BGST Yayınları, ünlü muhalif sosyal bilimci Immanuel Wallerstein’ın Sosyal Bilimleri Düşünmemek: 19. Yüzyıl Paradigmasının Sınırlarıadlı kitabının ikinci baskısını yayına hazırlıyor. Kitabın ilk baskısı, benim çevirimle 1999 yılında Avesta Yayınları tarafından yayımlanmış, ama yayınevinden kaynaklanan bir dizi sorun nedeniyle yeterli ilgiyi görmemişti.

Sosyal Bilimleri Düşünmemek [Unthinking Social Sciences, 1991] kitabının, ülkemizde Şirin Tekeli’nin çevirisiyle yayımlanan, Gulbenkian Komisyonu’nun hazırladığı Sosyal Bilimleri Açın raporunun [[dipnot1]] teorik arka planına Wallerstein tarafından yapılmış bir katkı niteliğinde olduğu söylenebilir. Nitekim, Wallerstein çok sayıda önemli sosyal bilimci ve doğa bilimcisinin bir araya geldiği Komisyon’un başkanlığını yapmıştı.

Sosyal Bilimleri Düşünmemek, sosyal bilimlerin içinde faaliyet gösterdiği paradigmalara yönelik radikal eleştiriler geliştiren bir çalışmadır. Sosyal bilimlerin, günümüz dünyasını açıklamak açısından son derece yetersiz öncüllere sahip disiplinler halinde kurumsallaştığını göstermeye çalışır. Mevcut kabulleri bütünüyle reddederek, sosyal bilimleri yeniden yapılandırmanın gerekliliğini vurgular. Bu yönüyle, içinde bulunduğumuz büyük dönüşümler çağında sistem karşıtı hareketlere yardımcı olmak üzere alternatif bilgi yapıları kurmak için yapılmış bir çağrıdır; öncelikle akademisyenlere yapılan bir çağrı olduğu için de, muhalif akademisyenlere dönük bir örgütlenme çağrısıdır aynı zamanda.

Kitap, mevcut sosyal bilimler paradigmalarının açmazlarını pek çok boyutuyla ortaya koyar. Örneğin, tarihçiler genellikle devletler gibi kurumsal yapıların arşivlerini esas alırlar. Böylece, ideolojik koşullanmaların da etkisiyle, tarihsel olarak nispeten yeni yapılanmalar olan ulus-devletleri, araştırmalarının temel analiz birimi haline getirirler. Bu durum zamanla öylesine sorgulanmaz bir ön kabule dönüşür ki, örneğin Fransız Devrimi, o dönem Fransa’sının sınırları içindeki ekonomik, toplumsal ve çoğunlukla da siyasi koşulların incelenmesiyle analiz edilir. Böylece, onsekizinci yüzyılın daha kapsamlı dönüşümleri, kapitalist üretim ve ticaret, nüfus yapıları, tarımsal üretimin durumu, uluslararası ilişkiler, Fransa’nın İngiltere’ye karşı giriştiği hegemonya mücadelesi, o sırada Batı Avrupa’yla sınırlı olan kapitalist dünya ekonomisi ve devletler sisteminde bir bütün olarak meydana gelen değişimler gibi görülmez. Sanki ayrı ayrı, bağımsız birimlermiş gibi düşünülen ulus-devletlerin kendi içindeki gelişmeler olarak okunur. Bunun sonucunda da çoğumuzun ezberinde yer etmiş olan tuhaf bir yoruma ulaşılır: 1789 Fransız Devrimi, feodal üretim ilişkilerinden kapitalist üretim ilişkilerine ve bu ilişkilere özgü siyasal yapılara geçişin yaşandığı tarihsel bir dönüm noktasıdır.

Gerçekten öyle miydi? Devrim öncesi Fransa’da kapitalist ilişkiler zaten ağır basmıyor muydu? Burjuvazi çoktan yönetime ortak olmamış mıydı? Peki öyleyse, niçin geniş kitlelerin harekete geçip krallık rejimini alaşağı ettiği bir devrim yaşandı? Ekonomik ilişkilerde temel bir dönüşümü temsil etmiyorsa, Fransız Devrimi’nin uzun vadeli önemi nereden kaynaklanıyordu?

Mevcut Sosyal Bilimler Paradigmasının Temel Açmazı: Toplumsal Yaşamı Ayrı Ayrı Dilimlere  (ya da Kompartımanlara) Bölmek

Sosyal Bilimleri Düşünmemek kitabında sosyal bilimlerin modern yapılanışına getirilen temel eleştiri ise, bizatihi soysal bilim disiplinlerinin temel varsayımını sorgular: Sanki modern toplumsal yaşam, ekonomi, farklı gruplar arasındaki ilişkiler ve kurumsal yapılar demek olan sosyoloji, kültürel çalışmalar, toplulukların yaşam biçimlerini konu alan antropoloji, uluslararası ilişkiler, ekoloji, toplumsal cinsiyet ve ataerkil yapı gibi ayrı ayrı dilimlere bölünmüştür; sosyal bilimciler de bu çalışma alanlarının sınırları içinde toplumsal gerçekliğin çeşitli veçhelerini kavramaya çalışmaktadırlar.

Wallerstein, 1930’larda tam da toplumsal-tarihsel gerçekliğin bu şekilde ayrıştırılmasına bir başkaldırı olarak gelişen Annalles Okulu’nun temel itirazını, sosyal bilimlerin modern yapılanışına genelleştirerek şu soruyu sorar: Peki toplumsal gerçekliği bu disiplinsel sınırlamaları verili kabul ederek açıklamak mümkün müdür?

Elbette bir de son derece önemli yöntem sorunları vardır. Örneğin bir sosyal bilim disiplini sayılmayan tarih geçmişteki olayları betimlemekle yetinmeli, sosyoloji ise modern toplumlara özgü genel yasaları keşfetmeye mi çalışmalıdır? Eğer toplumlar hep bir hareket ve değişim içindeyse, ama aynı zamanda –tarihsel dönemlere bağlı olarak sınırlı bir geçerliliği olmakla birlikte– belirli yasalara göre hareket ediyorsa, tarih ile sosyolojiyi radikal şekilde ayrıştırmanın toplumsal yaşamda bir karşılığı var mıdır? Toplumsal yapıları belirleyen belirli dönemlere özgü yasaları veya eğilimleri ortaya koymaya çalışıyorsak, bunu söz konusu yapıların geçirdiği tarihsel dönüşümlerini incelemeden yapabilir miyiz?

Immanuel Wallerstein eserlerinde önerdiği alternatif disiplini, “tarihsel sosyoloji” olarak adlandırır. Kast edilen, basitçe tarih ile diğer sosyal bilim disiplinlerinin çok-disiplinli bir çalışma anlayışı çerçevesinde bir araya gelmesi ve birbirlerinin eksiklerini kapatmaya çalışması değildir. Geliştirilmeye çalışılan alternatif araştırma paradigmaları, vaktiyle Annalles Okulu’nun kurucuları Marc Bloch ve Lucien Febvre’in, en bilinen örnek olarak da bu yönde en kapsamlı eserleri üretmiş olan Fernand Braudel’in ortaya koydukları modelden esinlenir: Bütünsel bir toplum bilim.

Bu yaklaşımı, fazlasıyla kabalaştırma riskini göze alarak, farklı uzmanlık alanlarında çalışan sosyal bilimcilerin hep ormana bakarak ağaçları incelemeleri, ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmamaları gerektiği şeklinde bir formülasyon olarak da tanımlayabiliriz. Ormana bakabilmek ise kolay değildir. Elbette sosyal bilimcilerin, eski dönemlerin “âlimleri” gibi her şeyi inceleyip bilmeleri gerekmez; zaten modern toplumsal gerçekliğin karmaşıklığı karşısında böyle bir beklentiye girmek gerçekçi olmaz. Ama sosyal bilimcilerden pek çok konuda asgari bir bilgiye sahip olmaları, başka alanları yakından takip etmeleri, inceledikleri “alan” ne olursa olsun onun başka birçok alanla yoğun bir etkileşim içinde olduğunun farkında olmaları, kendilerine dayatılan “disipliner sınırlamaları” kabul etmemeleri ve inceledikleri dönemi ve alanı daha bütünsel bir bağlam içinde kavrama çabasını elden bırakmamaları da beklenmelidir.

“Ben Falanca Dönemdeki Ekonomik İlişkileri” veya “Filanca Bölgedeki Toplumsal Cinsiyet İlişkilerini” veya “Falanca Tarihteki Milliyetçilik Akımlarını Araştırıyorum”, “Aynı Dönemdeki Başka Gelişmeleri Pek Bilmiyorum, Ama Böyle Rahatım”…

Sosyal bilimlere ilişkin bu entelektüel tartışmayı daha güncel örneklerle zenginleştirip son yıllarda dünyada ve Türkiye’deki gelişmeler karşısında sosyal bilim cephesinde nasıl bir tablonun ortaya çıktığına bakmak, sonra da muhalif çevrelerdeki araştırma pratiklerinde değinmek belki daha anlamlı olabilir.

Hepimizin bildiği gibi, sosyal bilim camiası belirli bir tarihsel dönem ve bölgedeki ekonomik ilişkileri iyice analiz etmeden ulus-devletlerin, ulusal anlatıların, bu anlatıların kendilerini meşrulaştırma biçimlerinin analizini yapmaya imkân tanıyor, hatta bu tür çalışmaları teşvik ediyor. Elbette bunun tersi de geçerli. Çoğu çalışmada ekonomik gelişmeler, büyüme rakamları, cari açıklar, Euro bölgesindeki ağır borç krizi vs. sanki içinde geliştikleri toplumsal, siyasal ve kültürel ortamdan ve küresel iklim değişikliğinden bağımsız göstergelermiş gibi ele alınıyor.

Belki şu örnek üzerinden ne demek istediğimi daha iyi açabilirim: Şu sıralar okuduğum Yeşil Ekonomi adlı kitapta [[dipnot2]] yer alan, Alain Lipietz’in “Korkular ve Umutlar: Liberal Üretkenlik Modelinin Krizi ve Yeşil Alternatif” başlıklı makalesi, bu bakımdan güzel bir karşı-örnek sunuyor. Lipietz bu makalede, 2008’de patlak veren küresel ekonomik krizi ele alırken, krizin sadece (Marksist kriz teorileri de dahil olmak üzere) ekonomik kriz teorileri çerçevesinde açıklanamayacağını öne sürüyor. Krizin, ekonomik, toplumsal ve ekolojik olmak üzere üç ayağının olduğunu söylüyor. Örneğin son yıllarda küresel iklim krizinden kaynaklanan Rusya, Ukrayna ve Avustralya’daki büyük kuraklıkların gıda fiyatlarını arttırdığını, böylece Kuzey Yarımküre’de hayatın pahalılaştığını ve ABD’de alt-orta sınıf mensuplarının ev (mortgage) kredilerini geri ödeyememesinde bu ekolojik faktörün önemli bir etkisinin olduğunu savunuyor. Ekolojik krizin etkilerinin artık kendini göstermeye başlamış olması nedeniyle, kapitalizmin mevcut krizden çıkabilmesi için 1929 Büyük Buhran sonrasında yapıldığı gibi basitçe yeni-Keynesçi politikalar önermenin artık işe yaramayacağını savunuyor. Halihazırda egemen olan standart ekonomi paradigması içinde muhtemelen böyle öncü bir çalışma yapılamazdı.  

Sosyal bilim camiasını evrensel ölçekte analiz edebilecek donanıma sahip değilim. Ama sınırlı bilgilerim ve izlenimlerinden hareketle şu soruyu ortaya atmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum: 2008’de Wall Street merkezli küresel finans krizi patlak verdiğinde ve çok geçmeden bütün gelişmiş kapitalist ülkeleri içine aldığında, diğer yandan da Aralık 2010’da başlayan Arap Baharı’yla yüz binlerce insan sokaklara dökülüp süreç içinde diktatörlük rejimlerine son verdiğinde, sosyal bilimler camiası neyle uğraşıyordu?

Sınırlı bilgilerime göre, örneğin sosyoloji alanında kolektif bellek çalışmaları, ulusal “anlatı” çalışmaları, mikro alan çalışmaları, çerçevesi dar şekilde çizilmiş, sorunun hayatiyetinin gerektirdiği toplum temelli bir bakıştan çok olguları revaçtaki bazı “teorik” modellere uydurmak üzere eğip büken etnik kimlikler ve ihtilaflar, çoğu kez incelenen dönemin veya bölgenin başka temel gerçekliklerinden ayrıştırılıp yalıtılmış toplumsal cinsiyet merkezli çalışmalar, “şiddet” konulu incelemeler, öznelliklerin nispeten dar alanlarda kültürel olarak nasıl “kurulduğu”nu ele alan araştırmalar revaçtaydı. Hatta bu alanlardan birisini çalışacağını belirten genç akademisyenlerin ABD’de iyi bir üniversitede doktora programına kabul edilmesi, başka konuları çalışacak olanlara göre epeyce yüksek bir olasılıktı.

Bunlar elbette önemli çalışmalar. İyi yapılan sosyal bilim çalışmaları o zamana dek üzerinde durulmamış olan verileri, ilişkileri, etkileşimleri gündeme taşıyabiliyor. Farklı ve verimli bakış açıları, kavrayışlar sunabiliyor. Zaten daha bütünsel bir model içeren araştırmaların ancak zengin spesifik alan çalışmalarıyla birlikte yürüyebileceği de tartışmasız bir zorunluluk. Fakat neyi kast ettiğim sanıyorum anlaşılıyordur. Pek çok kişiye göre, hâlâ devam eden ve ne zaman, nasıl sona ereceği tahmin edilemeyen 2008 küresel finans kriziyle birlikte geri dönüşsüz bir sürece girdik. Pek çok muhalif iktisatçı, yeni bir kapitalist büyüme modeline geçileceğini, neo-liberal modelin ömrünü doldurduğunu ve restorasyonunun artık mümkün olmadığını ileri sürüyor. Daha radikal ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin gerçekleşeceği bir döneme girdiğimizi öne sürenler de var.

Belki “Arap Baharı” diyerek fazlasıyla tek bir başlık altına sıkıştırdığımız Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk hareketlerinin ise, henüz demokratik bir devrimle sonuçlanmamış olsalar da, artık bu coğrafyada geri dönüşsüz biçimde dar oligarşik yapılara dayalı diktatörlükler döneminin sonunu getirmiş olduğu genel kabul gören bir tespit.

Son yıllarda yaşanan bu gelişmeler o kadar geniş yığınların yaşamını değiştirdi ki, sosyal bilimlerden ortaya çıkan bu dönüşümlerin ne anlama geldiğini, sonuçlarının neler olabileceğini analiz etmesini bekliyoruz. Fakat sorun şurada ki toplumsal yaşamı başarılı bir şekilde kompartımanlara ayırmış, neredeyse modaymış gibi belirli trendler etrafında yoğunlaşmış sosyal bilimler henüz bu dönüşümü analiz edebilecek donanıma sahip değil.

Diğer yandan, 1960’larda toplumsal hareketlerle birlikte sosyal bilimler alanında ortaya çıkan meydan okumalar, bütünsel tarih çalışmaları, toplumsal tarih çalışmaları, dünya-sistemleri okulunun uzun dönemli yapı ve konjonktür analizleri, toplumsal gerçekliğin pek çok katmanını birbirleriyle etkileşim içinde ele almak üzere gelişkin modeller oluşturma çabaları çoktan zamanını doldurmuş, kapsam bakımından haddini fazlasıyla aşmış, “eskimiş,” belki de hiç olmaması gereken girişimler muamelesi görüyor. 1960’larda başlayıp 1980’lere kadar etkisini sürdürmüş olan bu yenilikçi, tabiri caizse avangard akımların yerini, benzer bir misyona sahip, ama yenilenmiş öncüllerden hareket eden alternatif araştırma programlarının almakta olduğunu ise ne yazık ki söyleyemiyoruz.

Örneğin, mikro ölçekli alan çalışmalarından kalkılarak daha bütünsel bir bakış veya model geliştirmeye dönük çabalara pek tanık olmuyoruz. Elbette bütüne hâkim olabilmek kolay değil. Ama zaten bunun için F. Braudel çeşitli alanlarda uzmanlığa sahip tarihçi ve sosyal bilimcilerden katıldığı çalışma grupları kurulmasını önermişti. 1960 ve 70’lerde mikro alan çalışmaları, geliştirilecek bütünsel yaklaşıma birer katkı olacağı için önemsenirdi. Oysa günümüzde, belirli bir alana odaklanmış, bazen kalitesi hayli tartışmalı olabilen incelemeler, bütünlüklü bir kavrayış oluşturmak için güçlü bir donanıma sahip olmak amacından çok, akademide kariyer yapabilmenin zorunlu basamaklar gibi görülüyor ve yapılıyor.

Dünya yerinden oynasa da, şimdilik sosyal bilimler egemen eğilim itibariyle kendi dar, yalıtılmış, ama güvenli alanlarında, yani fildişi kulelerinde gezinmekten memnunmuş gibi görünüyor. Yani sosyal bilimlerde, aşırı bir noktaya ulaşmış uzmanlaşmanın arkasına sığınan ve başka alanlara yansımaları itibariyle ciddiye alınması gereken bir konformizmle karşı karşıyayız.

***

Bu yazının ikinci bölümünde, toplumsal alanı ayrı ayrı ve neredeyse bağlantısız dilimlere (ya da kompartımanlara) ayıran egemen sosyal bilim paradigmasının, muhalif çevrelerde yapılmaya çalışılan araştırma çalışmaları üzerindeki son derece olumsuz etkilerine değinmeye çalışacağım. Ardından, son on yılda ciddi bir dönüşüm geçiren Türkiye’nin yeni sosyo-ekonomik ve kültürel iklimini kavrayabilmek için asgari düzeyde nasıl bir çaba içinde olmamız gerektiğine odaklanmayı umuyorum.