‘’Mısırsız savaş, Suriyesiz barış olmaz.’’
GİRİŞ
Dünyadaki mücadeleler döngüsü özellikle 2010’un sonu itibariyle büyük bir hız kazandı. 17 Aralık 2010’da, Tunus’ta, sokak satıcısı (ki bilgisayar programcılığı eğitimi alan) Muhammed Bouazizi kendini yakarak hem bu döngüye hem de Arap devrimlerine başlama startı verdi. Aralık ayının sonunda bütün Tunus halkı Muhammed’in mesajını alarak ayağa kalkmıştı. “Bin Ali defol” sloganıyla simgelenen bu kalkışma aynı zamanda Tunus halkının da talebiydi. Kitlesel gösteriler ve halkın kararlılığı etkisini göstermiş ve Ocak ayının ortasında Zeynel Abidin Bin Ali daha fazla dayanamayarak gitmek zorunda kalmıştı. 2011 yılı Tunus halkının lehine bir gelişme ile başlamıştı. Kuzey Afrika’da çakılan bu kıvılcım etkisini kısa sürede göstererek Ortadoğu’da büyük bir yangına dönüşecekti. Tunus’tan sonra bayrağı Mısırlılar devralacaktı. Ocak ayının sonunda Mısırlılar Kahire’nin Tahrir Meydanı’nı işgal ederek devrim dalgasını yeni bir boyuta taşıyordu. Tam 0n sekiz gün süren ve geceli gündüzlü yüz binlerin işgaliyle devam eden temel slogan ve talep Hüsnü Mübarek’in gitmesiydi. Mısır halkı başarmıştı.
Devrimin dalga boyu uzamaya devam ediyordu. Diktatörlüklere karşı kitlesel eylem ve protestolar kısa sürede Bahreyn ve Yemen’e de sıçradı. Ordan da Libya ve Suriye de dahil olmak üzere Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayıldı. Metastazik etkisi güçlü olan ve “Arap Baharı” olarak anılan gelişmelerin halkların yazına dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda yapılan analizler muhtelif sayıda. Konumuz Ortadoğu’da ateşin kıvılcımının son sıçradığı yer olan Suriye olduğu için değerlendirmelerimizi Suriye üzerinden yapacağız. Bunun için dosya kapsamını oldukça geniş tuttuk. Suriye’yi enine boyuna irdeleyen yazımızın sürecin daha doğru değerlendirilmesinde katkı da bulunmasını diliyoruz.
BÖLÜM I
15 Mart 2011’e gelene kadar Suriye neydi, ne oldu?
A- Arap Cumhuriyeti’ nin Kuruluşu ve Baas Rejimi
Suriye Arap Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan ettiği 1946 yılından önce, Fransızların manda yönetimindeydi. Fransız mandası öncesinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan araştırmalar ve alınan kararlar, bağımsızlığın şeklini ve alanını belirledi. Bu temelde François Georges-Picot ve Albay Sir Mark Sykes Osmanlı’nın Doğu Akdeniz’deki toprakları konusunda bir rapor hazırladılar ve bu rapor coğrafyayı parçalara bölen bir rapordu. Hazırladıkları bu rapor daha sonra anlaşma olarak kabul edildi. Bu anlaşmaya göre Şam, Humus, Hama, Halep ve Musul Fransa nüfuzu altında kalacak İngiltere ise Şam’ın güneyinden Kerkük’ün kuzeyine kadar olan bölgede hüküm sürecekti.
Fransa işgali altındaki bu topraklarda böl-yönet politikası çerçevesinde tüm gruplara ayrı haklar tanıdı. Dürziler, Nusayriler, Maruniler Fransız himayesinde ayrıcalıklı haklara tabi bırakıldılar. Muhalefet olabileceği düşünülen Kürtlere karşı ayrıcalıklı bir durum tanınmadı. dönem itibariyle dini gruplar üzerinden kurulan çoklu denge taktiği Kürtleri denklem dışı bırakıyordu.Kürtlerin bir güç olmasını de istemeyen emperyal güçler bir asır sürecek bir sorunun da müsebibi durumuna düşeceklerdi. Durumu Kabul etmeyen Kürtlerden ilk talep 1928 yılında özerk bir statü talebiyle kendini gösterdi ama bu talep Kürtlerin dini bir grup olmadığı gerekçesiyle, Fransız manda yönetimi tarafından kabul edilmedi.
Fransız mandası döneminde dini gruplar, özellikle Katolikler ve Maruniler güçlendirildiler. Bu dini gruplara “özerk yönetim” hakkı tanındı. Bunlar için Cizvit papazları açılan Latin ruhban okullarında eğitim verdiler. Fransız çıkarlarını koruma adına terbiyeden geçirildiler. İngilizler de buna müteakip Dürzi ve Nusayrilere yöneldi. Azınlık dini grupların güçlenmesi bağımsızlık sonrası da devam edecek ve özellikle Hafız Esad dönemi sonrası ülke nüfusunun yüzde onuna tekabül eden Nusayriler ülkede hakim güç haline geleceklerdi.
Fransa 1936 yılına gelindiğinde karşısında iki ayrı tehdit gördü. Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya. Savaşlar nedeniyle istikrarsız bir ekonomiye ve değersiz bir para birimine sahip Fransa’nın Ortadoğu’daki çıkarları tehlike altına girdi. Mevcut yönetimlerin kendilerine karşı sadık kalarak varlıklarını devam ettirmeleri şüpheliydi. Bu arada özerklik verdiği gruplar arasında Suriye ile birleşip birleşmeme tartışmaları yapılmaktaydı. Aynı dönemlerde ve öncesin Arap halkları arasında birliğin olması gerekliliği etrafında düşünceler kuvvetlenmiş ve harekete dönüşen oluşumlar meydana gelmiştir. Yine 1944 yılında Arap Birliği kurulma çalışmaları başladı ve yapılan konferanslar sonrasında da kuruluşunu ilan etti. Suriye’de faaliyet gösteren oluşumların yoğun çabaları sonucu Suriye, birliğe üye olarak kabul edildi. Fransa bu gelişme ile şimdi de başka bir oluşum ile de karşı karşıya kaldı. İngiltere’nin Fransa’nın Suriye’den çıkması yönündeki baskıları sonucu son askeri birliklerin ülkeden çıktığı gün olan 17 Nisan 1946’da Suriye resmen bağımsız bir ülke oldu.
Bağımsızlık mücadelesi verildiği yıllar boyunca “Halk Cephesi” etkili bir siyasi hareket oldu. Yine “Suriye Sosyalist Milliyetçi Partisi” , Beyrut’taki öğrencilerin gizli bir partisi olarak 1932’de Antun Saada tarafından kuruldu. Suriye Kominist Partisi’nin kuruluşu da 1924’te tamamlanmıştı. 1939 yılında “Suriye Gençlik Partisi” kuruldu. Suriye’de olan bu çok partili oluşumların yanında Suriye’deki “Müslüman Kardeşler”, Halep’te “Mısır Müslüman Kardeşler” hareketinin bir kolu olarak kuruldu. Daha sonra Hama’da büyük bir güce ulaştı.
1946 yılına kadar daha çok entelektüel bir öğrenci hareketi olan bir grup, Arap Baas Partisi’ni kurdu. Partinin kurucuları Mişel Eflak ve Salah Bitar’dır. Baas ismini ilk kez kullanan Zeki Arsuzi oldu. Ancak Zeki Arsuzi,- Baas Partisi ile görüş ayrılıkları çok derin olmasa da- kişisel sorunlar nedeniyle Baas Partisi oluşumundan yer almadı. Bağımsızlık sonrasında 1947’de Baas Partisi, siyasi bir parti haline geldi ve kongresini gerçekleştirdi. Mişel Eflak, Baas Partisi’nin genel sekreteri seçildi. Baas Partisi , hem Arap milliyetçiliğini hem de sosyalizmin etkilerini içinde barındıran melez bir ideolojiye sahipti.
Araplar arasındaki birliğin, Arap halklarının özgürlüğünün teminatı olacağını ve idarenin asla belli bir grubun tekeline girmeyeceği deklare eden Baas Partisi, iktidarı ele geçirince bu deklarasyonunu hiçe sayacaktı.
Bölgeye yapılacağı düşünülen bir işgal hareketine harşı birlik olma adına Suriye ile Mısır 1952 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdular. Mısırda, Hür subaylar ordusu hükümete el koyup monarşiye son verdiğini ilan ediyordu ( Şu an var olan Free Syrian Army, Özgür ya da Hür Suriye Ordusu olarak adlandırılıyor. ) Hazırlık yapılmadan yapılan bu birleşme 1961’de son buldu ve BAC dağıldı. Tekrar eski sınırlara dönüldü. 1961 yılında Barzani isyanının başlamasıyla endişe duyan Nasırcı-Baasçı ve bağımsız subaylar isyanın Suriye’deki Kürtlere ulaşmasını engelleme adına 1963’te darbe yapıp iktidarı ele geçirdiler. Aradan geçen üç yıl içerisinde Suriye’de istikrar sağlanamadı. Bunu da bahane eden neo-baas anlayışına sahip askerlerden Salah Cedit ve Hafız Esad bir darbe ile iktidarı ele geçirdi.Birçok Baas yöneticisi tutuklandı. Baas partisinin otoriteryen bir meyilde değiştiği hissedilmeye başlandı. Bu darbe üzerine Baas Partisi kurucularından Mişel Eflak, “Baası artık tanıyamıyorum’’ diyecekti. Ve 1970 yılına gelindiğinde Hafız Esad birlikte darbe yaptığı Salah Cedit’e karşı da darbe yaparak ülkenin başına geçecekti.
Hafız Esad döneminde ülkedeki önemli kurumlara Nusayriler yerleştirilmeye başlandı. Günümüze kadar sürecek ciddi bir Nusayri bürokrasisi o zamadan başlanarak oluşturuldu. Hafız Esad öneminde Suriye’de muhalefet susturuldu. Kendisine karşı muhalefeti engelleme adına tutuklamalar gerçekleştirildi. Müslüman Kardeşlere yönelik olarak yasa çıkartıldı ve Müslüman Kardeşlere üye olmanın idamla yargılanma gerekçesi olacağı belirtil.
Hafız Esad yukarıda anılan baskı ve zor yöntemleriyle yetinmedi. Her diktatoryal yönetim gibi katliamlara yöneldi. Muhalefeti engellemek adına yaptığı en büyük eylem 1982’de Hama da Müslüman Kardeşler’e üye olduğu iddiasıyla otuz bine yakın kişiyi öldürmesidir. Bu katliamdan sonra muhalefet tamamen susma noktasına geldi ve birçok kişi ülkeyi terk etti. Var olanları da sindirme politikası ile bastırdı.
Beşar Esad Dönemi
Hafız Esad 2000’li yıllara kadar yönetimde kaldı. Kendisinden sonra iktidara gelmesi için yetiştirdiği oğlu, Basil Esad şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bunun üzerine İngiltere’de olan oğlu Beşar’ı yetişmesi için Suriye’ye çağırdı. Beşar, orduya asker olarak girdi. 2000 yılında babasının ölümü üzerine de, devlet başkanı için var olan yaş sınırı değiştirildi ve Beşar Esad , devlet başkanlığını babasından devraldı.
Beşar Esad adı 2000’li yıllarda aynı zamanda Suriye’de barışın da adı oldu. Ama bu umut çok uzun sürmedi. Siyasi partileri kanununda değişiklik isteyen, hak talebinde bulunan onlarca Suriyeli imzalar toplayıp Beşar Esad’a taleplerini ilettiler. Taleplerin karşılık bulmaması bir yana bir çok muhalif yayınladıklaı bildirler nedeniyle tutuklandı. Bir çoğu da ülkeyi terketmek zorunda kaldı.Bu dönemde bölgede bir gündemi vardı: Savaş !
Irak’a müdahale etmek isteyen ABD, yaptığı tüm görüşmeler sonucunda, Suriye’yi kendi tarafında bir müttefike dönüştüremeyince Suriye aleyhine propagandaya başladı. Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermek için faaliyetlere başladı. Bu faaliyetler sonucunda BM 2 Nisan 2004’te “1559 sayılı kararını” çıkardı ve Suriye’ye Lübnan’daki tüm askerlerini çekmesini önerdi. Başbakan Hariri’nin Suriye Devleti’nin Lübnan’daki varlığına son vermesi gerektiği demeçleri sonrasında, Hariri suikasti gerçekleşti. 15 Şubat 2005’te suikaste maruz kalan Hariri’nin Esad tarafından öldürüldüğü o günlerde en çok konuşulan konuydu. Bunun üzerinde BM, olayın incelenmesi için bir komisyon kurarak, bir rapor hazırladı. BM tarafından görevlendirilen Alman Savcı Detlev Mehlis, tarafından hazırlanan raporda, ”14 şubat 2005 tarihindeki suikast kapsamlı bir örgütü, kayda değer kaynakları ve kabiliyetleri olan bir grup tarafından düzenlenmiştir” denildi. Mehlis, raporunun basına sızan ilk versiyonunda suikastın Beşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad ve Eniştesi Asıf Şevket tarafından planlandığı ifade edilmekteydi. Ama daha sonra rapor bambaşka bir boyutta karşımıza çıkacaktır.
Suikast öncesinde Aralık 2004’te Başbakan Erdoğan Suriye’ye ilk ziyaretini gerekçekleştirdi. Bütün dünyanın Suriye’ye kapılarına kapatan bir anda gelen bu hamle aynı zamanda Erdoğan’ın Arap coğrafyasında oluşturmak istediği imajın ilk halkasıydı. Bütün Arap coğrafyası, Arap halkına batının kapattığı bu kapıları, Erdoğan’ın açmaya geldiğini düşündü. Hatta Suriyeli akademisyen Mrevan Kablavi, Erdoğan’ın 2004 yılındaki ziyaretiyle ilgili şöyle söyledi: “Lübnan sorununu bahane eden güçlerin asıl odaklandığıpolitika Suriye rejimini devirmekti. Suriye kendi içinde bir savunma politikasına yönelirken çevresindeittifak yapabileceği ülkelerin bulunmadığı görmüştü. Türkiye’nin ziyareti işte tam da böyle bir ortamda gerçekleştiğinden önemli olduğu kadar tarihi olmuştur”.
Mehlis raporunun basına sızan ilk halinden, iki ay sonra da dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Suriye’ye yüksek işbirliği anlaşmalarının temellerinin atılması için Suriye’deydi. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin Arap coğrafyasında daha fazla nüfuz edebilmesinin kapılarını araladı. Karşılıklı anlaşmalar yapıldı, bakanlar kurulu düzeyinde işbirliği teşkilatları kuruldu. İlişki o kadar çok ileri boyutlara vardı ki, diplomatik ilşki yerini kardeşlik ilişkisine bırakıyordu. Ta ki, 15 Mart 2011’de başlayan ayaklanmalara kadar. İlk zamanlarda yaşananlara rağmen devam eden kardeşlik hukuku, çok fazla sürmedi ve Suriye ile ipler koptu. Yıllarca devam eden “kardeşlik” söylemi yerini “diktatörlük” söylemlerine bıraktı. Oysa Esad, önce de diktatördü.
B- Bir “Kabil” olarak AKP ve Üçlü Mekanizma
15 Mart 2011’de Suriye halkı, Beşar Esad yönetiminin artık bırakması gerektiğine olan inancıyla eylemlere başladı. Cuma günleri namaz çıkışlarında eylemler düzenlediler ve bu eylemler Suriye’nin her yerine yayıldı. Buna karşın Esad’ın tutumu ise gösterileri şiddetle bastırmak oldu. Başta Türkiye olmak üzere, birçok ülke Suriye’de ayaklanmaların bu aşamaya geleceğini tahmin etmemekteydi. Belki, gösteriler sivil halkın inisiyatifinde ilerleseydi gelmeyecekti de. Türkiye, ayaklanmanın ciddiyetini kavrayamadığı için 15 Mart 2011 sonrasında Suriye ile iki anlaşma imzaladı. Bunlar 6233 ve 6235 sayılı kanunlarla yasalaşan anlaşmalar. 6235 sayılı anlaşma denizcilik temelinde imzalanırken, 6233 sayılı anlaşma 1998 Adana Mutabakatları esas alınarak imzalanan ilk ‘’Terörle Mücadele’’ anlaşmasıydı. Ve bu anlaşma da ayaklanma sonrasına denk geldi. Bu aşamada Türkiye’nin halen daha durumun ciddiyetini farkedemediğini söylemek mümkün.
Halk ayaklanması belli bir fonda ilerlerken, ABD 6 Kasım seçimleri nedeniyle konuya ilk elden müdahil olmadı. Bunun yerine müdahaleci tavrını en başta Arap Birliği üzerinden şekillendirmeye çalıştı. Arap halklarının birliğini sağlama ve Siyonizmle mücadele amacıyla kurulan birliğin bu işlevinden çok uzak olduğu, Filistin sorununda etkin rol almamasından bilinmekteydi
Arap Birliği ilk iş olarak Suriye’yi birlikten çıkarmkla işe başladı. Kasım 2011’de Katar’ın birliğe sunduğu öneri üzerine Suriye birlikten çıkarıldı. Bu birliğin aldığı ilk ciddi karardı. Nitekim birliğin Suriye politikası da ABD’nin yönlendirmesiyle Katar ve Suudi Arabistan üzerinden gerçekleşmeye başladı. Fakat bu iki ülkenin yeni muhalefeti örgütleme görevinde çok fazla söz sahibi olamaması nedeniyle, Türkiye bu ikiliye üçüncü güç olarak monte edildi. Ve sonuçta 6 Kasım 2012’ye kadar Suriye ile ilgili politikaların sürdürücüsü olan bu üçlü, yeni muhalefeti şekillendirmeden silahlandırmaya kadar tüm görevleri üstlendiler.
Türkiye’nin bu mekanizmaya dâhil olmasıyla “Suriye’nin dostları” adlı toplantılar başladı. İstanbul’da, Duho’da, Kahire’de, Paris’te toplantılar yapıldı. Suriye dışında yaşayan ne kadar Suriyeli varsa konuşuldu ve Suriye Ulusal Konseyi kuruldu. Konseyin ilk geçici başkanlığına Burhan Galyun seçildi. Burhan Galyun Sourborne’de bir profesör olması ve bu anlamda konuşmalarının entelektüel bir çizgide ilerlediği ve siyaset dilini içermediği gerekçesiyle eleştirildi. İşin aslı konseyin tarihi bu eleştirilerle doludur. Çünkü konseyin Suriye’de üzerinde oturduğu bir taban hiç olmadı. Galyun’u karizmatik bir lidere dönüştürmek isteyen konsey, tabansızlık eleştirilerine dayanamadı. Üçlü mekanizmanın da teşviki ile, Suriye’de örgütlenen Kürtler hedef seçildi ve konseyin olabilecek gerçek tabanı olarak görüldü. Bu anlamda bir Kürt üyeyi başkanlığa getirmenin daha akıllıca bir hamle olacağı kurnazlığıyla Abdülbasit Seyda konsey başkanlığına getirildi. Konseyin bu anlayışını Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu 6 Haziran 2012’de kendisiyle ilgili gensoru önergesi görüşmelerinde şu şekilde dile getirdi:
“ (…) Açıklayacağım. Suriye Ulusal Konseyi, Suriye’nin geleceğiyle ilgili Suriye’li partilerin, grupların oluşturduğu bir yapıdır. Biz onlara müdahil olmayız ancak şunu söyleyeyim, demek ki size bilgiler ulaşmıyor: Şu anda Suriye Ulusal Konseyi Başkanlık seçimiyle ilgili bir süreç işliyor. En kuvvetli adaylardan birinin de Kürt kökenli Seyda Abdulbasit olduğu biliniyor, en kuvvetli… Muhtemelen de Suriye Ulusal Konseyi’nin başına bir Kürt gelebilir. Bizim için Suriye’nin başında kimin olduğu, hangi etnik veya mezhebî temelde olduğu değil, Suriyeli olması yeterlidir, kardeşimiz olması yeterlidir. Özellikle de Kürt kardeşlerimizin, gerek Suriye’de gerek Irak’ta, sisteme mümkün olduğu kadar fazla girmesini hep teşvik ettik. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’yle de ilişkilerimizi bunun için geliştirdik. Kürt kardeşlerimize yapılacak her haksızlığı kendimize yapılmış haksızlık olarak görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşları dışındaki Kürt kardeşlerimizi kastediyorum. Bu konuda Türkiye’nin politikası, ilkesi açıktır. Biz, kadim bir kardeşliği savuna geldik, ebediyete kadar da bu kardeşliği savunacağız. Buraya, bu kardeşliğe fitne sokmak isteyenlere de izin vermeyeceğiz. (TBMM 24 dönem 2. Yasama yılı genel kurul tutanakları 116. Birleşim)
Fakat konseyin Kürt başkan ile Suriye’deki Kürt halkının da desteğini yanına alma girişimi başarısızlıkla sonuçlandı.
Konseyin kendine taban bulma girişimleri devam etti. Ve ayrıca kendilerini nasıl finanse edeceklerini de tartışmaya açtılar. Katar ve Suudi Arabistan kesenin onlara sonuna kadar açık olduğunu bildirdi. 1 Nisan’da İstanbul’da düzenlenen toplantıda ise silahlı muhalefetin maaşa bağlanmasına karar verildi. Ve böylece ÖSO maaşa bağlandı. Burada belki biraz da ÖSO’nun nasıl oluştuğu noktasında birkaç cümleyle değinmek faydalı olacaktır.
Ayaklanmanın başlamasıyla Esad ordusundan ayrılan askerler Özgür Suriye Ordusu adı altında bir birlik kurduklarını açıkladılar ve uluslar arası kamuoyundan destek beklediler. Beklenen destek üçlü mekanizmadan geldi. Başta Türkiye, kendi topraklarını açtı. Bu gruplara Önce Hatay Reyhanlı’da bir kamp kuruldu. Bu kamplarda nelerin yaşandığını, ÖSO militanlarına nasıl bir eğitim verildiği halen bilinmemektedir.
ÖSO her zaman kamuoyuna yekpare bir yapı olarak lanse edildi. Durumun öyle olmadığını belirtmek gerekir. Suriye’de yaşayan tüm kesimler Kürtler, Selefiler, Araplar silahlanmaya başladılar. Kürtler de dahil olmak üzere Suriye’de yaşayan bütün halklar silahlanmayı kendilerini koruma amacıyla seçtiler. Gerek Şebbihaların yaptıkları kıyımlar, gerekse üstlenilmeyen katliamlar halkları bu yola iten nedenlerin başında geldi.
Silahlanmada bütün halkları kararlaşmaya iten nokta ise ülkelerin başta da adı geçen üçlü mekanizmanın ÖSO’nu silahlandırmasıyla başladı. ÖSO’nun silahlanması ve genişlemesi, silahlanıp Suriye’ye sızan/sızdırılan grupların gerçekleşen katliamlar üzerinden, kendilerine yöneltilen şüpheleri bertaraf edememesi nedeniyle, halklar silahlanma ve özsavunma güçlerine hız kattılar.
ÖSO başlangıçta sadece ordudan ayrılanların oluşturdukları bir örgüt iken, daha sonra kurulan silahlı gruplar nedeniyle de oldukça genişledi. Özellikle yapılan cihat çağrıları ve ülkeler tarafından örgütlenen silahlı çeteler, bu grupların artmasına neden oldu.Çoğu zaman bu gruplar ÖSO militanları olarak eylemlerini gerçekleştirdiler, halen de bu durum devam etmektedir. ÖSO, bir çok yerde bu grupların eylemlerini üstlenmedi ve bu gruplarla bağının olmadığını açıkladı.Silahlı çetelerin etkinliklerinin artmasıyla El-Kaide ile ilişkili örgütlerde Suriye’ye sızmaya başladı. Tabi CIA’in Türkiye-Suriye sınırında El-Kaide militanlarının kontrollü geçişine imkan sağlayan uygulamalarına dair iddiaları saymazsak, buna sızma deyip geçebiliriz.
Muhalefeti silahlandırmak, Suriye özelinde sıkıntılı bir sürecin başlangıcı oldu. Elbette ki, halklar kendini Şebbiha’ların veya İstihbarat örgütlerinin düzenledikleri saldırılara karşı koruması burada tartışılamaz. Ama silahlı çetelerin yaratılması Suriye’deki ayaklanmaya büyük bir darbe indirdi. 15 Mart’ta sokaklara dökülen halk, Tahrir meydanında yaşananlardan etkilenen, kendi ülkelerinin de bir an önce özgürleşmesini isteyen ve Esad’dan kurtulmak isteyen kitlelerdi. Ama çetelerin silahlandırılması, bu insanların inançlarını zedeledi. Silahların baskın güç olmasıyla da bu insanlar evlerine çekildiler. Bu nedenle de oluşturulan SUK ve ÖSO asla gerekli halk desteğine kavuşamadı.
Bir diğer nokta ise Suriye’deki demokratik muhalefetin yıllardır devam eden, siyasi çözüm çabalarının göz ardı edilmesi oldu. Şam Bildirgesi, 99’lar Bildirgesi, 1000’ler bildirgeleri yayınlayan muhalfetin temel amaçları; siyasetin önünün açılması ve demokratik bir Suriye’nin inşası için çaba harcayan muhalefete bu imkanın yaratılmasıydı. Surie muhalefeti bu bildirgelerle Suriye’deki sorunlara hep siyasi bir çözüm önerdiler ve silahlı bir mücadeleyi ikincil plana ittiler. Çetelerin silahlanmasını ve halkı şiddette boğan tüm bu uygulamalara da halen daha karşılar. Bu muhalefetin, ikincil plana itilmesi, muhalefetin tabanının da ayaklanmalardan çekilmesine neden oldu.
Üçlü mekanizmanın baskılarıyla kurulan SUK, işte tamda bu iki nedenle Suriye’de bir halk tabanı bulamadı. Suriye halkından olmayan mobil savaş ekiplerinin desteklenmesine de asla sıcak bakmadılar. Ortadoğu’da başlayan halk hareketleriyle birlikte mobil bir savaş ekibi de ortaya çıktı. Cihad çağrısıyla bir araya geldiklerini deklare etseler de nasıl ve kimler tarafından oluşturulduğu belli olmayan bir grup olması kafaları daha da karıştırıyordu. Özellikle Libya’da savaştıkları ve sonrasında Suriye’ye geçtikleri, burada da ÖSO adına savaş yürüttükleri kendileri hakkında en çok bilinen iddialar.
C. ABD’nin Sürece Aktif Müdahalesi
6 Kasım ABD seçimleri öncesinde SUK’nin bir türlü taban bulamamasına ABD ilk açıklamayı Dışişleri Bakanı Hillary Clinton aracılığıyla yaptı ve konseyin Suriye halkının tüm kesimlerini temsil etmekten uzak bir yapıda olduğunu deklare etti. Bunun üzerine yeni bir koalisyon oluşturup başından beri eksik kalan halk desteğini sağlamayı amaçladılar. Yeni kurulan koalisyonda Suriye Kürtlerinin yüzde altmış desteğine sahip olan PYD’yi bu denklemin dışında tutma çabaları kuruluş aşamasında devam etti. Bireysel haklar temelinde PYD’nin de koalisyon içinde olmasını isteyen ABD’nin bu isteğine karşı PYD, Kürtlerin “özerklik statüsü” kabul edilmeden böyle bir yapılanma içinde olmayacaklarını belirtti. Yeni kurulan koalisyona “Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu” adı verildi. Başından beri desteklenen SUK’de bu koalisyonun bir bileşeni olarak varlığını sürdürmektedir.
SMDK’nın kuruluşu salt temsiliyeti daha geniş tutma temelinde bir sonuca yol açmadı. Suriye’de muhalefeti örgütleme görevini sürdüren üçlü mekanizma da bu yapılanmada etkin güç olmaktan çıkarıldı. ABD’nin seçimler nedeniyle bu mekanizmayı işler kıldığı belirtilen bir durumdu. Ama salt bu amaçla olmadığını gösteren de bir çok neden var. Bunlardan en önemlisi ABD’nin Suriye’nin konumunun Ortadoğu’da ne demek olduğunu bilmesidir. Suriye’de oluşabilecek yeni bir yapılanmanın Ortadoğu’daki yapılanmaya doğrudan etkiler sunacağı salt ABD’nin değil bir çok analistin de görüşüdür. Bu konuda Abdullah Öcalan’ın belirlemesi de çarpıcıdır.“Teorilerin her yerde üretilebileceğini, ama kurumsallaşmasını Suriye’de gerçekleştireceğini” belirtir. Suriye’de kurumsallaşamayan bir yapının da Ortadoğu’da yaşam şansının olmadığını belirten tespitleri vardır. Yine son dönemlerde Suriye’deki duruma ilişkin analizler yapan gazeteciler, Arap Baharı olarak başlayan sürecin, Suriye’de nihayete ulaşacağını ve Suriye’deki yeni yapılanmanın da Arap Baharı yaşayan ülkeler için referans olacağına vurgu yapmaktadırlar.
Yeni kurulan SMDK ile birlikte SUK içinde de dönüşümler yaşandı ve yeni seçimlerde Müslüman Kardeşler , adayını çekmesiyle birlikte daha önce de konsey başkanlığı için adı geçen ve devrede olan üçlü mekanizma nedeniyle başkanlığına sıcak bakılmayan Süryani Aday George Sabra, konsey başkanlığına seçildi. George Sabra , Suriye’deki bütün kesimlere hitap edeceği belirtilen bir isim. Daha önce adaylığının gündemden düşürülmesinin nedeni de üçlü mekanizmanın Sünni ekseninden çıkmak istememesi yatmaktaydı. SMDK’da bu üçlü mekanizmanın daha fazla etkili olmaması adına Süryani adayın seçildiği de belirtilen bir diğer husus. Ama bu hususun SMDK kurulmasından sonra kendiliğinden devre dışı olan bir konu olduğunu da belirtmek gerekir. SMDK başkanlığına eski Emevi Camii imamı, Muaz El-Hatip getirildi. Muaz El-Hatip’in, dengeler arasındaki koordinasyonu sağlayacağına dair inanç ise oldukça yüksek.
Baştan bu yana görüldüğü gibi, Suriye’de oluşturulmak istenen muhalefet çok parçalı ve bir taban sahip değil. Tüm bu yapılanmaların esasında temel amaçları da halk desteğini sağlama ve güçlü bir lider arayışı. Şu an için halen daha bu iki amaç sağlanmış değil.
Suriye’de ayaklanmaların başından bu yana, Kürtler kendi bölgelerinde yaşayan halklarla birlikte öz örgütlülük temelinde yapılar oluşturmaya başladılar. Bugün Suriye Kürdistanında yani Rojava’da Kürtlerle birlikte yaşayan diğer tüm halklar kurulan halk meclislerinde eşit temsiliyet temelinde bulunuyorlar. Suriye’nin diğer bölgelerine göre Rojava şu an güvenli bölge konumunda. Rojava’da, tarihsel birkaç noktaya değinmek gerekiyor.
BÖLÜM II
SOFRASI KALKMAYAN EV: ROJAVA
Foto: Bağımsız Araştırmalar ve Politikalar Merkezi
20. Yüzyılın başlarından günümüze kadar Suriye’deki hakim güçlerin Kürtlere yönelik politikalarına baktığımızda ve kimliksizleştirerek böl-parçala-yönet politikasının oldukça baskın olduğunu söylemek mümkün. Yüzyıl başlarında İngiltere -Fransa arasındaki Sykes-picot anlaşmasıyla, İngiltere ve Fransa kendilerine karşı olabilecek birleşmeleri engellemek için Kürtleri dört parçaya ayırdılar. Sykes-Picot Anlaşması’nı temel alarak yapılan düzenlemeler sonucunda Büyük Britanya, bugünkü Irak, Ürdün, Filistin (İsrail dâhil), Arabistan topraklarını ve Basra Körfezi’ni; Fransa ise bugünkü Suriye ve Lübnan topraklarını ve Hatay’ı himayesine aldı. Suriye’de Fransız manda yönetimi kuruldu.
Suriye Kürtleri, 1928 yılında manda yönetimine yaptıkları başvuru sonucunda özerklik taleplerini dile getirdiler. Bu taleplerde anadilde eğitim, Kürt bölgelerine Kürt yöneticilerin atanması ve bölgelerde Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesiydi. Ancak Fransa dini azınlıklara özerklik vermesine karşın, Kürtlerin özerklik talebini kabul etmedi. Suriyede kurdukları çok dengeli manda sisteminin dengesini bozmamak ve Türkiye’nin tepkisini çekmemek için Kürtlere sırtlarını döndüler. Kürtler arasındaki bölünmüşlükten de kaynaklı bu talep karşılık bulmadı, bulamadı.
1925 Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra birçok Kürt Suriye’ye göç etti. Asıl amacı Kuzey Kurdistan’da silahlı bir mücadele başlatmak olan Xoybun Partisi (1927-1930) Suriye’de örgütlendi.
Fransa Kürtlerin desteğini almak adına bu örgütlenmeye cepheden karşı durmadı. Bu dönemde Rojava’da anadilde gazete çıkarmaya başladılar. 2. Dünya savaşından sonra Suriye’ye gelen İngilizler de, Fransız manda yönetimi yayın organı olan Levant radyosunda, Kürtçe yayın yapmaya başladı. Kürtlerin siyasi taleplerini karşılamamalarının yanında bazı haklarının engellenmemesine razı oldular. Kürtlere karşı uygulanan bu politika, daha çok stratejik uygulamalar olarak başladı ve bir yüzyıla yakın bu şekilde devam etti. Kürtlere karşıdan cephe almak yerine, sistematik olmayan uygulamalarda bulunarak baskı,zor ve inkar politikaları yüzyıla yakın bir dönem biçim değiştirerek devam etti. Ama bugüne kadar asla yasal anlamda Kürtlerin varlığına ilişkin herhangi bir hak tanımı yapılmadı.
1946-1970 Dönemi
İlk yıllarda milliyetçi hükümetler Kürtler kadar Ermeniler, Yahudiler ve Süryanileri de kültürel ve azınlık haklarından mahrum eden uygulamalarda bulundular. Arapça olmayan işletme isimlerinin araplaştırılması, kamuya açık toplantı ve kutlama gibi etkinliklerde Arapça kullanılmasının mecburileştirilmesi bulardan bazılarıdır. Kürtleri hedefleyen kısıtlayıcı politikalar, 1954 yılından sonra başladı. 1954-1958 yılları arasında Kürtçe plak ve kaset gibi müzik ürünleri toplatıldı, bunları bulunduranlar hapse atıldı. Mısır ve Suriye’nin kurduğu BAC( Birleşik Arap Cumhuriyeti)’la beraber baskı sistematik bir rutine oturtulmaya çalışıldı ve buna bağlı olarak 1958 yılında Kürtçe müzik ve yayın resmen yasaklandı. İlk Kürt siyasi partisinin kurulması da bu döneme rastlar. Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (SKDP) 1957 yılında kuruldu.
Temel olarak hedefleri Kürtlerin azınlıksal tüm haklarını kazanmaktı. Ve en temel amacı birleşik bir Kürdistan’ın kurulmasıydı. BAC’ın 1958 yılında kurulmasıyla SKDP kapatıldı ve yöneticileri tutuklandı. BAC, 1963 yılında dağıldıktan sonra SKDP üyeleri tekrar toparlanmaya çalıştılar ama bölünmeler nedeniyle tekrar toparlanamadılar.
1960 lara kadar Kürtlerin örgütlenme çalışmaları devam etti. Bu yıllarda Kürtlere karşı üç büyük uygulama yapıldı:
(1) 1962 yılında Haseki’de yapılan ve amacının Türkiye’den gelenleri tespit olduğu söylenen seçimler sonrasında yaklaşık 120 bin Kürdün kimliği ellerinden alındı. Ayrıca askerlik yaşı gelenler uygulamaya tezat olarak askere alınmıştır. 1946’da manda yönetiminin sınır hattını iyi koruması dolayısyla gerçekleşmeyen sızmalar daha sonrasında aksaklıklar nedeniyle tam korunmayan ,sınırlardan yoğun bir geçiş olduğu ve amacın yapılacak olan toprak reformundan faydalanmak olduğu bahane edilmiştir. Ama esasen iki amacı vardır:
(b) 1961 de Irak Kürdistanında Kürtlerin ayaklanmasından sonra Rojava’da oluşabilcek yapılanmayı engelleme
(c) Ve bölgenin araplaştırılmak istenmesi
Haseki bölgesindeki istisnai sayıma göre vatandaşlık problemleri azımsanacak gibi değildir. Nüfus sayımı sonucunda Kürtler katgorilere ayrıldılar. Kimi vatandaşlık, kimi yabancı, kimi de Ketum olarak ifade edildiler. Kimlikleri alınan çoğu Kürde yabancı (ecnebi) kimliği verildi.
(2 ) Araplaştırma Politikaları
Bir diğer uygulama da bölgenin her yönüyle Araplaştırmak istenmesidir. Kürtçe olan bütün isimlerin yerine, Arapça isimlerin kullanılması bir zorunluluğa tabi tutulmuştur. “Arap Kuşağı” oluşturma çabaları bu şekilde başlamıştır. Ama üçüncü büyük uygulama ise kendini Cezire bölgesinde hissettirecektir.
(3) Arap Kuşağı
“Arap kuşağı’’ projesinin başlatılmasından bir yıl sonar, 1963 yılının kasım ayında yeni bir uygulama ortaya çıktı. Bu tarihte Cezire bölgesinden sorumlu polis şefi Muhammed Talip Hilal tarafından “ulusal, toplumsal ve siyasi yönleriyle Cezire” adlı çalışma raporu hazırlandı. Hilal, raporunda 12 maddelik bir eylem planından bahsetmektedir. Bu plan dahilinde bölgenin Araplaştırılması, Kürtlerin başka bölgelere aktarılması, Arapça bilmeyen Kürtlerin oy kullanmasının yasaklanması önerileri sıralanmıştır.
Baas rejimi, Kürtler ile asla bir dostluk bağı kurmaya çalışmadı. Esas amacı Arap olan tüm kesimleri bir pan-arabizm çerçevesinde toplamak ve Arap olmayan unsurları ya Araplaştırmak ya da birlik olabilecek olanları kimliksizleştirmek oldu. Kendisine karşı muhalif olabilecek olanları engellemek amacıyla da 1963 yılında olağanüstü hal yasasını çıkarıldı. Bu yasa ile güvenlik güçleri tutuklama kararı olmadan tutuklama yetkisine kavuşturuldu. Ayrıca gözaltındakiler hakkında yakınlarına herhangi bir bildirimde bulunmak zorunluluğu yoktu. Yine bu yasa sonrası Suriye devlet güvenlik mahkemeleri kuruldu. Siyasi muhalifler ve devlet güvenliğine tehdit olarak algılananlar bu mahkemelerde yargılanmaya başlandılar. Mahkeme kararlarına temyiz hakkı da kaldırıldı. Kürtler, tüm baskı ve zor uygulamalarına maruz bırakıldılar. Egemenlerin baskı ve zor politiklarının ülke ve sınır tanımadan taşıdığı benzerlikler mazlumların uğradığı mezalimlerin niteliğininin de değişmediğini göstrmektedir.
1970-2000(Hafız Esad dönemi)
Bir darbe ile başa gelen Hafız Esad, döneminde Kürtlerin konumlarıyla ilgili hiçbir ilerleme yaşanmadı. Araplaştırma politikası çerçevesinde Kürtçe olan yer ve isim adlarını hızlı bir şekilde Araplaştırmaya başladılar. 1973 yılında tamamlanan toprak reformundan sonra da polis şefi Muhammed Talip Hilal tarafından hazırlanan rapor uygulamaya konulmuş oldu. Bir yandan yer adları Arapçalaştırılmaya başlanırken, bir yandan da sınır hattı boyunca belirlenen 40 büyük Kürt köyüne el konularak, Kürtler buralardan çıkartıldılar. Arapları yerleştirme planı uygulanmaya başlandı. Güney bölgelerinden getirilen Araplar, bu köylere yerleştirildi. Bu köyler, Qamışlo bölgesinden Menazire, Harmoun, Kahtaniye, Hylwa, Tenuriye, Umfersan, Himo, Sawra, Hatimiye, Um elrabih, Buhera, Aljabrie. Sere Kaniye’den Tlteshri, Alkenitra, Alkirwan, Zehralarep, Alasedie, Berke, Tel alhadara, Telalarkm, Almtnbi, Umalezam, Almsna, Alenadie, Alrauie, Alhanadi, Aldhmae. El konulan köylerden büyük çoğunluğu Xaco ailesine aitti. Lahey’e dava açan Xaco ailesine el konulan arazilerin bir bölümü iade edildi. Suriye hükümeti, Xaco ailesine topraklarına karşılık para teklif etmesine rağmen, Xaco ailesi, bunun bir onursuzluk olacağı gerekçesiyle kabul etmedi.
Ayrıca 1978 yılında Derike Hamko (Suriye Derik’i) bölgesinde yaklaşık 136 köy daha Araplaştırma politikalarından nasibini almıştır. Derike Hamko kasabasının ismi de Mallikkiye olarak değiştirilmiştir.
Hafız Esad 1976 yılında Araplaştırma politikasını bir süreliğine askıya aldı. 1980 yılında cezaevindeki Kürt siyasetçiler serbest bırakıldı. Ama Kürtlerin etkili bir muhalefet olması da sürekli engellendi. Kürtlere karşı Baas rejimi asla dostane bir tavır içinde olmadı. Bunun en büyük nedeni bazı dönemlerde Türkiye’nin sınırın diğer tarafındaki köylere saldırılar düzenlemesine rejimin sessiz kalması gösterilebilir. Qamışlo da 12 Mart 1980 de Türk askerleri operasyon düzenlemiş ve onlarca kürdü katletmişti. “Qamışlo katliamı” olarak bilinen bu olaya Esad rejimi herhangi bir müdahale de bulunmamıştır
Suriye hükümeti, 1986 yılında Newroz kutlamalarını yasakladı. Aynı yıllarda 1962 nüfus sayımını protesto eden göstericileri tutukladığı biliniyor. Rejim, 1991 yılındaki körfez savaşından sonra Irak’ta Kürdistan yönetiminin fiili olarak oluşmaya başlamasından sonra da Kürtlere yönelik baskılarını arttırdı ve siyasi faaliyetlerini engellemeye çalıştı. 1997 yılının ekim ayında değişik bölgelere mensup sayım kurbanları çeşitli siyasi ve dini teşkilatların da desteği ile yirmi binin üstünde imza içeren bir dilekçeyi Hafız Esad’a gönderdiler. Dilekçelerde bu sorunun yarattığı zorluklara ve Esad’ın bunu çözmeye muktedir olduğundan bahsedildi. Aynı yıl sayımın Ketum mağduru Hasekili Kürt öğrenciler de meclis başkanına, eğitim bakanına, yüksek öğretim makamına, yüksek öğretim bakanına ve iç işleri bakanına dilekçe göndererek yaşadıkları zorlukları aktardılar. Ama herhangi bir karşılık bulamadılar. Kürtler bu tür problemlerini uluslar arası arenaya taşırmadan, ülke içinde çözmeye çalıştılar ama tüm çabalar sonuçsuz kalınca uluslar arası kuruluşlara başvurular yapılmaya başlandı.
1998 yılında Türkiye ile PKK’nin Suriye’deki varlığı üzerinden soğuk bir dönem geçiren Suriye, aynı yıl Adana mutabakatını imzalamasıyla, Kürtlere karşı olan tavrını netleştirdi. 2000 yılında Hafız Esad’ın ölmesi ve Beşar Esad’ın yönetime geçmesi ile değişmesi beklenen Suriye’deki siyasi yapı ilk başlarda yumuşama eğilimi gösterse de eski düzen daha da sertleşerek devam etti. Beşar Esad, yönetime geldiği ilk günlerde demokratikleşme vaatlerinde bulunmasına karşın,Kütlere yönelik politikasında yumuşama göstermesi bir yana daha da sertleştirdi. Özellikle AKP’nin iktidara geldiği günden beri dış politikada Kürt karşıtı bir siyaseti izleyen Tayyip Erdoğan ile Başar Esad’ın birbirlerine “kardeşim, dostum” diye hitap ettikleri ve bu çerçevede ilişkilendikleri dönemin başlangıcı Adana Mutabakatına dayanıyor.
2000-2011 yılları arasındaki süreçte ve son bir yıl içerisinde Suriye’deki Kürtler de örgütlenmeye özen gösterdiler. Her ne kadar 2000’ lerin başlarında Suriye Kürtleri “ liberal demokratik bir değişim” i gündemlerine alsalar da, 2004 sonrası Suriye Kürtleri (PYD diğer bazı Kürt partileri) içerisinde özerklik vurgusu ön plana çıkmaya başladı. Özellikle Suriye’deki Kürlerin önemli bir kısmının “Demokratik Suriye, Demokratik Özerk Kürdistan” tezini savunmaları ve bu doğrultuda örgütlenmek istemeleri Suriye ve Türkiye tarafından engellenmek istendi, halende bu engelleme çalışmaları devam etmektedir.
12 Mart 2004’te Beşar Esad Qamişlo’da maç sonrası olayları bahane edilerek 50’yi aşkın Kürdü katletti, onlarcasını da yaraladı. Kürtlerin 12 Mart 2004’te başlattığı ayaklanma bölgesel gelişmelerin de etkisiyle ancak 2011’de sahiplenilebilindi. 15 Mart 2011 sonrasında Kürtler, taraf seçmekten uzak 3. Bir yol olan kendi özyönetimlerini oluşturma yolu seçtiler. Başta Türkiye’nin bulunduğu Kürt karşıtı politika izleyen ülkeler bu yolun ilkesiz olduğunu vurgulamaktan imtina etmediler. Oysa Rojava Kürtleri Ortadoğu gerçekliğinin oldukça farkında olarak bu yolu seçtiler ve tarihin bir kez daha kendi kaderlerini bir başka ülkenin politikasıyla şekillendiremeyeceklerini açık bir şekilde dile getirdiler ve bu yolda ilerlediler. Bu nedenle yönetimleri devraldıkları yerlerde kansız bir geçişi önemsediler. Bu şekilde Rojava’da Kürtlerin birlikte yaşadıkları halklarla kurdukları yönetimler bu çerçevede şekillendi. Bunlardan bazıları şöyledir:
BÖLÜM III
Anka’ya İnanmak: Doğum
1- KOBANİ
19 Temmuz 2012 tarihinde Kürtlerin Kobani’de resmi binaları ele geçirmesi ile başlayan süreç bir anda diğer Kürt kentlerine de yayıldı. Zaten büyük oranda örgütlülüğünü oluşturan Kürtler, bütün kentlerde kendilerini korumak amacıyla harekete geçti. Halk böylelikle Arap bölgelerinde yaşanan çatışmaların kendi bölgelerine sıçramasının önüne de geçmiş oldu. Halkın yönetimi eline alması esnasında ise herhangi bir çatışmanın yaşanmaması can kayıplarının önüne de geçti. Askeri güçlerin bulunmadığı bölgede emniyet güçleri de herhangi bir direniş göstermedi. Halk da söz konusu güçlere herhangi bir zarar vermekten kaçınarak, can güvenliği nedeniyle Humus, Rakka ve Halep gibi kentlere gitmek istemeyen emniyet mensuplarına misafir muamelesi yapıyor.
2- DERİKA HEMKO
Baas rejimi tarafından ismi El Malikiye olarak değiştirilen Dêrika Hemko’da halk yönetimin yüzde 95′ini elinde bulunduruyor. Zengin petrol ve gaz yataklarının bulunduğu Dêrik’te, halkın bir bütün olarak Esed yönetimini kentten atmamasının en önemli nedeni mazot ve benzinin hükümet bölgesinde bulunan bölgedeki rafinerilerden gelmesi. Mala Gel’de bulunan oturakların kilise tarafından hediye edildiği Dêrik’te bu davranış, diğer halkların da Kürtlerin yönetimi ellerine almasından duyduğu memnuniyeti gözler önüne seren önemli somut bir örnek teşkil ediyor.
İsmi El Malikiye olarak değiştirilen Dêrika Hemko Qamişlo’nun yaklaşık 90 kilometre doğusunda yer alıyor. Türkiye ve Federal Kürdistan Bölgesi’ne sınırı bulunan Dêrik, Cudi ve Qereçox dağları arasında Dicle Nehri’nin yanında bulunuyor. Köyler ile birlikte yaklaşık 80 bin nüfusu bulunan Dêrik ismini kentte bulunan tarihi Dêra Meryema Edra Kilisesi’nden alıyor. Bunun yanı sıra kentte 4 kilise daha bulunuyor. Kent yeni olmasına rağmen eski bir yerleşim yeri üzerine kurulmuş. Doğusunda Federal Kürdistan Bölgesi’nde bulunan Zaxo, batısında Tirbespî, kuzeyinde Cizre, güneyinde ise Til kowser bulunuyor.
1962′de Kürt karşıtı projeler Cezire yani binxet bölgesinde yoğunlaşınca ve Mihemed Talib Hîlal tarafından hazırlanan Arap Kuşağı projesi uygulamaya konulmak istenince topraklarından edilen Kürtlerin yerlerine Araplar yerleştirildi. Dêrika Hemko da hem stratejik önem bakımından, hem de yer altı ve yer üstü kaynakları bakımından zengin olduğu için öncelikli hedefti. Bu proje doğrultusunda birçok ailenin malı ve mülkü ellerinden alınarak mağmuriyn diye adlandırılan ve buralara yerleştirilen Araplara verildi. Birçok Kürt aile de Arap kentlerine göçertilirken, birçoğu da kimliksiz bırakıldı.
3- GİRKÊ LEGÊ
Baas rejimi tarafından ismi El Mabeda olarak değiştirilen Girkê Legê Kasabası eskiden Dêrika Hemko’ya bağlı bir köydü. Ancak buradaki petrol kuyularında çalışan işçi, mühendis ve memurların yerleştirildiği Rimêlan ile birlikte Girkê Legê de bir anda gelişmiş. Son birkaç yıl içinde hızla büyüyen Girkê Legê’nin şu an itibariyle yaklaşık 20 bin nüfusu bulunuyor. Girkê Legê’nin nüfusunun büyük bölümünü Kürtler oluştururken, bir mahallede ise Araplar oturuyor. Bunlar Mexmûrî diye adlandırılan Araplar’dan farklı olarak kendileri bu bölgeye yerleşmiş. Yine kasabanın girişi ve çıkışına 2 Arap köyü inşa edilmiş. Bu köyler de Mexmûrî diye adlandırılan rejim tarafından asimilasyon ve Arap Kuşağı oluşturulması amacıyla yerleştirilenlerden oluşuyor. Girkê Legê’de sadece bir Mesihi (Xıristiyan) aile bulunuyor. Yine Qamişlo’ya doğru giderken solda yer alan etrafı duvar ve tel örgülerle örülen Rimêlan’da ise Tartus ve Lazkiye’den getirilen Arap işçiler yaşıyor. Önceleri Kanada ve Çin’den getirilen mühendisler de burada barınıyordu; ancak ülkedeki kargaşanın ardından bu iki ülkenin vatandaşları burayı terk etmiş durumda.
Girkê Legê Dêrik bölgesinde petrolün hemen hemen en fazla çıkarıldığı yer konumunda. O kadar ki birçok yerde ev ve petrol pombaları iç içe geçmiş vaziyette. Ayrıca bu bölgeden gaz da çıkarılıyor. Bu yüzden de bu küçük kasaba ekonominin başkenti olarak adlandırılıyor. Petrol ve gazın yanı sıra kükürt ve fosfat madeni de bulunuyor; ancak petrol ve gaz kadar değil. Eskiden pamuk, buğday, arpa, mercimek, nohut gibi ürünler ekilirdi. Son yıllarda su kuyularının açılmasına izin verilmemesi sonucu ziraatta da ciddi bir düşüş yaşandı. Girkê Legê’de zeytin dahil birçok ağaç ve ziraat ürününün yetişebileceği belirtiliyor. Ancak devlet tarafından bunların ekimi yine meyve ağaçlarının dikimi yasaklı olduğu için bu fırsat değerlendirilmiyor. Buna rağmen Girkê Legê’nin güneyinde yer alan kimi köylerde zeytin ağaçları yasaklı da olsa yetiştiriliyor.
Girkê Legê’nin yaklaşık 10 kilometre kuzeyinde Arap köyleri var. Anlatılanlara göre bunlar ilk başlarda Özgür Suriye Ordusu bünyesinde örgütlenmek istemişler; ancak farklı aşiretlerden oluştukları ve talana dayalı bir duruma geldikleri için kısa sürede etkilerini yitirmişler. Burada yaşayan Arapların da Kürtlerin yönetim biçimini görünce Kürtlere yanaşmaya başladıkları belirtiliyor.
4- TIRBESIPÎ
Rejim tarafından 1965′de ismi El Qehtaniye olarak değiştirilen Tirbespî’nin ismini beyaz mezar taşlarından aldığı belirtilir. Yaklaşık 20 bin nüfusa sahip olan Tirbespî’ye bağlı 100 köy de Sancak ve Aliyan bölgeleri diye ayrılır. Nüfusun yüzde 75′i Kürt, yüzde 25′i de Arap ve Hıristiyanlardan oluşuyor. Ancak buraya yerleştirilen Araplar da Fırat Nehri üzerine kurulan barajdan dolayı evleri sular altında kaldığı gerekçesiyle Kürt topraklarına yerleştirilen Mexmûri diye adlandırılanlardan oluşuyor.
Bu kasabada da yönetim tıpkı diğer Kürt yerleşim yerleri gibi aynı anda Kürtlerin eline geçmiş. Suriye’deki olayların başlaması ile artık açık açık çalışmaların yürütüldüğü Tirbespî’de zaten Kürt Dil Kurumu, Kadın Evi, Kültür Sanat Merkezi kurulmuş ve bu merkezlerde çalışmalar yürütülüyordu.
Neredeyse bütün köylerinde meclis ve komisyon çalışmalarının tamamlandığı Tirbespî’de Hıristiyan’lar da halk meclisinde yer alıyor. Ancak buradaki Arapların tamamı Mexmûri olduğu için Esed rejimini destekliyor. Bu nedenle de şu ana kadar meclis içerisinde yer almış değiller. Kasabada sadece rejimin 50 güvenlik görevlisi bulunuyor. Bunlar da bulundukları merkezden dışarı çıkamıyorlar. Zaten herhangi bir olay olduğunda da bu güçler hiçbir şekilde müdahale etmezken yapılan başvurularda da “Halk Evi’ne gidin şikayetinizi onlara bildirin” diyorlar. Tirbespî Halk Meclisi Başkanı Nureddin Şakir, yapılan oylama sonucu başkanlığa seçilirken, sağlık, eğitim, mahkeme, sosyal işler gibi konularda kurulan komisyonlar da görevlerini yürütüyor.
5- QAMIŞLO
Kürt, Arap, Süryani, Asuri, Ermeni ve Keldani halklarının yaşadığı 500 bini aşkın nüfuslu Qamişlo’nun yüzde 80′ini Kürtler oluşturuyor. Qamişlo’da bütün provokasyon ve katliam girişimlerine rağmen halklar ve inançlar bugüne kadar barış içerisinde yaşamayı başarmış. Kent ve sınır asayişini elinde bulunduran Kürtler, dış güçlerin Qamişlo üzerinde oynamak istedikleri oyunları boşa çıkarmak için temkinli yaklaşıyor. 2 mahallede Halk Evi açan Qamişlo Halk Meclisi, diğer 4 mahallede de kısa süre sonra Halk evleri açmayı planlıyor. Halk bütün şikayetlerini bu evlere iletiyor.
Çarşıda kalabalık bir caddede sadece trafiği düzene sokmaya çalışan silahsız 2 polis memuru dışında neredeyse tek bir güvenlik görevlisini göremiyoruz. “Bu kadar büyük bir kentte asayişi kim sağlıyor” diye sorduğumuzda ise “halkın oluşturduğu sivil asayiş güçleri” cevabını alıyoruz. Bunları da sokakta görmüyoruz; herhangi bir durumda işinde gücünde olan bu gücün hemen silahlarını alarak toplandığı yanıtını alıyoruz; ki buna tanık da oluyoruz. 3 Eylül’de Esed güçlerinin Qamişlo’da asker kaçağı oldukları gerekçesiyle yaklaşık 25 genci gözaltına alması üzerine halkın oluşturduğu sivil asayiş güçlerinin bir anda nasıl sokağa çıktığını ve 8 polis ve güvenlik görevlisini gözaltına aldığına gözlerimizle tanık oluyoruz. Yine şikâyetler üzerine bir kapkaç çetesini nasıl ortaya çıkardıklarını öğreniyoruz.
Qamişlo’da; Hilêliyê, Qudurbek, Xerbî/ğarbi Korniş, Anteriyê, Qenat siwêş adıyla 6 kürt mahallesi bulunuyor. Bunlardan Hilêliyê ve Korniş mahallelerinde Halk Evleri oluşturulmuş. Diğer mahallelerde ise evlerin kurulma çalışmaları sürüyor. Her 6 mahallede de toplantıların ardından seçimler yapılmış ve böylece halk, meclislerini oluşturmuş. Nüfusa göre 5 ila 15 köyün bir araya getirilmesi ile de 4 merkez oluşturulmuş. Direk Qamişlo’ya bağlı 100 köy var ve bu köylerin yarısında meclisler oluşturulmuş. Kimi Kürt köylerinde yaşayan Araplar da mecliste yerlerini alıyor. Yine geniş Arap ailelerle de görüşmeler halen devam ediyor. Ve Arap aileler de Kürtler ile hareket edeceklerini beyan ediyor. Şehir merkezindeki Qudurbek Mahallesi, ve Erbewîyye, Bişêrîyye) mahallelerinde Kürt, Arap ve Hıristiyanlar bir arada yaşıyor ve oluşturulan Halk meclislerinde yer alıyor. Yine halkların ve inançların kurdukları sivil toplum örgütleri ile de ilişkilenme var.
6- AMUDE
Amudê, 30 kilometre Qamişlo’nun batısında Haseki’ye ise 80 kilometre uzaklıkta bir Kürt kenti. Kent merkezinin nüfusu yaklaşık 60 bin kişiden oluşuyor; ancak kente bağlı 156 köy ile birlikte nüfusun yaklaşık 200 bini bulduğu belirtiliyor. Amudê’de Kürtler dışındaki halklar parmakla sayılacak kadar az. 3 Ermeni ailenin yanı sıra 10-15 de Arap aile var. Amudê’nin kuzeyinde ise 10′u aşkın Êzîdî köyü mevcut; ancak diğer ülkelerdeki gibi buradaki çok sayıda Êzîdî de baskılar nedeniyle Avrupa ülkelerine göç etmiş.
Amudê’de benzin, mazot ve gaz dağıtımını meclisin oluşturduğu komisyonlar sağlıyor. Yine halkın güvenliğini sağlamak için kentin giriş ve çıkışları gece gündüz silahlı sivil asayiş güçleri tarafından sağlanıyor. İlk başlarda bu güvenlik noktaları sadece gece kuruluyordu; ancak şimdi halkın emniyeti için kontroller gece de yapılıyor. Oluşturulan komisyonların tamamında kadınlar ve erkekler ortak çalışıyor. Hem halkın günlük ihtiyaçlarının karşılanması konusuna hem de savunma konusunda kadınlı erkekli gruplar çalışmalarını aralıksız yürütüyor.
Halk Evi, Kadın Evi, Mala Reşîdê Kurd Dil Merkezi, Şehîd Cihan Dil Merkezi, Kültür Sanat Merkezi ve gençlik evi kurulurken, Nahiye Müdürü’nün evi de halk mahkemesine çevrilmiş durumda.
Uzun süre Amudê’de yürütülen çalışmalar sonucu 11 Mayıs’ta mahallelerde halk toplantıları gerçekleştirilmiş ve bu toplantılar sonucunda sandıklar kurulmuş. Yine Kürtlerin yanı sıra Arap ve Ermeniler de halk meclisine seçilmiş. 940 delegenin katıldığı toplantıda meclis üyeleri seçildikten sonra bir konferans yapılmış ve yürütme kurulu oluşturulmuş bulunuyor.
7- DIRBESIYÊ
Doğusunda Amudê batısında Serêkaniyê kuzeyinde Kızıltepe güneyinde Haseki bulunan Dirbesiyê, yönetimin tamamen Kürtlerin eline geçtiği bir kent. Mardin’in Kızıltepe İlçesi’ne 15 kilometre, ilçeye bağlı Şenyûrt (Dirbesiyê) Beldesi’ne ise 100 metre uzaklıkta bulunan Dirbesiyê’yi Şenyurt’tan ayıran sadece bir demir yolu. Demir rayları esas alınarak Serxetê ve Binxetê diye ayrılan her iki tarafın ziraat mahsulleri depolarına bakınca iki tarafı birbirinden ayırmak mümkün değil. Dirbesiyê de 1980′li yıllara kadar Suriye ve Türkiye arasındaki bir sınır kapısı bulunuyormuş; ancak 80′lerde bu sınır kapısı kapatılmış. Merkez’de 40 bin yurttaşın yaşadığı Dirbesiyê’nin köylerle birlikte nüfusunun ise 50 bin civarında olduğu belirtiliyor.
Haseki yolu üzerinde elektrik dağıtım binasının hemen arkasında eskiden Ziraat Dairesi olan 2 katlı bina Halk Evi’ne çevrilmiş. Halk Evi’nin hemen giriş holünde PKK lideri Abdullah Öcalan’ın fotoğrafı, Mazlum Doğan’ın üzerinde “Berxwedan jiyane” yazılı posteri, Kürt mücadelesinde yaşamını yitirenlerin fotoğrafları ile Kürt kültürünü yansıtan portreler bulunuyor. Mala Gel’in tabelasındaki simgeler ise dikkat çekiyor. Bütün din ve milletleri temsil etmek için tabelaya cami, Êzîdilerin kutsal mekanı Laleş ve kilisenin yanı sıra kültürleri yansıtan kimi objeler de yerleştirilmiş. Halk Evi’nde toplantı, mahkeme, iletişim, danışma, halk meclisi gibi odalar bulunuyor. Ve kapısını açtığımız her odada hummalı bir çalışma görülüyor. Açıldığı 1 Haziran’dan beri halkın yaşadığı bütün sorunlar bu evde çözüme kavuşturuluyor.
8- SERÊKANÎ
Kürt bölgelerinin isimlerinin Araplaştırılması sırasında ismi Rasaleyn diye değiştirilen Serêkaniyê Baas rejiminin en fazla yöneldiği ve Arap yerleştirdiği yerlerin başında geliyor. Serêkaniyê Türkiye ve Suriye sınırında Ceylanpınar ile sadece sınır telleri ile ayrılan bir kent. Hasekiye 85 kilometre uzaklıkta. Serêkaniyê’nin tarihi milattan önceye Mitanilere dayanıyor. Romalılar döneminde buranın ismi Resaina idi. Hatta bu isim bir çok para ve belgenin üzerinde de görülmüş. 6. yüzyılın sonunda iki kez bu kent yerle bir edilmiş. 1878 yılında yeniden inşa edilen kent 1. Dünya Savaşı ardından Türkiye ile Suriye arasında sınırlar çizilince ikiye bölünmüş. Türkleştirme politikaları çerçevesinde Türkiye tarafında kalan bölüme Ceylanpınar, Araplaştırma politikaları çerçevesinde Suriye tarafında kalan bölüme ise Reseleyn ismi verilmiş. Ancak her iki taraftaki isim de sadece resmi düzeyde kalmış. Çünkü ne “Reseleyn”deki yurttaşlar ne de “Ceylanpınarlılar” buraları devlerin verdiği isimle anıyor. Her iki tarafın Kürtleri de bulundukları kenti Serêkaniyê diye biliyor. Serêkaniyê’de Türkiye ve Suriye arasında kurulu bulunan bir sınır kapısı da bulunuyor. Ancak bu kapı sadece bayram ziyaretleri için kullanılıyordu. Yine kente bağlı 66 köyden yaklaşık 20′sinde Kürtler yaşıyor. Diğer köylerin tamamı Baas rejimi tarafından bölgeye yerleştirilen Araplardan oluşuyor. Kürtlerin yaşadığı köyler arasında Nedas, Dawidî, Dawidiya Mele Selman, Dîbê, Gundê Guran, Semad, Abdulselamê, Lezga, Xerbit ve Xezal da bulunuyor. Serêkaniyê’de genellikle pamuk, mısır ve buğday ekiliyor.
Öz yönetimler
Kürtler yönetimlerini oluşturdukları tüm yerler, birkaç Kürt partisi dışında bütün partilerin bileşeni olduğu bir çatı örgütlenmesi olan Yüksek Kürt Konseyi tarafından yönetilmektedir. Rojava’da yaşayan halkların eşit temsiliyeti esasıyla kurdukları yönetimler, bütün halkların güvenini kazanmış durumdadır. Bu bağlamda Rojava yönetimi meşruiyetini tamamıyla halklardn almaktadır. YKK, şehirlerde var olan tüm sorunların çözümü için o şehirde yşayan halkların eşit temsiliyetinin olduğu halk meclisleriyle sorunlara çözüm bulma yolunu seçmektedir. Halkın doğrudan kendi yönetimi hakkında söz sahibi olduğu bu örgütlenme, Demokratik Özerklik temelinde şekillenmektedir. Bu anlamda, Ortadoğu’da şu an oluşturulan en demokratik yönetim olma özelliği taşımaktadır.
Kürtlerin oluşturdukları bu yapılanmadan rahatsız olan ülkeler, bu yönetimler içinde huzursuzluğu ve güveni yaymak adına çeteler aracılığıyla çeşitli faaliyetlerde bulunmaktalar. Özellikle son dönemde Ceylanpınar karşısında bulunan, Serêkanî’yede El-Nusra ve Guraba El-Şam gibi El-Kaide menşeli örgütler aracılığıyla çatışmalar tırmandırılmak istenmektedir. Kürtlerin kendi özgüvenliklerini sağlamak adına gönüllü birliklerden oluşturduğu YPG güçleriyle, bu örgütler arasında çatışmalar yaşanmaktadır. Serêkanî’yedeki saldırılar sonrası açıklama yapan YPG güçleri, kalıcı bir barış için silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesini ve Serêkanî’yede ağırlıklı olark yaşayan halklardn olan Arapların ve Kürtlerin ve diğer halkların eşit temsiliyet bulacağı halk meclislerini kurma şartına bağladı.
Sıfır sorunun ulaştığı nokta
AKP’nin yürüttüğü ‘’sıfır sorun’’ politikası, bütün komşularıyla sorunlar üreten bir politika olmaya devam ediyor. Özellikle Suriye’de AKP’nin izlediği politikanın elle tutulur hiçbir yanının olmadığını görmekteyiz. Kürt Karşıtlığı üzerinden bir politika izleyen AKP hükümeti, Kürtlerin oradaki örgütlenmelerini dağıtmak adına silahlı çetelerle işbirliği yapan bir noktadadır. Dış politik eksenin zayıflığı, AKP’nin ‘’Sıfır Sorun’’ politikalarıyla derinleşerek, Suriye’de karşılığını buldu. AKP’nin bu noktada en büyük hatası, Suriye’yi ve Suriye’deki dinamikleri okuyamamasıydı. Suriye halkının neye, nasıl tepki verebileceğini ölçemeyen AKP, Suriye’de çetelerle işbirliği yaparak bu politika eksikliğini kapatmaya çalışmaktadır.
AKP’nin bir diğer ve en büyük hatası Kürtleri, Kürtlerin örgütlenmelerini kendine düşman olarak okumasıdır. Suriye Kürdistan Rojava’da, Kürt halkının Suriye’de yaşanan savaştan doğan boşluğu örgütlenerek ve halkları koruma temelinde oluşturdukları örgütlenmeye, AKP cepheden karşı durmuştur. Bu karşı duruş pasif bir duruş değildir. Orada silahlı çetelerin provokasyon yaratmaları için olanaklar yaratmıştır. Sınırları bu gruplara açmakla da kalmayıp, en son bu silahlı gruplara 7 adet tank da tahsis etmiştir. Özellikle Serêkanî’ye de bu çetelerin defalarca giriştikleri saldırıların Kürtler tarafından boşa çıkartılmasına rağmen, AKP hükümeti çeteleri her defasında bölgeye göndermeye devam etmiştir. Rojava’da TSK mensuplarının da sivil kıyafetlerle savaştığına dair iddialar vardır. İran ve Suriye haber ajansları bu kişilerin kimlik bilgilerini sitelerinde yayınlamalarına rağmen, hükümet her defasında bu iddialar reddetmiştir. Aşiretlerle görüşmeler, silahlı çetelerin her savaşmaları için bütün olanakların yaratılması hükümetn dış politikada içine düştüğü durumdur. Hükümetin Suriye ile ilgili elinde kalan tek politikası, Suriye’de hiçbir çıkarı olmayan ve çoğu Suriyeli olmayan, para karşılığında veya Cihad çağrısıyla bir araya gelen çeteleri desteklemek, onlara olanak yaratmaktadır.
Sonuç üzerine
Türk medyası, Esad’ın gidişi üzerine kurguludağı senaryonun çökmesi karşısında gösterdiği pişkinlik ülkeyi bir felakete kadar götürecek cinstendi. Suriye’de 10 Ocak 2012 tarihinden beridir 40 binden fazla insanın yaşamını yitridiği tahmin ediliyor. Bir yıllık süre içerisinde ilk yol haritası hazırlandı, 26 Şubat’ta referandumda oylandı, 7 Mayıs’ta seçime gidildi ve içteki muhalefetin(!) katılımıyla ‘uzlaşı hükümeti’ kuruldu. 6 Ocak tarihinde Beşar Esad, kamuoyunun karşısına çıktı ve yeni bir yol haritası açıkladı. Kendinden emin ve 2014’e dek iktidarda kalacağına dair kendisine yolu açan Amerikan-Rus mutabakatının verdiği güvenle konuşmuştu.
Esad gitti, gidiyordu.Hatta kendisine ve karısına sığınacakları ülkelere bile rezervasyon yapılmıştı güzide medya tarafından.
Esad şimdilik yerinde ve 2014 yılına kadar kalacağını hesaplayarak kendi oyun planını kurmaya çalışırken her geçen gün Suriye’de bataklığa saplanan AKP hükümetinin, bataklıktaki çırpınışları da devam etmekte. Rojava’nın en stratejik yeri olan Girke Lege’nin olduğu Rojava’nın doğu yakası hem ekonomik olarak, hem siyasi, hem askeri olarak stratejik. Bu alan Federal Kürdistan ile sınır, ticaret ve geçişler konusunda önemli bir yer. Başkent qamışlo’da bu yakada. Derik, Girke Lege, zengin petrol sahalarına sahip Rimelan bu yakada. enerji hatlarının geçiş güzergahının kilit noktasını da bu bölge oluşturacak. Özellikle bu bölgeden yapılacak sevkiyatların Akdeniz’deki limanlar üzerinden dağıtımını yapılacak olmasını da eklersek bu bölgenin hem Baas rejimi hem de Suriye’yle ilgili ülkelerin müdahale heveskarlıklarını da açıklamış oluruz. Bu bölgedeki Kürt direnişini kırarak bölgeyi Kürtsüzleştirme politikası, başını Türkiye’nin çektiği güçler tarafından tedavülde uzun süre kalacağa benziyor. Dün baas rejimi tarafından uygulanan ve yazımızda da değindiğimiz “arap kemeri” politikası güncellenerek yeniden dolaşıma sokulmuş durumda.
Suriye, ortadoğu’da kilit rolünü korumaya devam ediyor. Ordatoğu’nun istikrasra kavuşmasının temel koşulu Suriye’deki istikrarın sağlammasından geçiyor ve 2013 yılı bu açıdan Suriye için final yılı olma özelliği taşıyor. Şu anda revaçta olan senaryo üç parçaya bölünmüş federal bir Suriye’nin oluşacağı yönünde. Kürtlerin yüz yıllık makus talihlerinin kırılacağı ve otonom bir Kürt bölgesinin inşaasının anayasal güvenceye kavuşacağı günler için geri sayıma başlandı. Suriye’de esas olan soru şu : “Esad’a kıyı kentlerine çekilip Nusayri yapılanmanın başına mı geçme fırsatı tanınacak mı?”
Rojava tam da M.A.Çelebi’nin yaptığı tanımlamayla Kürtler için “göğüs kafesi” olma özelliğiyle bütün coğrafyayı korumamaya almış durumda. Göğüs kafesinin kırılması durumunda Kürtlerin ciğeri bir yüz yıl daha yanmaya devam edecek.
*Ankara Üni. Yüksek Lisans
KAYNAKÇA:
www.wikipedia.com
YAZILAR, RAPORLAR
Abdurrahman GÖK- ‘’Soykırımın Eşiğinden Özgürlüğe’’ Yazı dizisi
Cengiz Çandar, 03.11.2012 tarihli yazısı, Radikal
Seda Altuğ yazıları
SETA “Suriye’de Kim Kimdir?”
Türkiye – Suriye arasındaki anlaşmalar- TBMM kanunlar dairesinden
KİTAPLAR
Suriye’nin Kimliksizler: Kürtler- Nevzat Bingöl
Bir Halkı Savunmak: Abdullah ÖCALAN
Demokratik Uygarlık Manifestosu: 1. Kitap: Abdullah ÖCALAN
Demokratik Uygarlık Manifestosu: 4. Kitap: Abdullah ÖCALAN
Ortadoğu’da İdeolojik Bunalım: Sabahattin ŞEN