“Taş Devri Ekonomisi” Üzerine

Taylan Doğan

16 Şubat 2010

Uzunca bir süredir BGST Yayınları’ndan çıkacak olan Marshall Sahlins’in ünlü kitabı “Taş Devri Ekonomisi”ni (1972) yayına hazırlamakla uğraşıyorum. Önümüzdeki ay yayımlanacağını tahmin ettiğim kitap hakkında edindiğim bilgileri şimdiden okurlarla paylaşmak istedim. Bir yayıncılık projesini henüz yayımlanmadan tartışmaya açmanın ve mümkünse sunumlar yapmanın, yayımlanacak kitaba ilgi duyabilecek okur kitlesinde belirli bir önfikir uyandıracağını düşünüyorum. Hele de söz konusu olan “Taş Devri Ekonomisi” gibi bir başyapıtsa.

Gerçekten de yaklaşık 40 yıldır Türkçeye kazandırılmayı bekleyen “Taş Devri Ekonomisi”, antropolojide bir başyapıt kabul edilir ve özgürlükçü antropolojinin Batı-merkezli algı kalıplarını kırma mücadelesinin öncü eserleri arasındadır.

“Orijinal Bolluk Toplumu”

Kitabın ilk bölümü, modern insanı sarsan bir görüş öne sürer. Marshall Sahlins, avcı ve toplayıcı ilkellerin gerçekte bir “bolluk” toplumunda yaşadıklarını savunur. Burada benimsenen kriter, avcı ve toplayıcıların kendileri için tayin ettikleri ihtiyaçları ne ölçüde karşılayabildikleridir.

Taş Devri Ekonomisi” yayımlanana kadar, antropolojide, Paleolitik (bizim Taş Devri diye bildiğimiz) dönemin avcılık-toplayıcılık yapan insanlarının çok çalıştıkları, buna karşın teknolojik imkanları son derece kısıtlı olduğundan ancak zar zor hayatta kalmayı başarabilecek kadar ürün elde edebildikleri görüşü hâkimdir. Bu hâkim görüşe göre, avcı-toplayıcı ilkeller hep hayatta kalmanın sınırında yaşamışlardır.

Sahlins bu görüşü altüst eder. Yapılan antropolojik gözlemlerden, özellikle bu toplulukların beslenme rejimlerinin incelenmesinden, Paleotik dönemin ilkellerinin elde ettikleri ürünlerden en az modern insan kadar kalori ve diğer temel besin maddeleri sağladıkları ortaya çıkar.

Diğer yandan, yine etnografik incelemelere göre, avcı-toplayıcılar hiç de yaşamlarının büyük bölümünü çalışarak geçirmemektedir. Ortalama çalışma saatleri günde 3-4 saat kadardır. Hâlâ dünya üzerinde varlığını sürdüren modern avcı-toplayıcı toplulukların geriye kalan zamanlarının çoğunu –normal uyku süresi dışında– dinlenerek, uyuyarak, dinsel ritüellere katılarak, akraba ve komşularını ziyaret ederek, sohbet ederek vs. geçirdikleri gözlemlenmiştir. Biz modern insanların, kitabın bu ilk bölümünü okurken hayıflanmaması ve yüksek teknolojili uygarlığın çalışma/boş zaman oranı konusunda durumu çok daha kötüleştirdiğini fark etmemesi elde değildir.

Öyleyse neden uzun süre avcı-toplayıcı ilkellere, zar zor hayatını sürdüren “sefil” mahlûklar gözüyle bakılmıştır? Ya da soruyu daha da genişletebiliriz: Acaba iktisat kitapları daha ilk sayfalarında ekonomik faaliyeti, “insanın sınırsız ihtiyaçlarının eldeki sınırlı imkanlarla karşılanmaya çalışılması” olarak tanımlarken insan doğasına ilişkin yanlış bir varsayımda mı bulunmaktadır?     

Sanıyorum durum tam da budur. Batılı ideolojiik kalıplar antropoloji üzerinde uzun süre egemenlik kurmuş ve örneğin sömürgeci söylem sık sık “Yerlilerin tembelliği”nden dem vurmuştur.

Oysa insanın doğası itibarıyla bitmez tükenmez bir iştahla sürekli yeni ihtiyaçların peşinde koşma eğilimde olduğu iddiası, burjuva insan tipolojisine dair bir varsayımdır. Avcı-toplayıcıların durumu ise tam tersidir: Bir doğal çevreye geçici olarak yerleşen, orasının kaynakları azalmaya başlayınca başka bir yere göç eden Taş Devri insanları sürekli hareket halinde olduklarından biriktirme veya aynı eşyadan çok sayıda bulundurma gibi alışkanlıklara sahip değildir. İhtiyaçları gayet mütevazı düzeydedir ve ellerindeki araç gereçlerle doğanın sunduğu bitki ve hayvan arzından faydalanarak ihtiyaçlarını rahatça karşılamaktadırlar.

Elbette avcı-toplayıcılar bir tür cennette yaşamıyorlardı. Hareket etmelerine engel oluşturan yaşlıları, hastaları vs. yanlarında götürmeyip ölüme terk ediyorlardı. Ama buradan çıkarmamız gereken dersin esas olarak şu olduğunu düşünüyorum: Kendini temel ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlayan bir toplumun bolluk içinde yaşaması mümkün görünüyor.

Hane Tipi Üretim Tarzı – İlkel Toplumlarda Şefin Rolü ve İktidar Sorunu

Marshall Sahlins kitabın sonraki bölümlerinde ilkel toplumların nasıl bir ekonomik sisteme sahip olduğunu araştırmaya koyulur. Hane tipi üretim tarzını, hediye verme ve değiştokuş etmenin ilkel toplamlarda oynadığı rolü, büyük-adam ve şeflik kurumlarını ele alır. Mübadelenin, akrabalık, soy biçimleri, yönetim biçimleri gibi faktörlere bağlı olarak hangi biçimleri aldığını araştırır. İlkel ekonomilere özgü bir mübadele değeri teorisi kurmaya çalışır.

Taş Devri Ekonomisi”ni bir başyapıt haline getiren özelliğin, betimlemekle yetinmeyip somut verileri teorik modeller kurmak üzere cesaretle kullanması ve ardından bu soyut modelleri yine ampirik veriler temelinde test etmeye çalışması olduğunu düşünüyorum. Çalışmanın her yanında kendini açığa vuran bilimsellik çabası; teorik soyutlamalarını ampirik verilerle bağını koruyabildiği yere kadar götürüp tamamlanmamış da o noktada sona erdirmesi ve mütevazı bir şekilde daha ileri gidemeyeceğini söylemesi insanda saygı uyandırıyor.

Marshall Sahlins, 2. bölümden itiraben artık sadece avcı-toplayıcıları değil, Neolitik dönemin ilkel tarımcılarını, göçebe hayvan yetiştiricilerini ve diğer ilkel hakları da ele almaya başlar. İlkel toplumlar, devletsiz toplumlar anlamında kullanılmaktadır.

İlkel toplumların üretim biçimi genel olarak nedir? Sahlins’e göre, temel üretim birimi hane/hanehalkıdır. Hanehalkları toprağa ve kaynaklara serbetçe erişebilir ve kendini geçindirecek kadar üretim yapmakla ilgilenir. Hanelerin bir araya gelerek yaptığı, işbirliğine dayalı ekonomik faaliyetler yok değildir. Ama bu tür faaliyetler daha karmaşık bir üretim ilişkisi ve işbölümü oluşturmaz. Tek tek hanelerin mekanik şekilde bir araya gelmesiyle gerçekleştirilir.

Öyleyse ilkel toplumların üretim biçimi, hane tipi üretim tarzıdır (HTÜT). Hane, hem üretimin yapıldığı hem de elde edilen ürünlerin ortak bir havuzda toplanarak paylaşıldığı, kan bağına/akrabalık ilişkilerine dayanan temel birimdir.

Bununla birlikte, kendisine kadar gelen antropoloji literatürüne hâkim olduğu gözlemlenen Sahlins, ilkel toplumlarda bazı hanehalklarının ekonomik açıdan kendine yeterli olmadığını gösteren örnekler verir. İşgücü bakımından daha fazla etkin üreticiye sahip bazı hanehalkları belirli bir artı ürün üretirken, bazı hanehalkları ise çeşitli elverişsizlikler nedeniyle kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz. Üstelik, Sahlins’in istatistiksel hesaplamalarla gösterdiği üzere, daha fazla etkin üretici barındıran hanehalkları daha az çalışma eğilimdedir. Öyleyse ilkel toplumlar nasıl bir arada durabilmektedir? Bir başka deyişle, ekonomik düzeyde bir hane-bencilliği söz konusuysa ve bazı hanehalkları kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra çalışmayı bırakma eğilimine giriyor ve ihtiyaçlarını karşılayamayan diğer hanelerle  ilgilenmiyorsa, toplumu bir bütün olarak bir arada tutan şey nedir? Sürekli dağılma eğilimde olan, anarşi halinde bir toplum değil midir bu?

Burada devreye daha çok siyasi düzeyle ilgili faktörler girer. Böylece ilkel toplumların ekonomik işleyişini, salt ekonomik ilişkilere bakarak kavrayamayacağımız ortaya çıkar. Ekonomik davranışlar da daha genel kültürel yapının bir parçasıdır aslında.

Toplumu bir arada tutan, topluluklar arası ilişkiler gibi diğer etmenlerin yanı sıra, kabile lideridir, şeftir ya da “büyük-adam”dır. İlkel topluluklarda lider olma süreci çok ilginçtir: Lider herkesten çok çalışır ve başkalarına hediye olarak dağıtabilecek artı ürün biriktirmeye uğraşır. “Taş Devri Ekonomisi”nin bütününde belirtildiği gibi, ilkel ekonomilerde karşılıklılık (reciprocity) ilkesi egemendir. Topluluk-içi ekonomik ilişkilere ve topluluklar arası ilişkilerin de önemi bir bölümüne egemen olan, zannedildiği gibi  takas (veya trampa) değil, hediye verme ve verilen hediyeye karşılık verme ilişkisidir. Örneğin bir topluluk üyesi başka bir topluluk üyesine bir hediye verdiğinde, hediyeyi alan kişi kendini borçlu hisseder ve durumu elverdiği oranda, er ya da geç başka bir hediye vererek ilk hediyeyi aldığı kişiye karşılık verir (karşılıklılık ilkesi). Çok çalışarak artı ürün biriktiren mustakbel lider, çevresindeki kişilerin ihtiyaçlarını karşılayarak ve hediyeler vererek zamanla bir yandaş grubu oluşturur. Kendilerini mustakbel lidere borçlu hisseden bu kişiler artık onun yönlendirmesiyle çalışmaya başlarlar. Böylece artı ürün biriktirme kapasitesini yükselten mustakbel lider bütün topluluğa hediyeler dağıtmaya, sık sık ziyafetler vermeye başlar. Zaten lider bunları yapmaya devam edebildiği ölçüde liderdir ve bu yolla bütün topluluğu kendisine borçlu duruma sokar. Topluluk üyeleri de lidere hediyeler verir veya şeflik sisteminde olduğu gibi “şefin hakkı” (bir tür haraç) adı altında ürünlerin bir kısmı şefe verilir. Giderek bütün zenginlik şefe doğru akmaya başlar ve şef de bu zenginliği tekrar topluluğa dağıtır.

İşte siyasi otoritesi sayesinde tek tek hanelerin üretimlerini yoğunlaştırmasını sağlayan bu liderdik veya şeflik mekanizmasıdır. Salt ekonomik düzeyde daha fazla çalışma/üretme baskısı hissetmeyen haneler, siyasi düzeydeki liderik sistemi sayesinde, lidere yaptığı iyiliklerin karşılığını ödemek için üretimlerini yoğunlaştırırlar. Lider ise  kendisine gelen zenginliği topluluğa yeniden dağıtırken geçimini sağlayamayan hanelerin, çalışamayacak durumda olanların, dönemsel olarak zor durumda kalanların ihtiyaçlarını karşılar. Toplulukta ihtiyaç içindeki birisinin başvuracağı ilk kişi, liderdir. Ritüellerin, cenaze törenlerinin vs. masraflarını lider üstlenir.

Dolayısıyla ekonomik düzeyde merkezkaç (anarşik) bir eğilime sahip olan ilkel toplumları bütünleştiren, kötü durumdaki hanelerin geçimini temin eden, karşılıklı bir yükümlülükler ve haklar sistemini devreye sokan, akrabalık ilişkilerinin ve dinsel kurumların yanı sıra, siyasi liderlik kurumudur.   

Barış Aracı Olarak Hediye

Marshall Sahlins bu temel eserinde, Batı düşüncesindeki şu yaygın paradigmayla da hesaplaşır: İnsanların zar zor hayatlarını sürdürebildiği, artı ürün biriktiremedikleri için bir “uygarlık” ve kültür yaratamadıkları, birbirleriyle sürekli savaş içinde oldukları karanlık bir dönem vardır; insanlar bu dönemden ancak devletin kurulmasıyla çıkabilmişlerdir. Dolayısıyla devlet kurumu bu antropolojik anlatıda zorunlu bir aşama olarak karşımıza çıkar.

Gerçekte bu anlatının kurulmasına yol açan büyük ölçüde Aydınlanma filozoflarıdır. Hobbes’tan başlayarak Rousseau’nun ve diğer filozofların geliştirdiği “doğal durum” (natural state) teorisini hepimiz biliyoruz. Herkesin herkese karşı savaş halinde olduğu, güç kullanımının kimsenin tekelinde olmadığı (herkesin herkese karşı güç kullanabildiği), bu nedenle barışın bir türlü sağlanamadığı ve insan topluluklarının gerçek bir toplum olma vasfına bir türlü ulaşamadığı durumun adıdır doğal durum.

Nihayetinde her birey kendi güç kullanma hakkından feragat eder ve bu hakkını “hükümdar” olarak da adlandırılan devlete devreder. Güç kullanımı tekeline kavuşan devlet aygıtı sayesinde insan toplulukları arasında barış sağlanır ve toplumsal bir düzen kurulur. Böylece “uygarlık” aşamasına geçeriz.

Öncelikle yukarıda belirttiğimiz gibi ilkel toplumlar artı ürün üretmiyor değildir. Belki de sorun artı ürünün ne ölçüde biriktirildiği ve bir iktidar mekanizmasının elinde yoğunlaşıp yoğunlaşmadığıdır. Yine yukarıda görüğümüz gibi, ilkel toplumlar çeşitli siyasi yönetim biçimlerine sahiptir. En gelişmiş yönetim biçimleri ise, önde gelen bir şefin yönettiği ve ona bağımlı durumdaki daha alt düzey şeflerin kendi bölgelerinde siyasi otorite sahibi oldukları şeflikler sistemidir.  

Dolayısıyla ilkel toplumlar da kendi içlerinde bir örgütlenmeye sahiptir; bir “kültürleri”, bazen bize oldukça karmaşık gelebilen aletleri ve sanatsal yaratıları vardır.  Fakat bunları bir devlet aygıtına sahip  olmadan  başarabilmişlerdir.

Peki ilkel toplumların siyasi yönetim biçimerini devlet aygıtından ayırt eden nedir? Özgürlükçü antropolojiye göre, anahtar kavram “tahakküm”dür. Tahakküm, bir yönetim biçiminin tek yanlı olarak topluluk üyeleri üzerinde baskı kurabilmesi, tek yanlı olarak kurallar ve yasalar dayatabilmesidir; örneğin, “meşru” yasal düzene dayanarak bir hanehalkının geçim araçlarına el koyabilmesi ve onu tümüyle açlığa  mahkûm edebilmesidir.

Elbette ilkel toplumlarda da “gasp etme” olayı vardır. Örneğin başka kabilelerle yapılan savaşlarda kazanan taraf diğer kabilenin geçim araçlarına, kadınlarına vs. el koyar. Ama bu, daha çok farklı topluluklar arasında görülür. “Gasp etme” bir topluluğun içinde de gerçekleşebilir; ama şef tarafından yapılsa dahi meşru görülmez, ancak gayri meşru bir şekilde yapılabilir.  

Öyleyse ilkel toplumlardaki liderlik veya şeflik mekanizmalarının bir tür devlet çekirdeğine dönüşmesini engelleyen nedir?

Lider veya şef eline geçen her şeyi çok uzun olmayan bir süre içinde topluluğa dağıtmak zorundadır.  Bir kabile lideri, zengin görünmek ve bu yüzden halkın kızgınlığını üzerine çekmek istemez. Zenginliği yeniden dağıtamadığı, ziyafetler düzenleyemediği durumda ise zaten liderlik konumunu kaybedir. Lider ya da şef, saygınlığı, şan ve şöhreti için yaşar. “Zenginlik” ve şan, şöhret ise ancak vermekle olur (richesse oblige). Şefin kötü mevsim koşulları, açlık dönemleri için yiyecek maddeleri biriktirdiği depoları vardır. Ama bu depolardaki yiyecekler, kötü talih gelip çattığında topluluğa dağıtılmak üzere oradıdır. Bütün topluluğun malıdır. İlkel toplumlarda kabile lideri veya şefin bir tür kamu bankası işlevi gördüğü etnograflar tarafından sıkça gözlemlenen bir olgudur. Şef, kaynakların, kıtlık gibi zor zamanlarda geçimini sağlayamayanlara dağıtılmak üzere saklanmasından ve tashis edilmesinden sorumludur.

O halde bir siyasi iktidar biçimi olarak kabile liderliğinin veya şefliğin devlet aygıtı çekirdeğine dönüşmesini engelleyen şey, liderin veya şefin kendisi için artı ürün biriktirmesine izin verilmemesidir. Şef, bütün ayrıcalıklarına karşın, topluluktan birisidir. Topluluğun hukukuna tabidir.

Zaman zaman şefliklerin başka bölgeleri ele geçirerek genişlediği olur. En üst konumdaki şef, haraç toplamak ve başka kamusal işler için bir bürokrasi oluşturmaya başlar. Bu bürokrasinin ihtiyaçları doğal olarak yerel halk tarafından karşılanır. Ancak yerel kaynaklar üzerindeki baskılar dayanılmaz bir noktaya ulaştığında, halk şefe kendilerinden biri olduğunu, aralarındaki mesafenin bu kadar açılmaması  gerektiğini hatırlatır. Bazense, örneğin Havaii’de olduğu gibi, halk ayaklanır ve şefi öldürür ya da sürgüne gönderir. İlkel toplumlarda elindeki siyasi iktidarı bir tahakküm aygıtına dönüştermeye başlayan lider ya da şeflerin karşılaşacağı akibet her durumda şefliğinin son bulmasıdır. Bu bazen yaşamı bağışlanarak şeflik konumunun elinden alınmasıyla, bazense daha alt düyezdeki şeflerle işbirliği yapan halkın ayaklanarak şefi sürgüne göndermesi veya öldürmesiyle gerçekleşir.

Peki ya barış? “Doğal durum” teorisine göre, ilkel topluluklar kendi aralarında barış tesis etmekten acizdir. Birbirine güven duymayan iki topluluk karşılaştığında ya geri çekilerek birbirlerine temas etmekten kaçınacakları veya savaşacakları varsayılır.

Marshall Sahlins, birbirlerinden fayda elde etmeye çalışan toplulukların savaş yapmayı tercih edebilecekleri gibi ticaret yapmayı da tercih edebileceklerini söyler. Nasıl ki dostlar birbirlerine hediye verirler, topluluk arası hediye mübadelesinin başlaması da iki topluluk arasında dostluk yaratır. Böylelikle, hediye değiş tokuşuyla kalıcı ve karşılıklı bir fayda ilişkisi oluştuğunda, taraflar birbirlerine zarar vermekten kaçınacaktır. Başarısız olan ticari mübadeleler savaş nedeni olabileceği gibi, –Sahlins’in “dengelenmiş karşılıklılık” dediği mübadele biçimi sayesinde– başarılı olan mübadeleler de barış tesis edici bir rol oynar. İki topluluk arasında karşılıklı evlilikler yoluyla ittifak kurulmasına benzer şekilde, dengelenmiş hediye mübadelesi yoluyla barış yapılır.

Farklı topluluklar arasındaki ticaret, akraba da olabilen ticaret ortakları aracığılıyla gerçekleşir. Bir ticaret ortağı diğerini ziyarete gittiğinde hediyesini sunar. Ev sahibi elinden gelen konukseverliği gösterir ve ziyaretçiye her zaman onun kendisine verdiği hediyeden daha değerli bir hediyeyle karşılık verir. Öyle ki daima bir “fazla” söz konusudur. Nitekim ev sahibi ticaret ortağını ziyarete etmek için onun köyüne gittiğinde, o da aynı muameleyle karşılaşacak, verdiği hediyeden daha değerli bir hediyeyle evine dönecektir. Sonuçta dönüşümlü olarak hep taraflardan birinin diğerine borçlu kaldığı, uzun vadede dengelenen bir ticari mübadele süregider (dengelenmiş karşılıklılık ilkesi). İki topluluk aralarındaki ilişkiyi bozmayı göze almadığı müddetçe, Hobbes’un bahsettiği düşmanlık halinin yerini barış alır. İlkel toplumlar, Aydınlanma filozoflarının “kaos” olarak tarif ettikleri “doğal durum”da yaşamazlar. Her zaman “doğal” değil “kültürel” bir durum ve toplum olma hali söz konusudur. Böylece ilkellik ile “uygarlık” arasındaki o meşhur bölünme ortadan kalkar.

Özgürlükçü antropolojinin en büyük katkılarından birisi, sanıyorum ilkel toplumlara bakışımızı değiştirmesi ve insan dogasına ilişkin Batı kaynaklı yanılsamayı sorgulamamızı sağlamasıdır.

İlkel toplumlarda da barış dönemleri vardır. Ama bu barışı sağlayan devlet değil, tarafların birbirlerine hep biraz borçlu kaldıkları karşılıklı hediye mübadelesidir.