerçek kazanımlardır. Ama reformlar, bu grupların içinde daha vasıflı olanların (örneğin koordinatör sınıfa dahil edilerek) sistem içine çekilmesine de hizmet edebilir. Böylece hem çoğunluk sistem tarafından baskı görmeye devam eder, hem de radikal hareketler etkisizleştirilmiş olur. Kadınlar, işçiler, siyahlar, eşcinseller vs. gerçek kazanımlar elde etmiş, ama bu hareketlerin sistemi sorgulama potansiyelleri de zayıflatılmıştır. Reformların belirleyici özelliği, seçkinlerin sistemin temel dinamiklerine dokunmadan verebilecekleri tavizler olmalarıdır. Sistemi daha fazla yıpratmamak için Vietnam Savaşı gibi emperyal savaşlara son verilmesi de reform örnekleri arasındadır.
Ama böyle olması, reformların uğruna mücadele etmeye değer değişimler olmadıklarını göstermez. Eğer “mutlak bir devrim anı”, bugünden yarına büyük bir toplumsal dönüşüm hayal edilmiyorsa, devrimci dönüşümlerin bir dizi reform mücadelesi verilerek kazanılabileceği unutulmamalıdır. Bir grevin başarıya ulaşması, bir savaşın durdurulması, bir işyerinde kadınlara eşit ücret ve çalışma koşulları sağlanması, kota uygulanması, bir üniversitede öğrencilerin bölüm ve yurtlarda temsiliyet hakkı elde etmesi vs. hepsi birer reformdur.
Öyleyse, çoğu solcunun içine girdiği şu ikilem yanlıştır: Ya sınırlı ve sistemin özüne dokunmayan iyileştirmeler için mücadele etmek veya reform mücadelesini küçümseyerek “devrimci bir sistem mücadelesi” yürütmek.
Bazen hareketlerin kendisini destekleyen kitleleri reformlarlar için pazarlık unsuru olarak kullanması, reformların geçici ve geri alınabilir niteliği, çoğu zaman kazanılan ve kaybedilen şeyler arasında kazanılanlar lehine belirgin bir fark olmaması vs. etmenler solcuları reformları küçümsemeye iter. Bunun kısmen haklı bir nedeni de olabilir. Ama reformlara burun kıvırmak, sonuçta insanların gündelik yaşamlarındaki sorunlardan kopuk, marjinalleşen veya hareketsizleşen bir solcu topluluğunun oluşması tehlikesini de beraberinde getirecektir.
Bu sahte ikiliği (reform mu, yoksa devrim mi?) aşmanın yolu, reformist-olmayan reformlar düşüncesidir. Reformist-olmayan reform – reformist bir reformdan farklı olarak – kendini sadece belirli kazanımlar elde etmekle sınırlamaz. Daha önemli olan, kazanımlar elde edilirken ulaşılan örgütlülük ve bilinç düzeyidir; mücadele eden insanlarda özgüven oluşması, daha geniş kesimlere seslenme olanakları yaratılması ve egemen yapılar karşısında daha ileri kazanımlar elde edebilecek bir konuma gelinmesi, reformist-olmayan reformları ayırt edici özellikler olarak sayılabilir. Reformist-olmayan reformlar, radikal bir toplumsal dönüşüme giden yolun bir parçasıdır.
Notlar :
[1] Alanların birbirlerini yeniden üretmesinin aktivist stratejiler açısından taşıdığı önem hakkında daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. “Değişim Yolu: Toplumsal Dönüşüm için Aktivist Stratejiler”, Aram Yayıncılık, 2002, çev. Orhan Akalın.
[2] Katılımcı ekonomi vizyonunun çok ayrıntılı şekilde tartışıldığı bir kaynak için bkz. “Katılımcı Ekonomi: Kapitalizmden Sonra Yaşam”, Aram Yayıncılık, çev. Taylan Doğan, 2004.