Tiyatro Boğaziçi, Boğaziçi Üniversitesi kökenli bir grup tiyatrocunun, mezuniyet sonrasında sanatsal faaliyetlerini sürdürme inadının bir sonucu olarak kurulmuş ve bugüne dek altı prodüksiyon gerçekleştirmiş bir yarı-profesyonel kumpanya. BGST’nin, yani Boğaziçi kökenli sanatçıların oluşturduğu sanat kollaktifinin bir parçası olan Tiyatro Boğaziçi, etkinliklerini Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği bünyesinde sürdürüyor. Bu sene, Uluç Esen ve Cüneyt Yalaz’ın yazdığı, Cüneyt Yalaz’ın bir buçuk saat boyunca şaşırtıcı bir enerjiyle sunduğu “Yeni Bir Hayat İçin” adlı tek kişilik oyunla seyirci karşısına çıkıyorlar.
Sahnede 35 yaşında bir oyuncu, orta boylu orta sınıftan, bir ortalama “yurdum insanı”, büyük bir içtenlikle, anlatıyor: “Orta yaşlıydım, orta sınıftım, orta yolcuydum, orta direktim, orta kademe yöneticiydim, orta boyluydum, orta kiloluydum, orta halli bir ailenin ortanca çocuğuydum, ortada kalmıştım, ortalarda dolanıyordum, orta şeritten gidiyordum, orta şekerli kahve içiyordum, gol atmaktan değil, orta yapmaktan hoşlanıyordum, ortada sıçandım, ortadaydım, ortalamaydım, vasattım, sıradandım, alelaleydim, her hangi biriydim, ara dereydim ne sıcak ne soğuk ılığın biriydim: Pazar eklerindeki testlerde hep normal çıkardım…”.Artık ortalama olmaktan kurtulmaya karar veren, yeni bir hayata başlama vaktinin geldiğini düşünen Selim Özben, -Oğuz Atay’a göndermeye dikkat!- o güne dek yapmadığı bir şeyi yapar: Risk alır, ama heyhat, bir ömrü benzer düşlerle geçiren milyonlar gibi, o da başaramaz, oyun elbette, U-dönüşüyle değil, O-dönüşüyle biter. Seyirci, yaşadığı düş kırıklıklarını bir buçuk saat boyunca acıyarak izlediği kahramanın, aslında biraz da kendisi olduğunu düşünerek, salonu terk eder.
Tek kişilik bir oyun, ilk anda insana “yeni bir stand-up gösterisi mi?” sorusunu sorduruyor. Fakat bizim oyundan edindiğimiz izlenim, “Yeni Bir Hayat İçin” oyununun, bilinen stand-up formuna pek de benzemeyen, daha çok Genco Erkal’ın o eskiden beri sürdürdüğü ‘tek kişilik oyun’ geleneğine yakın düştüğü yolunda, ne dersiniz?
Uluç – Evet, bizce de, “Yeni Bir Hayat İçin”, mizahi bir üslubu olmasına karşın, belli bir öyküyü anlatması, tematik bir yönünün olması, meddah geleneğinden ve Türkiye tiyatro tarihindeki tek kişilik oyunlardan etkilenmesi ve teatral bir altyapıya sahip olması gibi yönleriyle, stand-up’tan epeyce farklı.
Stand-up’ların formuna dair eleştirileriniz var mı?
Bizim Tiyatro Boğaziçi’nde yürüttüğümüz tartışmalarda, şöyle bir sonuca ulaşmıştık. Bir kere stand-up’çıları popüler diye eleştirmek, pek anlamlı değil. Çünkü onlar sosyolojik bir ihtiyaca cevap verdiler aslında. Orta yaş ve üstü kuşağın hatırlayacağı gibi, geçmişte, televizyon falan hayatlarımıza bu kadar hükmetmezken, eş dost, aile toplantılarında şöyle “ağzından bal damlayan”, espirili, enteresan anektodlar anlatan konuşkan, meclis adamları olurdu. Stand up’çılar, bir anlamda cemaat kültürü eksikliğinin, kentli hayatın yol açtığı bir boşluğu dolduruyor. Dikkat ederseniz, bu türün asıl meraklı seyircilerinin yaş ortalaması oldukça gençtir. Tabii, bu sosyolojik tespit, bir tarz olarak stand-up’ları onayladığımız anlamına gelmiyor.
Madem sosyolojiye girdik, sen ne tür bir sosyal ortamın ürünüsün peki, Cüneyt Yalaz kimdir?
Orta sınıf bir memur ailesinin oğlu olarak, 1966’da doğdum, yani Selim Özben gibi 35 yaşındayım; 1984 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne başladım. Tiyatroyla tanışmam Eskişehir Anadolu lisesi’nde, ancak asıl tiyatro formasyonunu BÜO’da kazandım. BÜO (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları) ve Tiyatro Boğaziçi’nde, onlarca oyunda yer aldım. 1988’den beri, önce BÜO’da ve ardından 1995’te kurulan Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun bir alt birimi olarak Tiyatro Boğaziçi’nde, ciddi ve yoğun bir tiyatro ortamının içindeyiz. Bu arada, üç tiyatro kitabı çevirim ve başından beri “Mimesis” dergisinde yer aldım.
Oyun metninin altında Cüneyt Yalaz ve Uluç Esen imzaları var; tekst, doğaçlamalardan mı yoksa masabaşı çalışmalarından mı çıktı?
Uluç- Bizim şimdiye kadarki çalışmalarımızda, metin yazımında genellikle sahne üstü doğaçlamalar ağırlıklıydı; bu prodüksiyonda ise yazma aşamasında masabaşı çalışması biraz daha öndeydi. Önce, masabaşı çalışmasında, izleyicimizin ilgisini çekecek bir tema ve stand-up’la mesafesini koruyan bir teatral form şekillendi ve sonra sahneye geçildi. Bu arada, “Yeni Bir Hayat İçin”de iki kişinin ismi ön plana çıksa da, tarzımız gereği, Tiyatro Boğaziçi’nin diğer üyelerinin de eleştirel katkılarını zikretmeliyiz. Onların izledikleri provalarda yaptıkları eleştiriler, oyunun şekillenmesinde etkili oldu. Bu anlamda kolektif bir üretimden bahsedebiliriz.
Metinde Boğaziçi Üniversitesi’nde geçirdiğiniz yıllar boyunca biriktirdiğiniz sosyolojik gözlemler de tekstin biçimlenişinde etkili olmuş galiba…
Elbette, gerek günlük yaşantımızda gerekse oyunlarımızda muhattap olduğumuz insanlar ya orta sınıf üyeler ya da orta sınıf adayları. Bizim yapmaya çalıştığımız şey ise orta sınıfın çelişkilerini ve yanılsamalarını ortanın ortası Selim Özben karakteri aracılığıyla, bir bütünlük içinde seyirciye aktarmak, bir anlamda onlarla tartışmak. Oyunda bahsettiğimiz kesimin, örneğin, hayatlarında kolayca beyaz bir sayfa açabileceklerine inanmaları, doğaya, sanata ve toplumsal olaylara yüzeysel bir bakışları olduğu, ikiyüzlü orta sınıf ahlakına yatkınlıkları, kolektif çözüm arayışlaına uzak durmaları gibi saptamalarımızı tartışmaya açtık.
Gerçi oyunda Kafkaesk bir ton yok ama, yine de Selim Özben’e o kısır döngüden kurtulma şansı, herhangi bir umut ışığı sunulmamış olması, trajik bir etki yaratıyor; bir çözüm önermekten özellikle mi kaçındınız, yoksa orta sınıf bir yaşam tarzı gerçekten çıkışsız bir kısır döngü mü?…
Çalışmalar sırasına bu tartışıldı. Orta sınıfın verili durumda çıkışsız olması ve bizzat kendi tercihleri nedeniyle bu kısır bir döngüyü yaşamaya yazgılı oldukları gerekçesiyle, Selim Özben’e çıkış şansı tanımadık. Belki, Selim’e başka tercihler sunmak veya Selim’in yanında –alternatifin ipuçlarını taşıyan- başka yaşamlar da anlatmak ve onları da tartışmak pek tek kişinin altından kalkabileceği bir yük değil.