Giriş
Türkiye’de yayıncılık piyasasının son yıllarda geçirdiği dönüşüm hakkında genel bir çerçeve çizebilmek ve bunun için biraz geçmişe uzanmak önemli bir çalışma olarak önümüzde duruyordu. Günümüzde bir sektör haline gelen yayıncılık alanıyla ilgili tartışmalar daha çok sektörün bileşenlerinin içe dönük tartışmaları olarak kalıyor ve kamuoyu bu alanda yeterli düzeyde bilgi sahibi olamıyor. Bizler, yayıncı kimliğimizi esas alarak yayıncılık alanında yakın geçmişte yaşanan gelişmeleri anlamak/anlatmak amacıyla, uzun yıllardır yayıncılık, dağıtımcılık veya kitapçılık yapan kişilerle söyleşiler yaptık. Alfabetik sıraya göre, şu kişilerin bilgi ve deneyimlerinden faydalandık: Ahmet Arslan (Papirüs Dağıtım’ın kurucusu), Deniz Zarakolu (Belge Yayınları editörü) Fethi Yıldırım (Telos Yayın Dağıtım çalışanı), Gürsel Caniklioğlu (Artı Bir Kitap satış müdürü) Hüseyin Sönmez (Hil Yayınları ve Pandora kitapevinin sahibi), İsmet Gültekin (Seyhan Müzik mağazaları genel müdürü ve Babil Yayınları genel yayın yönetmeni), Kenan Kocatürk (Literatür Yayınları sahibi ve genel yayın yönetmeni) Murat Kaplan (SibayBeyaz Yayınları sahibi ve genel yayın yönetmeni), Osman Akınhay (Agora Kitaplığı ortağı ve editörü), Ragıp Zarakolu (Belge Yayınları sahibi ve genel yayın yönetmeni), Sabahattin Göksu (Metis Yayınları satış müdürü), Vezir Sarıyer (Alfa Basın Yayım Dağıtım dağıtım müdürü), Zeynep Gülbay (Sosyal Yayınları sahibi ve editörü). Bilgi ve deneyimlerini bizimle paylaşan herkese teşekkür ediyoruz. Söyleşiler uzun olduğundan, çözümlemelerini bu değerlendirme yazısıyla birlikte internete koyduk. Yapılan söyleşilere bu yazı içinden ulaşabilirsiniz.
Bu çalışma, söyleşi yaptığımız kişilerden elde ettiğimiz verilerden ve birer yayıncı olarak bu alana ilişkin gözlemlerimizden oluştu. Okuyucunun, burada özetlemek durumunda kaldığımız gelişmeler hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olabilmesi için yaptığımız söyleşilerden beşine ekte ayrıca yer veriyoruz. Çalışmayı hazırlarken elde ettiğimiz verileri belirli bir tarihselleştirmeyi esas alarak işlemeye çalıştık. Amacımız, günümüzde ciddi bir dönüşüm yaşayan yayıncılık piyasasının kritik dönemeçleri hakkında temel verileri özet halinde de olsa kamuoyuna ve ilgili çevrelere sunabilmektir. Yaptığımız çalışma, yayıncılık alanında yapılan tartışmaları ve bu alana dönük olumlu/olumsuz deneyimleri paylaşarak öncelikle okuyucuda bir duyarlılık yaratmaya dönük bir çaba olarak görülebilir. Çalışmanın diğer bir amacı da, piyasa mekanizmalarının ve muhalif yayıncılığın mevcut durumundan yola çıkarak alternatif yayıncılık konusunda bazı öneriler oluşturmaktır.
Asıl odaklandığımız tarihsel dönemin 1990-2000’li yıllar olmasına karşın, yaptığımız söyleşilerde 1990’lar öncesine ilişkin bazı veriler de edinebildik. Bu nedenle, 1990-2000’li yıllara geçmeden önce 1970-1990 arası döneme ilişkin bazı özet bilgiler veriyoruz. Böylece çalışma, 1970-1990 arası döneme ilişkin genel bir özet, 1990’lı yıllar ve 2000’li yıllar olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Ayrıca, çalışmanın sonunda Türkiye’de alternatif yayıncığın geleceğine ilişkin görüşlerimizi içeren kısa bir bölüme yer veriyoruz.
Yayıncılık alanı kuşkusuz bir çok yönüyle incelenebilir. Aşağıda görülebileceği gibi, biz daha çok yayıncılık politikalarını ve yayıncılığın günümüzdeki işlevini yakından etkileyen yayıncılığın altyapı sorunlarını (yayıncı-dağıtımcı ve kitapevi üçgeniyle ilgili temel dönüşümleri) ele almaya çalıştık. Elbette bu çalışma pek çok eksik barındırıyor ve daha gelişkin çalışmalarla tamamlanmayı bekliyor.
Bu çalışmada kendileriyle ilgili maddi hatalar veya yanlış yorumlamalar olduğunu düşünen dağıtım firmaları ve yayınevlerinden ilgili kişilerin bizimle ilişkiye geçmesini, çalışmanın objektif verilere dayanması açısından önemli buluyoruz.
A- 1970-1990 Yılları Arasında Yayıncılık Piyasasının Genel Durumu
1) 1980’e kadar olan dönem
Türkiye’de yayıncılık piyasasının gelişimini değerlendirirken 1990 öncesi dönemi iyi anlamak gerekiyor. 1970’li yıllardan 12 Eylül 1980’e kadar yayıncılık piyasasını ele alacak olursak, yayıncı/dağıtımcı/kitapçı üçgenine baktığımızda kabaca şu sonuçlara ulaşabiliriz: 1970’lerde yayıncılık piyasasında sınırlı sayıda yayıncı ve dağıtımcı bulunmaktadır. Buna karşın, büyük bölümü Anadolu’da olmak üzere yaklaşık 10 bin olduğu iddia edilen geniş bir kırtasiyeci/kitapevi ağı vardır.[[dipnot1]] (Bugünkü yayıncı bolluğu, belirli sayıda dağıtımcı ve çok yetersiz sayıda kitapçı olduğu düşünülürse, o zamanlar durum tam tersidir.) Anadolu’nun birçok yerine dağılmış olan bu kitapevleri daha çok çalışan veya emekli ilerici öğretmenler tarafından işletilir. Kitapevleri o dönemde nitelikli kitapların Anadolu’ya ulaşmasını sağlayarak bir aydınlanma işlevi görmektedir. Aynı zamanda, insanların bir araya gelip tartıştığı mekânlar durumundadır. Kitapevi/kırtasiye sahipleri, yılın belirli dönemlerinde İstanbul’a gelir, yayıncılardan ve dağıtımcılardan kitaplarını alır, ödemelerini yapar ve tekrar Anadolu’ya dönerler. Bu dönemde dağıtımcı sayısı az oluğundan, yayıncılar çoğunlukla kitapçılarla karşılıklı bir güven ilişkisi içinde ve peşin ödeme yaparak doğrudan çalışırlar. Dağıtım şirketlerinin sınırlı sayıda olması, yayıncılık piyasasının ekonomik kapasitesi ve sektörel gelişimi ile bağlantılıdır.
70’li yıllar aynı zamanda muhalif kesimlerin hayatın birçok alanında örgütlü olduğu dönemdir. Belirli yayınevleri dışında – İnkılap, Remzi, Altın vs. – yayıncılık ve dağıtımcılık alanına ilerici veya muhalif yayınevleri ve dağıtımcılar hâkimdir. Birçok yayınevi de muhalif olma iddiası bulunmasa da, nitelikli kitaplar çıkartarak bir aydınlanma işlevi yerine getirdiğini düşünmektedir. Bu dönemin özelliklerini maddeler halinde belirtirsek;
- Kitap üretimi sınırlı olmasına rağmen, kitapların baskı sayısı 5-10 bin arasındadır; 3.000 adetten daha az kitap basıldığına ise pek tanık olunmamaktadır. Dolayısıyla, çok-satarlar hariç kitapların ortalama 1.500 adet basıldığı günümüzdeki durumla karşılaştırıldığında o dönemdeki tirajlar bir hayli yüksektir. Sınırlı sayıda yayıncı olması ve okuyucu talebi kitapların baskı adetlerini belirlemektedir. Dönemin toplumsal gelişmelerinin de etkisiyle okuyucu sayısında hızlı bir artış yaşanmaktadır.
- Yayıncı/dağıtımcı/kitapçılar arasında indirim, ödeme, iade vs. konusunda resmi bir prosedür olmasa da karşılıklı güvene dayalı esnaflık anlayışının hakim olduğu bir çalışma tarzı mevcuttur.
- Yayın ve üretim politikalarında, içerik anlamında nitelik önemli bir kriter olarak kendini göstermektedir.
- Yayıncılık piyasası – ekonomik, hukuksal ve işletme konularında – kendi altyapısını oluşturmakta yetersizlikler yaşamaktadır.
- Muhalif yayınevlerinin bastığı kitaplar, dönemin toplumsal gelişmeleriyle bağlantılı olarak birçok kesime ulaşmaktadır. Üretilen kitaplar – üniversitelerde, sendikalarda, mahallelerde, işyerlerinde – geniş kesimlere ulaşır. Bununla birlikte, yaptığımız bazı söyleşilerden çıkardığımız sonuca göre, muhalif yayınevleri halka ulaşmak için alternatif erişim mekanizmaları oluşturmak konusunda özel bir gayret içinde değildir. Daha çok siyasi hareketlerde ve demokratik kitle örgütlerinde çalışanların yoğun bir talebi söz konusudur. Bazen bu kurumların mensupları Cağaloğlu’na gelerek toplu kitap alımları yapmakta ve bunları çalıştıkları sahadaki insanlara ulaştırmaktadır. Muhalif yayıncıların, piyasa-dışı alternatif kanallar oluşturmak konusundaki isteksizliği sonraki yıllarda da devam edecektir.
2) 12 Eyül’ün etkileri ve 1980-1990 yılları arasında yayıncılık piyasası
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte, yayın piyasasında önemli değişimler yaşanır. 12 Eylül sonrasında, yayıncılık/dağıtımcılık/kitapçılık açısından oluşan birikimler büyük oranda tasfiye edilir. Özellikle Anadolu’da genellikle muhalif insanların işlettiği yaygın kırtasiye/kitapevleri ağı 80’ darbesinden nasibini alır. Kitapevi sahiplerinin gözaltına alınması, tutuklanması, sindirilmesi ve ekonomik sorunlar, başta Anadolu’da olmak üzere çok sayıda kitapevinin kapanmasıyla sonuçlanır. Söyleşi yaptığımızHil Yayınları sahibi Hüseyin Sönmez’in deyişiyle, bu durum, Türkiye’de kitapevleri açısından “birinci kırılma dalgası”dır. Bu kırılma, sonraki yıllarda kitapevi sayısında ciddi bir azalmayla kendisini hissettirecektir.
Diğer yandan, önemli sayıda yayınevinin siyasi örgütlerle bağlantılı olması (o dönemde pek çok siyasi hareketin kendi yayınevleri vardır), sol-muhalif yayınevlerinin çoğunun kapatılmasına yol açar. 80-82 yılları arasında darbe nedeniyle tasfiye olan yayınevleri ve kitapevleri önemli bir boşluk ortaya çıkarmıştır. Darbe, dağıtım mekanizmasında da tahribat yaratmıştır.
Bununla birlikte, yayıncılık alanında 80’ darbesinin farklı etkileri de olur: 82’ yılında başlamak üzere yeni bir yayıncılar kuşağı oluşmaya başlar: Metis, Ayrıntı, Alan, İletişim, Hil Yayınları ve diğerleri bu kuşağın temsilcileri arasındadır. Ortalığın durulması ve 12 Eylül’le birlikte solun yaşadığı ağır yenilgi, dogmatik düşünce alışkanlıklarının gevşemesine neden olur. O güne kadar benimsenen Ortodoks Marksizmi eleştiren ve daha geniş bilgilenme olanakları sunan bir yayıncılık tarzı başlar. Belge ve Alan Yayınları daha çok eleştirel Batı Marksizm’inin ürünlerine yer verirken, Metis ve Ayrıntı gibi yayınevleri özgürlükçü sol diyebileceğimiz alternatif bir yayıncılık çizgisi geliştirir.
Dağıtım alanında ise, Tümda, Barış, Arkadaş, Özen ve Papirüs gibi muhalif dağıtımcılar kurulur ve kendi dönemlerinde oldukça güçlü dağıtımlar olurlar. Yeni yayınevleri kuşağıyla birlikte bu girişimler darbe sonrası muhalif yayıncılık alanına yeni bir soluk kazandırır. Yukarıda saydığımız yayınevlerinden, Metis, iletişim, Hil ve Ayrıntı yayın hayatını sürdürüyor. Fakat, bu dönemde açılan dağıtım şirketlerinin hiçbiri günümüze kadar varlığını sürdürememiştir.
Yine bu dönemde YAZKO (Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi) önemli bir girişim olarak ortaya çıkar. YAZKO girişimi 12 Eylül öncesi başlayıp özellikle 12 Eylül sonrası güçlenen, bir anlamda sol muhalif aydınları/yazarları ayakta tutan bir yayıncılık odağı işlevini üstlenmiştir. YAZKO, yazarlara kitaplarını bağımsız olarak yayımlama ve doğrudan gelir elde olanağı sağlaması açısından üzerinde durulması gereken alternatif bir girişimdir. Kolektif bir yapılanma olan YAZKO projesi, Mustafa Kemal Ağaoğlu’nun inisiyatifinde kurulur. Kooperatifin bünyesinde, her biri düşünsel yaşama ciddi katkılarda bulunan YAZKO Edebiyat, YAZKO Felsefe veYAZKO Çeviri dergileri yayımlanmış, özellikle edebiyat alanında önde gelen Türkiyeli ve yabancı yazarların kitapları düzenli olarak basılmıştır. Kooperatif içinde yaşanan çelişkiler, bazı “daha az tanınmış” yazarların kitaplarının fazla basılması yüzünden meydana gelen çekişmeler ve ekonomik sorunlardan kaynaklanan tartışmalar dolayısıyla YAZKO girişimi 80’lerin ikinci yarısında çökmüştür.
Sonuç olarak, 80’li yıllar yeni bir muhalif yayıncı kuşağının gelişimine tanık olsa da, 12 Eylül’ün dağıtım ve kitapevi altyapısı üzerinde yarattığı tahribat devam etmektedir. 90’lı yıllar, başka gelişmelerin yanı sıra, dağıtım altyapısını güçlendirmeyi hedefleyen bazı girişimlere sahne olacaktır.
B – 1990’lı Yıllar ve Yayıncılık Piyasasının Sorunları
Bu bölümde, genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz 1970-90 yılları arasında yayıncılık piyasasındaki gelişmeler çerçevesinde 90’lı yıllardan itibaren başlayan değişim süreçlerini değerlendireceğiz.
1) Muhalif yayıncı ve dağıtımcıların durumu
80’li yıllarda 12 Eylül darbesi dolayısıyla yayıncılık alanının yaşadığı ciddi sorunlara karşın, muhalif bir okur kitlesi varlığını sürdürür ve muhalif yayınevleri esas olarak bu okuyucu potansiyeline hitap eder. Marksizmi eleştirmeye ve zenginleştirmeye çalışan ya da özgürlükçü akımlara yer veren yeni yayıncılar kuşağı, 80 sonrasındaki birkaç kuşak arasında yeni bir okur kitlesi yaratmayı başarır. 12 Eylül’ün etkisiyle biçimlenen daha sonraki kuşakların kitap okuru yaşına gelebilmesi, dolayısıyla 12 Eylül’ün okuyucu tipolojisi üzerinde etkisini iyice hissettirmesi için ise daha uzun bir zaman diliminin geçmesini beklemek gerekecektir.
İşte 90’lı yıllar, 12 Eylül darbesinin ve ardından gelen Özal döneminin yarattığı insan tipolojisinin yavaş yavaş okur profiline yansımaya başladığı yıllardır. Yeni kuşakların kültürel ve etik değerleri, alışkanlıkları farklıdır. Bu çerçevede, 90’lı yıllarda muhalif yayıncılığın gelecekteki durumunu tayin edecek olan soruyu şöyle tanımlayabiliriz: Muhalif yayıncılık çeşitli erişim araçları geliştirip yeni bir okur potansiyeli yaratabilecek midir? Bu sorunun yanıtı ne yazık ki olumsuzdur. Birazdan göreceğimiz gibi, dağıtım altyapısını güçlendirmeye dönük bazı piyasa-içi girişimler olduysa da, hepsi başarısız kalır. Diğer yandan, piyasa-dışı mekanizmalar inşa etme çabasına neredeyse hiç rastlanmaz. Bu anlamda ayrıca ele alınması gereken sadece iki deneyimden, 1984’te kurulan Cumhuriyet kitap kulübünden ve 1991’de kurulan Belge Yayınları kitap kulübünden söz edebiliriz. Bu kitap kulüpleri, düşük bir tutar karşılığında okurları üye yapmakta ve üyelerine çeşitli yayınevlerinin kitaplarını indirimli olarak ulaştırmaktadır.
Geçmişte siyasi yapılar aracılığıyla toplumun birçok kesimiyle – öğrenciler, işçiler, gecekondu mahalleleri, sendikalar vs. – kurulan ilişkiler ise dağılmış durumdadır. 90’lı yıllarda Türkiye solunun önemli bir bölümünün varoşlardan ve işyerlerinden çekilmeye başlaması ve giderek yaşamını “mütena” semtlerde sürdüren orta sınıf bir karakteri kazanması, yayıncılık alanında piyasa-dışı alternatif erişim mekanizmalarının kurulamamasında kuşkusuz etkili olur.
Öte yandan, 90’lı yıllarla beraber genel olarak yayıncılık piyasasında yaşanan gelişmeler muhalif yayıncılık alanına da yansır; böylece, muhalif yayıncılık paylaşımcı ve dayanışmacı karakterini kaybetmeye başlar. Muhalif alandaki yayıncılar ve dağıtımcılar, kendi aralarında ve piyasa ile patronaj [[dipnot2]] ilişkileri kurmaya girişir. Diğer yandan, etik olmayan çalışma biçimleri etkili olur; örneğin “nasıl olsa bizdendir” denerek ödemeleri geciktirme veya yapmama sık rastlanan olaylardır. Yayıncılık alanında elde edilen sermaye birikimi, bazı durumlarda yatırım yerine lüks tüketim amaçlı kullanılır. Oysa ülkemizde yayıncılık kâr marjı düşük olan ve sürekli öz-sermaye açığıyla yürütülen bir faaliyettir. Amiyane tabirle “birbirini dolandırma” olarak değerlendirebileceğimiz olaylar, özellikle dağıtım alanına ciddi zararlar verir; Arkadaş, Barış, Dada, Papirüs, Devin gibi birçok dağıtım şirketinin batmasında, başka temel nedenlerin yanı sıra, etik olmayan bu tür davranışların da payı vardır. Genel olarak bu durumun, piyasa-içi bir yayıncılık/dağıtımcılık politikası izlenmesi ve o yıllarda sol camiada yaşanan genel yozlaşmayla bağlantılı olduğu söylenebilir.
2) DADA ve PİA dağıtım deneyimlerinin değerlendirilmesi
a- DADA (dağıtımdan dağıtıma) deneyimi
90’lı yıllarda, muhalif ve/veya nitelikli kitaplar üretin kesimler dağıtım alanında çeşitli açılımlar yapma arayışlarına girerler. Bu yayıncı ve dağıtımcıların bazıları daha büyük dağıtım organizasyonları kurmak üzere bir araya gelirler. Bu dönemde üzerinde durulması gereken iki önemli girişim, DADA (Hil, Oğlak, 6:45, Afa, Kavram ve Cem yayınevlerinin “dağıtımdan dağıtıma” adıyla kurduğu dağıtım şirketi) ve PİA (Papirüs, İletişim ve Ayrıntı yayınlarının kurduğu dağıtım şirketi) deneyimleridir.
DADA, o dönemin bazı büyük yayınevlerinin bir araya gelerek öncülüğünü Yayıncılar Birliği’nden bir ekibin yaptığı bir oluşum olarak ortaya çıkar. Dağıtım piyasasında yaşanan altyapı yetersizliği böyle bir oluşumu teşvik eder. Gelişen ekonomik sistem ve teknik altyapıya karşın dağıtım piyasası hâlâ eski yöntemlerle çalışmaktadır. Kitap satışlarının çoğalması gerekirken o yıllarda gittikçe bir düşme olur. 80 öncesinde, hatta sonraki yıllarda 5-10 bin olan baskı adetleri giderek düşmeye başlar. Muhalif ve/veya nitelikli yayıncılığın kendi okur kitlesini genişletmek yerine eldeki okur kitlesiyle yetinmeyi tercih etmesinin, geçmişten gelen birikimi yavaş yavaş tüketmesine yol açtığını söylemek yanlış olmaz. Eldeki okur potansiyeliyle yetinme anlayışının, zaten kapitalist anlamda sektör olma sorunları yaşayan yayıncılık alanındaki dağıtımcı ve kitapçı ağlarının yetersizliğiyle birleşmesi ciddi sorunlara neden olur. DADA, bu sorunları gidermek için dağıtım ve kitapevi altyapısını modernize etmeye, böylece kitap sirkülasyonunu artırmaya dönük bir girişimdir.
DADA’yı kuran yayınevleri, kuruluş aşamasında bir tür “anayasa” olarak adlandırdıkları yaklaşık 10 maddeden oluşan çalışma ilkeleri belirler ve bu ilkelere göre bir dağıtım sistemi oluşturmaya çalışır. Bu ilkeler arasında, büyük dağıtımcı olmanın getirdiği avantajlardan yararlanıp kitapçılar üzerinde tahakküm kurmak yerine, kitapçıların çalışmasını bir sisteme kavuşturmak, onlara lojistik hizmet vermek ve ayakta kalıp gelişmelerini sağlamak vardır. DADA’yı kuran bileşenler en azından başlangıçta, yayıncılık piyasasında kitapçı ve dağıtımcı ayaklarının birbirlerine muhtaç olduğunun farkındadır.
DADA, özellikle kitap dağıtımının lojistik yönüne ilişkin düzenlemelere gider ve bugün halen geçerliliğini koruyan birçok teknik düzenleme bu girişim tarafından piyasaya kazandırılır. Örneğin, daha önceleri kitapçılar listelerini hazırlayıp Cağaloğlu’na gelir ve buradaki dağıtımları gezerek ihtiyaçlarını temin ederler. İstanbul’da kitapçılar açısından belki bu çok ciddi bir sorun teşkil etmez, ama özellikle İstanbul dışındaki kitapçılar yeni çıkan kitapları yeterince izleyemezler. Yine o dönemde yüksek seyreden enflasyon nedeniyle kitap fiyatları sıkça değişmektedir. Kitap piyasasında sistemli bir iletişim olmaması, kitapçıların değişen fiyatlardan habersiz kalmasına yol açar. Yine iletişim sorunundan dolayı, yeni çıkan kitaplar piyasaya geç girer ya da bir çok yere eksik gönderillir. DADA bu sorunları çözmek için bazı teknik hizmetler geliştirir. Yeni çıkacak bir kitabın bilgilerini, en az bir hafta öncesinden kitapçılara vermeye başlar. Böylece kitapçılar, yeni kitaplar hakkında bilgi sahibi olup zamanında sipariş vermeye başlarlar. Aynı zamanda, gerek yeni çıkan gerekse satışta olan eski kitaplar için alınan siparişler mümkün olan en kısa sürede kitapçıya ulaştırılmaya çalışılır. Bugün hâlâ ihtiyaç duyulan bir başka yenilik olarak kitapçılar dolaşılır ve her kitapçının okur profili çıkartılmaya çalışılır. Kitapçıların bu profile göre kitap siparişi vermesi teşvik edilir; böylece müşterisini bulamayan kitapların kitapçı raflarında uzun süre kalmasının önüne geçilmesi amaçlanır.
Fakat, kurulduktan kısa süre sonra DADA kendi ilkelerini çiğnemeye başlar. En belirgin ihlal, birçok yayınevinin dağıtımını sadece kendisinin yapmasından hareketle – tek dağıtım – kitapçılar üzerinde patronaj ilişkisi kurmasıdır. Zamanında ödeme yapamayan bazı kitapevlerine verilmesi gereken hizmetler geciktirilir ya da makul bir süre tanımadan ödeme yapması için sıkıştırılır. Bu durum, DADA’nın bileşenleri arasında ilkesel düzeyde ayrımlar oluşmasına neden olur ve Hil ve Oğlak yayınevleri bu bileşimden çekilirler.
Temelde DADA’nın dağılmasındaki en büyük etken ise Kelepir kitapevleri sistemidir. İlk başlarda aslında doğru bir mantıkla kurulan bu kitapevleri, sistem doğru işletilemediği için son bulur. Bu sistemde hedef, yayıncının deposunda kalan görece eski kitapların okuyucuyla ucuz bir fiyata buluşturulmasıdır.
Aslında kelepir kitap sistemi doğru uygulandığında, yayıncılığın sürekliliği ve istikrarı için oldukça önemlidir. Zaten stok satışları, dünyanın bir çok yerinde ayrı bir alan olarak gelişme göstermiş ve yayınevlerinin gelirinin kücümsenmeyecek bir kısmını oluşturmuştur. Bu yöntemin başka bir avantajı da, kaliteli kitapların tamamen piyasadan yok olmasının önüne geçmesidir.
Böylece, hem DADA’yı kuran yayınevlerinin hem de DADA’nın, deposunun dağıtımını tek başına üstlendiği başka yayınevlerinin kitapları başlangıçta benzer düşüncelerle kelepir fiyattan okuyucuya sunulur. Faka kısa bir süre içinde bu tür kitapevlerinin sayısı çoğalır. Bunun doğal bir sonucu olarak piyasaya çok sayıda kelepir kitap girer. Okuyucu yeni çıkan bir kitabı cari fiyattan almaktansa, kitabın kelepire düşmesini bekleme eğilimine girer. Bu durumdan faydalanmak isteyen bazı yayıncılar, doğrudan kelepire yönelik, yani daha ilk çıktığında ucuz fiyata satılan kitaplar çıkarmaya başlar. Aslında bu uygulamaların, günümüzde gelişen ucuz kitap mantığıyla örtüşen bir çok yönü vardır.
Diğer yandan, doğal olarak elimizde bunu kanıtlayabilecek somut veriler olmasa da, bir çok söyleşide karşımıza şöyle bir iddia çıktı: Kelepir deneyiminden ilk aşamalarda büyük paralar kazanıldığı, ancak bu paraların yine kitap piyasasına yatırım olarak dönmesi gerekirken işin başındakiler tarafından lüks tüketim amaçlı kullanıldığı söylendi. Aslında, başka birçok sektör söz konusu olduğunda, iddia edilen bu davranış tarzının eleştirilecek bir yönü yoktur. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi kitap piyasasında kâr oranları düşük olduğu için, kazanılan paranın önemli bir kısmının tekrar bu alana yatırım olarak dönmesi süreklilik ve büyüme için bir önkoşuldur.
Esas olarak kelepir kitap sisteminin çok fazla yaygınlaşması sonucu, gerek kurucu yayınevlerinin gerekse dağıtımı üstlenilen diğer yayınevlerinin yeni çıkardığı kitapların satışları ciddi oranda düşer: Bunun sonucunda, DADA’nın kurucuları arasında yer alan ve sonra ayrılan Hil ve Oğlak yayınevleri dışında, dönemin oldukça büyük yayınevlerinin de içinde bulunduğu diğer dört yayınevi ya kapanır ya da ciddi şekilde küçülme yoluna girer. DADA deneyiminin başarısız olması, nitelikli yayıncılık yapan yayıncılar açısından ağır bir darbe olur.
b- PİA deneyimi
90’lı yılların başında yaşanan bir diğer önemli girişim de PİA deneyimidir. PİA, kendi döneminde Türkiye’nin en büyük dağıtım firması olan Papirüs’ün, İletişim ve Ayrıntı Yayınları ile bir araya gelmesiyle oluşan bir bileşimdir. Papirüs, kuruluşunda Aziz Nesin, Aslan B. Kafaoğlu, Emin Galip Sandalcı ve Erdal Öz gibi önemli isimlerin katkısının olduğu CEM-MAY dağıtım firmasının bir devamı niteliğindedir. 70’lerin ve 80’lerin büyük yayınevlerinden Cem ve May yayınlarının birleşmesi sonucunda oluşan CEM-MAY dağıtım uzun bir süre faaliyet gösterdikten sonra, Papirüs ismini alarak yoluna devam eder.
O dönemde piyasada altyapısı güçlü dağıtımcı sıkıntısı vardır. Dağıtımcı sayısı bir elin parmaklarını geçmediği gibi, bunların içinde işini iyi yapan dağıtımcı sayısı daha azdır. Bir çok yayıncı kitaplarının dağıtımı konusunda sıkıntısı yaşamaktadır. Kitaplar merkezi yerler dışında yaygın olarak dağıtılamaz. Bu durum karşısında, dönemin büyük yayınevlerinden olan İletişim ve Ayrıntı Yayınları, Papirüs dağıtıma ortak bir dağıtım şirketi kurma önerisiyle giderler. Böylece, PİA dağıtım ortaya çıkar. Aslında PİA’nın ortaya çıkış sebeplerinden birisinin de, bu iki yayıncının kitapçı ilişkilerini çoğaltmak istemesi olduğu söylenebilir. Hatta kimi söyleşilerde, İletişim Yayınları’nın ulaşamadığı kitapevlerine Papirüs dağıtımın ilişkileri üzerinden ulaşmak istediği, bu oluşumda bu nedenle yer aldığı yönünde iddialar da dile getirildi. Bugün bir çok yayıncının, dağıtımcıyı aradan çıkartarak doğrudan kitapçıyla çalışması geleneğinin başlamasında bu deneyimin etkisi büyüktür. PİA, İletişim, Ayrıntı, Tübitak ve Papirüs yayınlarının tek dağıtımını yapar. Daha sonra başka büyük yayınevlerinin kitapları da bu dağıtım eliyle dağıtılmaya başlanır.
Aslında, Papirüs dağıtım, PİA’dan önce oldukça sağlam bir çalışma sistemine ve yaygın bir kitapçı ilişkisi ağına sahiptir. Papirüs’ün büyük bir dağıtımcı olmasında, o dönemde dağıtım firmalarının azlığının yanı sıra, fazla çeşit bulundurmasının da etkisi vardır Yeni gelişen kapitalist piyasa kuralları, bu firmanın çalışma ilkelerine henüz tam olarak sirayet etmemiştir. Papirüs döneminde daha çok geleneksel esnaf yöntemleri ağır basar. Örneğin icra tehditleri vs. gibi yöntemlere pek başvurulmaz. Daha çok sözlü bir hukuk vardır ve zor gününde birbirini idare etme gibi geleneksel yöntemler hakimdir. Bununla birlikte, süreklilik ve büyüme için yeni şeyler yaratılması gerekliliğinin hissedilmesi PİA’nın oluşmasında etkili olur. Önemli bir diğer husus da, Papirüs’ün dağıtımla birlikte yayıncılık yapmaya başlamasıdır. Bu anlamda, hem dağıtımcılık hem yayıncılık yapma modelini ilk başlatanlardan birisi olduğu söylenebilir.
PİA oluşumu çalışmaya başladıktan sonra, bazı yayınevlerinin tek dağıtımını üstlenmiş olması yüzünden kitapların dağıtımı ve satışlarında düşüşler başlar. [[dipnot3]] Yine PİA’nın kitapçılarla bir patronaj ilişkisi kurmaya başlaması, kitapçı ağıyla ilişkilerin zayıflamasına neden olur.
Patronaj ilişkisi, özellikle tek dağıtım olgusu üzerinden gelişir. Önemli yayınevlerinin tek dağıtımını yapan firma, kitapçıyı tahakküm altına alma eğilimindedir. Kitapçıya karşı, “şu önemli yayınevlerinin kitaplarını sadece bende bulabilirsin” kozunu kullanır; böylece hem kitapçıya müdahale etme imkânına kavuşur hem de ödemelerde her zaman önceliği kendisine vermesi için dayatmada bulunur. Kitapçının rafından siparişine kadar her şeye müdahale edebilecek duruma gelir. Bir diğer önemli husus, kitapçı çeşitli nedenlerden dolayı mali sıkıntıya girdiğinde, tek dağıtım yapan firmanın onu desteklemek yerine daha çok sıkıştırma eğilimi göstermesidir. Günümüzde bu tür bir patronaj ilişkisine, tek dağıtım yapan firmalardan ziyade, büyük sermayeli yayıncılar ve büyük dağıtım firmaları tarafından daha yoğun olarak başvurulmaktadır.
Yine elimizde net veriler olmamasına karşın, bir çok söyleşide PİA’nın ortakları arasında muhasebe gibi konularda çıkan anlaşmazlıkların, bu bileşimin ortadan kalkmasında büyük etkisi olduğu söyleniyor. Sonuç olarak, PİA girişiminin başarısız olmasından sonra, Papirüs dağıtım ikinci bir deneme daha yapsa da kapanmaktan kurtulamaz. İletişim ve Ayrıntı yayınları ise yayıncı olarak yollarına devam eder.
90’lı yıllarda muhalif kanatta girişilen bu deneyimlerin başarısızlığa uğraması, daha sonra yayıncılık piyasasının İslami ve liberal burjuvazinin denetimine girmesi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Kapitalist bir sistemde yaşadığımızdan, eninde sonunda büyük sermayeli kuruluşların yayıncılık piyasasında başat bir konum kazanacağı, bunun bir noktada kaçınılmaz olduğu düşüncesi elbette doğrudur. Fakat, muhalif olan ve/veya nitelikli kitaplar yayımlayan yayıncılar 90’larda kitaplarını dağıtabilecekleri güçlü piyasa-içi dağıtım kanalları kurabilseydi, bugün yoğun bir nitelik kaybına uğrayan yayıncılıkta bazı güçlü mevzilerin korunmuş olacağı da eşit derecede doğru bir önermeymiş gibi gözüküyor. Yayıncılık dünyasında önemli olan, büyük sermayeli ve çok-satarlara endeksli yayıncılık yapan kuruluşların yanı sıra, güçlü bir bağımsız yayıncılık ve dağıtımcılık ayağının oluşturulabilmesidir. Nitekim gümünüzde gerek ABD’de gerekse Avrupa’da bağımsız yayıncılığın yeniden canlanma eğilimleri göstermesi ve kamuoyuna yayıncı tekellerinin asla basmayacağı eleştirel kitaplar ulaştırabilmesi dikkate değer bir olgudur. Batı ülkelerinde, kârlılığa birincil bir önem atfetmeyen yayıncılık ve dağıtım deneyimlerinin ve bu amaçla oluşturulan çeşitli deneysel modellerin incelenmesi ülkemiz için de bazı ipuçları sağlayabilir.[[dipnot4]]
DADA ve PİA deneyimlerinin başarısız olması, gelecek açısından olumsuz bir miras da yaratır. Daha sonraki yıllarda, sol-muhalif yayıncıların bir araya gelerek ortak bir dağıtım ağı kurma projeleri gündeme geldiğinde, bu olumsuz deneyimler akla gelecek ve yeni girişimler konusunda yoğun bir isteksizlik yaşanacaktır.[[dipnot5]]
3) 90’lı yıllarda dengelerin değişmeye başlaması, İslami ve liberal sermayeye dayalı kuruluşların piyasada ağırlık kazanması
a) İslami sermayeli yayınevi ve dağıtımcıların güçlenmesi
90’lı yılların ortalarında İslami kesim yayıncılık piyasasında yavaş yavaş söz sahibi olmaya başlar. Özellikle 12 Eylül’den sonra sola karşı bir önlem olarak devlete yakın duran Türk-İslam sentezine dayalı tarikat ve cemaatlerin önünün açılması, Özal ekonomisinin toplumda yarattığı büyük tahribatın dayanışmacı yapılar olan cemaatler tarafından telafi edilmeye çalışılması, İslami kesimin toplumsal görünürlük talebinin artması vs. nedenlerle genel olarak toplumsal yapıda ortaya çıkan gelişmeler, kitap piyasasında da sonuçlarını gösterir. Daha önceki dönemlerde, İslami kesimden gelen firmalar, ağırlıklı olarak cemaatlere yönelik yayıncılık yapmakta, dağıtım faaliyetlerini de bu bölgelerde yoğunlaştırmaktadır. Yine bu kesim, cemaat bağlantıları dolayımıyla özellikle Anadolu’daki kitapevi ve kırtasiyelerle yoğun bir ilişki ağı oluşturur. Böylece, Cağaloğlu’nda sol-muhalif kuruluşların hakim olmasına karşın, Anadolu’da bu kesim daha fazla ağırlık kazanır. Temelde İslami kesimin büyümesinde, ticaret ve kitapçılık geleneğinin çok eskiye dayanmasının önemli bir payı vardır. O dönemi değerlendiren bir söyleşide [[dipnot6]] “İslami kesimden gelen kitapçıların kültürel altyapıları ve okuma düzeyleri sol kesime göre daha gelişkindi” şeklinde belirlemeler yapılması da ilginçtir. Sonuç olarak tarikat örgütlenmesi geleneğinden güç alan İslami sermaye kökenli firmaların Anadolu’da bir çok kitapçı ile ilişki içinde olması, bir süre sonra metropollerdeki yayıncıların da Anadolu’da kitapları dağıtabilmek için bu firmaları tercih etmesine neden olur. Günümüzde piyasanın önemli bir kısmını denetleyen İslami sermayeli Final dağıtım, NT kitap ve kırtasiye zincir mağazaları (Türkiye’de 85 mağazası vardır), Gökkuşağı dağıtım ve Timaş Yayınları gibi büyük firmalar, bu dönemde güçlenmeye başlar.
Bu kuruluşlar hakkında bazı bilgiler vermek gerekirse, şunları söyleyebiliriz: Örneğin, Final Dağıtım, başlangıçta üniversite sınavlarına hazırlık dergisi ve kitapları yayımlayan Final Yayıncılık’ın bünyesinde kurulur ve 80’lerden sonra bir dağıtım firması kimliği kazanır. Özellikle Anadolu’da, üniversiteye hazırlık ve ders kitaplarının yanı sıra çok sayıda yayınevinin kültür kitaplarını da dağıttığı çok yaygın bir dağıtım ağı vardır. 2000’li yıllara doğru Anadolu’dan sonra İstanbul piyasasında da kendini güçlendirir. Final dağıtım güçlenmesinin nedenlerinden birisi de dağıtım alanında çok uygun koşullar (ıskonto, vade vs.) sunmasıdır. NT kitap ve kırtasiye mağazalarının kitap ihtiyacının önemli bölümünü Final dağıtım karşılar. Son olarak Fima adıyla kendi kitap marketlerini açmaya başlamıştır. Final dağıtım, bugün yayıncılık piyasasında siyasi yelpazenin her renginden yayınevinin çalışmayı tercih ettiği, büyük dağıtım firmalarından biri konumuna yükselmiştir.
Diğer yandan, bugün çok sayıda kitabı çok-satarlar listesinde bulunan Timaş Yayın Grubu, piramit modeline göre örgütlenmiş 400 bin ortaklı bir şirketin devamı niteliğindedir. Timaş grubu, Fethullah Gülen’e yakınlığı ile bilinir. NT kitap ve kırtasiye mağazaları, Timaş Yayınları’nın ve İslami çizgideki diğer yayınevlerinin kitapları bulundurur. Farklı siyasi yelpazedeki yayınevlerinin kitaplarını NT mağazalarına sokabilmesi pek kolay olamamaktadır.
Gökkuşağı dağıtım da, İslami çizgide pek çok yayınevinin kitaplarını NT mağazalarına ve diğer kitapevlerine yaygın olarak dağıtan bir kuruluştur.
b) Büyük sermayeli kuruluşların yayıncılık alanına girmesi ve yayıncılıktan gelen bazı kuruluşların büyümesi
90’lı yılların diğer bir önemli gelişmesi ise sermaye yayıncılığının piyasaya hakim olmaya başlamasıdır. Bu gelişmenin iki şekilde gerçekleştiğini söyleyebiliriz; birincisi, Yapı Kredi Yayınları, İş Bankası Yayınları, Doğan Kitap örneklerinde olduğu gibi yayıncılık sektörü dışından, banka ve medya kökenli şirketlerin yayıncılık alanına sermaye yatırması söz konusudur. İkincisi ise, İnkilap Yayınları, Remzi Kitapevi, Alkım Kitapçılık Yayıncılık örneklerinde olduğu gibi sektör içindeki firmaların büyümesi ve artık büyük sermayeli birer kuruluşa dönüşmesidir. Bu trend, 90’lı yılların ikinci yarısında başlar ve 2000’li yıllarlara birlikte hızlanarak devam eder.
Yayıncılığın gittikçe büyük sermayeli kuruluşlar eliyle yapılmaya başlanması, yayıncılık alanında çok temel dönüşümlerin meydana gelmesine yol açar. Kitap, her şeyden önce artık bir tüketim nesnesi, diğer metalar gibi bir meta haline gelir. Günümüzde daha belirgin şekilde gördüğümüz gibi, bir kitabın satıp satmaması içeriğinden çok kapağında kullanılan görsel malzemeye, güçlü dağıtım kanalları aracılığıyla dağıtılmasına, kitap marketlerde yaygın şekilde sergilenmesine, gazetelerin kitap eklerinde hakkında tanıtım yazıları çıkmasına ve yayınevinin yüklü bir reklam bütçesi ayırmasına bağlıdır.
Kitabın metalaşması, “popüler” ve çok-satar kitapların yayıncılık dünyasında ana-akıma dönüşmesi, dolayısıyla yayıncılık alanının sermaye için gittikçe daha çekici bir alana dönüşmesi, öncelikle bazı altyapı olanaklarının mevcut olmasını gerektirir. Kitapların çok satabilmesi için yaygın şekilde dağıtılabilmesi ve okuyucuyla buluşma noktaları olan kitapevlerinin, geniş kitap marketlere dönüşmesi gereklidir. Yukarıda değindiğimiz gibi bu altyapının önemli bir kısmı, 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında İslami eğilimli dağıtımcı ve kitapevi kanalları aracılığıyla oluşturulur. Benzer bir kökene dayansa da, bugün artık çok farklı çizgilerdeki yayınevlerinin kitaplarını dağıtan ve çoğu yayınevlerinin ister istemez bağımlı konumda olduğu Alfa Yayın Grubu da bu altyapının önemli bir bileşenidir.
Alfa, başlangıçta üniversite ders kitapları ve teknik kitaplar basan bir yayıncıdır. 1992’de, Alfa Yayınları’nı daha iyi dağıtabilmek için küçük bir dağıtımcı firması kurar. 2000’li yıllarla birlikte başta Anadolu olmak üzere dağıtım ağını güçlendirir ve 2002 yılında itibaren büyük bir mekâna taşınarak Türkiye’nin en büyük dağıtımcılarından birisi haline gelir. Bugün dağıtım piyasasının yüzde 15-20’sinin Alfa Basın Yayım Dağıtım tarafından denetlendiği söylenebilir. Dağıtım ağını güçlendirmesine paralel olarak kültür alanında da iddialı girişimlerde bulunur ve 2000’de sol ve liberal okuyucu kitlesine seslenen Everest Yayınları’nı, ardından 2003 yılında fantastik ve bilim kurgu türüne ağırlık veren Artemis Yayınları’nı ve aynı yıllarda ağırlıklı olarak İslami çizgide kitaplar üreten Kapı Yayınları’nı kurar. Alfa dağıtım, öncelikle kendi bünyesindeki yayınevlerinin, diğer büyük yayınevlerinin ve çok sayıda orta ve küçük ölçekli yayınevinin kitabını dağıtmaktadır. Alfa’nın hem dağıtımcı hem yayıncı olması, özellikle kitapevleri üzerinde nüfuzunu güçlendiren önemli bir etmendir.
Yayıncılık alanının dışından gelen ve ciddi bir yatırım yapan ilk büyük sermaye grubu, Doğan Medya Grubu olmuştur. Doğan Kitap, düzenli yayıncılığa 1999’da başlar. Çok-satar kitaplara odaklanır. Öte yandan, Türkiye’de kitap marketlerin ilk örneklerinden olduğu söyleyebileceğimiz D&R mağazalarını 1997 yılından itibaren açmaya başlar. Şu anda, Doğan grubu yayıncılık alanında 67 D&R şubesiyle güçlü bir perakende satış ağına sahiptir. Ayrıca, kitle medyası alanında tam bir tekele dönüşen Doğan Medya Grubu, kendi bünyesindeki yayınevlerinin kitaplarını tanıtmak için olağanüstü imkânlara sahiptir ve bu imkânları diğer irili ufaklı yayınevlerinin aleyhine kullandığını söylenebilir.
Yayıncılık alanı dışından gelip bu alana yatırım yapan bir başka kesim de bankalardır. Bunlardan biri olan Yapı Kredi Bankası’nın kurduğu Yapı Kredi Yayınları (YKY), 1992’de yaygın bir kültür yayıncılığı faaliyetine başlar. YKY, Türkçe edebiyatın pek çok önemli yazarını (bir kısmını varisleri aracılığıyla olmak üzere) transfer eder. Örnek olarak, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Can Yücel, Ece Ayhan, Cemal Süreyya, Adalet Ağaoğlu, Sait Faik Abasıyanık gibi yazarları sayabiliriz. Böylece, Türkiye’de ilk kez sermaye yayıncılığı birçok muhalif edebiyatçıyı veya bu edebiyatçıların bütün eserlerini kendi bünyesinde toplamış olur. Türkiyeli edebiyatçıların daha önceleri hak ettikleri telif ücretlerini alamamaları gibi etmenler bu transferlerde etkili olsa da, sermaye yayıncılığının edebiyat alanında ve aydınların gündemi üzerinde bir hegemonya oluşturma çabasının daha belirleyici olduğu açıktır[[dipnot7]]. YKY, diğer büyük yayıncılardan farklı olarak yaygın bir satış ağı kurmamıştır.
İş Bankası Kültür Yayınları (İKY) da bankaların yayıncılık alanına yatırım yapmasının ikinci örneğidir. 1956’da kurulan İKY, 2000 ve 2005 yıllarında iki büyük atılım yapar. Dünya klasikleri ve çocuk-gençlik kitapları üzerinde yoğunlaştığı yayıncılık başlıklarıdır. YKY gibi, İKY’nin de geniş bir dağıtım ya da satış mağazası ağı yoktur.
Yayıncılık piyasasında, bankaların yaptığı yayıncılık faaliyetine getirilen eleştiriler birkaç noktada toplanabilir. Bunlardan birincisi, daha sonra ele alacağımız, yayıncılık alanındaki tekelleşme olgusunu güçlendiren temel aktörlerden birisi olmalarıdır. Diğeri ise, bankaların yayıncılık alanına ciddi büyüklükte bir yatırım yapmaması ile ilgilidir. Bu eleştiri, banka yayınevlerinin dağıtım ağı, satış mağazaları zincirleri vs. gibi altyapı yatırımları yapmadığı, mevcut altyapıya dayandığı şeklindedir. Bu nedenle, bankaların yayıncılık faaliyetlerine kapsamlı bir yatırım alanı olarak değil, bir PR, yani halkla ilişkiler alanı olarak baktığı söylenmektedir. Bu görüşü ileri sürenler – bizce doğru bir şekilde – bankaların toplumdaki imajlarını güçlendirmeyi birincil öncelik olarak gördüğünü, yayıncılığın bunun için daha çok bir vesile teşkil ettiğini ileri sürmektedir.
Yayıncılık alanında sermaye yayıncılığının güçlenmesinin diğer ayağı, sektörün kendi içindeki yayınevi veya dağıtım firmalarının büyük yatırımlar yaparak güçlenmesidir.
Bunun ilk örneği, çok eski bir yayınevi olan Remzi Kitapevi’dir. Remzi Kitapevi, 90’larda perakende sektörüne ciddi bir yatırım yapmaya başlar. 1994’te Akmerkez’de ilk şubesini açar. Bugün, önemli bir kısmı alışveriş merkezlerinde olan 12 zincir mağazası vardır. Bu satış mağazalarında, ağırlıklı olarak kendi kitapları ve diğer yayınevlerinin çok-satar kitapları sergilenmektedir.
Remzi Kitabive’ne benzer bir başka örnek, İnkilap Yayınları’dır; Türkiye’nin en eski yayınevlerinden biri olan İnkilap Yayınları da benzer şekilde 1999 yılından başlayarak perakende sektörüne yatırım yapar. Bugün önemli bir kısmı alışveriş merkezlerinde olan 12 perakende zincir mağazası vardır. İnkilap zincir mağazaları da vitrinlerini ve raflarını büyük ölçüde çok-satar kitaplara ayırmaktadır.
Yine yayıncılık sektörü içinde 90’lı yıllarda hızlı biçimde büyüyen bir diğer grup Yeni Çizgi Dağıtım/ Epsilon Yayınları ve Kitapevleri grubudur. Bu iki kuruluş farklı olsa da sahipleri aynıdır. Son zamanlarda ciddi bir mali sarsıntı geçiren Yeni Çizgi, Türkiye’deki büyük dağıtımcılardan birisidir. Yeni Çizgi, 1993 yılında kurulur. Aynı yıl, yine aynı grup içindeki Epsilon Yayınları çocuk kitapları yayımlayarak yayın hayatına başlar. Epsilon Yayınları, ağırlıklı olarak kişisel gelişim, anne ve çocuk sağlığı, çocuk eğitimi, bir ölçüde de Türkiye ve dünya edebiyatı konularında yayıncılık yapar. Daha sonraki yıllarda, grup kendi satış noktalarını oluşturmak üzere Epsilon kitapevleri zincirini açmaya başlar. Böylece yayıncılık alanındaki üç alana da – dağıtım, yayıncılık ve kitapevi – girmiş olurlar. Yeni Çizgi dağıtım, esas olarak 2000 yıllarda gelişen bir başka eğilimin, marketlerde kitap satışının öncülüğünü yapar.
Yine büyük dağıtımcılardan birisi olan İkiA Dağıtım, Yeni Çizgi Dağıtım’dan ayrılan bir grup tarafından kurulur. Çalışma tarzı Yeni Çizgi dağıtım firması ile hemen hemen aynıdır. Tek dağıtım yapar; yani yüksek ıskontolarla birçok yayınevinin kitabını sadece kendi dağıtır. İkiA dağıtım da ağırlıklı olarak market benzeri yerlere kitap dağıtımı yapmaktadır.
90’lar ve 2000’lerde yayıncılık piyasasındaki büyük yatırımlara son bir örnek olarak Alkım Basım Yayın Dağıtım grubu gösterilebilir. Alkım’ın geçmişi, Ankara’da 35 yıl önce açılan bir kitapçıya dayanır. 2003 yılından itibaren kültür yayıncılığı yapmaya başlar ve ciddi boyutta yatırımlara yönelir. Ahmet Altan’ın bazı kitaplarıyla Türkiye’de ilk kez ucuz kitap furyasını başlatır. Aynı zamanda büyük kitapevleri vardır; yani perakendecilik de yapar. Örneğin, grubun yetkilileri bu yıl (2007) Kadıköy’de açılan Alkım kitapevinin Avrupa’nın en büyük kitapevi olduğunu söylemektedir. Ayrıca, Alkım grubunun kendi dağıtım ağı da mevcuttur.
c) Yayıncılığın temel parametrelerinin değişmesi
Sonuç olarak, 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında yayıncılık/dağıtım ve kitapevi zincirleri alanında geçmişe kıyasla ciddi bir büyümenin yaşanması, yayıncılık piyasasını radikal biçimde dönüşüme uğratır. Türkiye’de daha önce hiç olmadığı oranda çok-satar kitap furyası başlar. Büyük firmalar nitelikli kitapları değil, çok sayıda üretip çok para kazanabilecekleri “popüler” kitapları basmayı tercih eder. Aynı stratejik tercih, kısa zamanda çok sayıda kitap dağıtıp çabuk tahsilat yapmak isteyen büyük dağıtımcı firmaları için de geçerlidir. Piyasa jargonuyla “hızlı dönme” fırsatı sağlayan çok-satarlar veya benzeri “popüler” kitaplar, kitapevlerinin ve kitap marketlerin de gözdesi olur ve rafları doldurmaya başlar. Böylece bugün yeni zirvelere ulaştığına tanık olduğumuz nitelik kaybı başlar. Çok-satar kitap nedeniyle kitap sirkülasyonu yayıncılığa zarar verecek ölçüde hızlanır. Dolayısıyla, kitapların kitapevlerindeki raf ömrü azalır. Günümüzde yeni çıkan bir kitabın okuyucuya kendini gösterme fırsatı olan ön taraftaki raflarda kalma ömrü 20 güne kadar inmiştir. Dağıtımcı ve kitapevlerinin çok-satar kitaplar üzerinde yoğunlaşmasının, dolayısıyla raf ömrünün azalmasının, muhalif ve/veya nitelikli kitaplar yayımlayan yayınevleri açısından çok olumsuz sonuçları olacaktır. Bunlara birazdan değineceğiz.
Okuyucunun kitap zevkinin kendi tercihleriyle değil, piyasa dinamikleriyle ve özellikle gazetelerin kitap eklerindeki reklamlar ve tanıtımlarla şekillenmesi yine bu gelişmelerle yakından bağlantılıdır. Büyük yayıncı firmalar, Türkiye’de daha önce hiç olmadığı ölçüde bir reklam-promosyon atağı başlatırlar. Orta ve küçük boy yayınevlerinin bu reklam/tanıtım kampanyalarıyla rekabet edebilmesi söz konusu olamaz.
Geçmişe göre baskı adetlerinin ve – yeterli olmasa da – dağıtım ve satış kanallarının artması, yayıncılığı kârlılık hedefinin aşırı ölçüde ön plana çıktığı bir alan haline getirir. Bu gelişmeyle birlikte yayınevlerinin yayıncılık politikaları ve yazarların gündemi değişir. Geçmişte daha nitelikli yayıncılık yapan yayınevleri bile kendi “popüler” kitaplarını üretmeye başlar. Örneğin geçmişte özgürlükçü bir yayın geleneğine sahip olan ve halen nitelikli kitap üretimini sürdüren Metis Yayınları piyasadaki çok-satar dalgasıyla uzlaşma noktaları arar ve daha önce Murathan Mungan ve Elif Şafak’la başlayan çok-satar kitaplarına, Sezen Aksu’nun Eksik Şiir kitabı ile devam eder.
Öte yandan, yayıncılık alanında hiçbir deneyimi olmayan kişi veya gruplar, birkaç çok-satar kitap yakalayarak kısa vadede yüksek kârlar elde edebilmek için piyasaya girerler. Böylece bu tür firmaların daha önce mevcut olmayan bir kategoriyi, “vur-kaç yayıncılık” tarzını yarattığı söylenebilir. Vur-kaç yayıncılık, birkaç çok-satar yakalamayı, bu kitapları başka yayıncılara zarar verecek şekilde yüksek ıskontolarla veya ucuz fiyatlarla piyasaya vermeyi, sonra da para kazanıp piyasadan çekilmeyi içerir. Yayıncılık piyasasında istikrarının bozulmasında bu tarz yayıncılığın ciddi bir katkısı olduğu söylenebilir.
90’lı yıllarda altyapıda meydana gelen bu büyüme 2000’li yıllarda yeni bir alanın kitap satışına açılmasıyla devam eder: Büyük marketler ve mağazalar. Yayınevleri ve dağıtım firmaları Migros, Carrefour, Tanşaş, Kipa gibi süper marketlerde kitap standları açarlar. Böylece, marketlere alışveriş yapmaya gelenlerden oluşan yeni bir okuyucu kitlesinin kazanılması ve üretilen çok-satar kitapların buralarda hızla tüketilmesi hedeflenir.
Yayıncılık alanında yaşanan bu gelişmeler, kitabın ulaştığı toplumsal kesimlerin de ciddi şekilde değişmesine yol açar. Kitap marketler ve zincir mağazaları, daha çok üst-orta sınıfın yoğunlaştığı semtlerde açılır. İstanbul’da, Nişantaşı ile Etiler arasında büyük kısmı alışveriş merkezlerinde olmak üzere 1 İnkilap kitapevi, 6 Remzi kitapevi ve 7 D&R mağazası, toplam 14 zincir mağaza şubesi vardır. Zincir mağazaların bu alanlarda yoğunlaşması, satın alma gücü yüksek bir sınıfsal kesimin oturmasıyla, dolayısıyla büyük sermayeli yayınevlerinin risk almadan ürettiği kitapları tüketime sunabilmesiyle ilgilidir. Ancak bu durum, özellikle metropollerdeki bağımsız kitapevlerini ciddi şekilde etkiler. Var olan kitapevleri bu kitap marketlerle rekabet etmekte güçlük çektiğinden ya kapanır ya da daha ağır maddi sorunlarla yüz yüze kalırlar.
Aslında, zincir mağazaların/kitap marketlerin açılmasının ya da marketlerde kitap satılmasının, daha fazla okuyucuya kitap ulaşmasını sağlayıp sağlamadığı tartışmalıdır. Göze çarpan belirgin bir gelişme, satış kanallarının çoğaldığı kabul edilse bile, bunun metropollerle sınırlı kaldığıdır. Anadolu’daki kitapevlerinin durumu hiç de iç açıcı değildir. 12 Eylül’le ciddi bir kırılma yaşayan Anadolu’da bağımsız kitapevleri, AKP hükümetinin ders kitaplarını ücretsiz olarak dağıtmaya başlamasıyla ikinci bir kırılma daha yaşar. Üçüncü kırılma ise, perakende zincir mağazaları ve kitap marketlerinin metropollerde yoğunlaşmasıyla meydana gelir. Bu yoğunlaşma devam ettikçe, Anadolu’daki kitapçılar açısından birbirine koşut iki sonucun ortaya çıkabileceğini tahmin edebiliriz: Hem sıklıkla muhalif ve nitelikli kitapların okuyucuya ulaşmasını sağlayan, (dolayısıyla, aydınlanmacı bir işlev görebilen) Anadolu’daki bağımsız kitapçılar azalmaya devam edecektir hem de bunların yerini, büyük şehirlerdeki kitap marketlerinin taklitleri almaya başlayacaktır.
d) Yayıncılık sektörünün kitle propaganda aygıtına eklemlenmesi
90 yılların sonuna doğru ve özellikle 2000’li yıllardaki bir başka yeni gelişme, sermaye yatırımlarına bağlı olarak yayıncılık sektörünün esas olarak kitle medyasından oluşan propaganda aygıtına eklemlenmesidir. Türkiye’de yayıncılık sektörü, 90’ların sonları ve 2000’li yıllarda geniş bir kitleyi etkileyebilme ve yönlendirebilme gücüne sahip olan bir yayıncılık – kitle yayıncılığı – haline gelmeye başlar.
Elbette bu gelişme, çok-satar furyasının başlamasından bağımsız olarak düşünülemez. Yayıncılık sektörünün resmi ideloloji doğrultusunda kitlesel bir propaganda mekanizması gibi çalışmasının ilk örneklerinden birisi, hiç kuşkusuz 2005’de basılan ve Temmuz 2006 itibarıyla 311. baskısını yapan ve 622.000 nüsha basılan Şu Çılgın Türkler kitabıdır. Daha önce yine büyük satış rakamları yakalamış olan Metal Fırtına dizisi de başka bir örnek olarak gösterilebilir. Burada önemli olan, bu ilk örneklerden sonra çok sayıda ulusalcı-kızılelmacı çizgide kitabın (Çanakkale, Sarıkamış, Ermeni sorunu ve Osmanlı tarihiyle ilgili kitaplar, Güneydoğu’da görev yapmış emekli askerlerin hatıraları ve Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı “bölünme” tehlikesini işleyen kitaplar vs.) basılmaya başlanması ve bunun giderek güçlenen bir trend halini almasıdır.
Bu olguya iki türlü açıklama getirmek mümkün görünüyor: Birincisi, özellikle Şu Çılgın Türkler kitabınınbirçok devlet biriminden destek gördüğü ve bizzat Genelkurmay Başkanlığı tarafından askeri birliklere tavsiye edildiği sıkça dile getiriliyor. Yine, örneğin Ceviz Kabuğu Yayınları’ndan çıkan Hulki Cevizoğlu’nun ulusalcı çizgideki kitaplarının devlet birimlerince desteklendiği ve okullara yaygın şekilde dağıtıldığı iddia ediliyor. Dolayısıyla, özellikle çok-satar yayıncılığın büyük bölümünün resmi ideolojinin propaganda aygıtına dönüşmesi, bir yönüyle devlet katından ve çeşitli iktidar odaklarından destek görmeyi ve yaygın dağıtım/satış olanaklarından yararlanmayı içeriyor.
Ama tek başına bu açıklamanın yeterli olmadığı düşüncesindeyiz. Bize kalırsa bu olgu esas olarak kapitalist yayıncılık piyasasının kendi işleyiş dinamiklerinden kaynaklanıyor. Bir kez çok-satar basmanın başlıca yayıncılık politikası haline geldiği ve bunun için gerekli dağıtım/satış altyapısının sınırlı da olsa oluştuğu bir ortamda, pek çok yayınevi dönemin resmi ideolojisine uygun kitaplar basmayı çıkarları açısından daha uygun görecektir. Yüksek satış rakamları yakalamak, medya diliyle söylersek rating yapmak, çoğu zaman resmi söyleme uygun bir yayıncılık çizgisiyle mümkün olabiliyor. Dolayısıyla, gelecekte resmi söylem değiştiğinde çok-satarların çizgisinin de değişeceği rahatlıkla öngörülebilir.
Bu konuda yapılması gereken, Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği adlı kitaplarında [[dipnot8]] Amerikan kitle medyası için geliştirdikleri “propaganda modeli”ni Türkiye’deki yayıncılık sektörüne uyarlamak ve bu mekanizmanın işleyişinde belirleyici olan “süzgeçleri” ortaya çıkarmaktır. Yayıncıların önemli bir bölümü, hangi süzgeçlerin işlemesiyle resmi söylemle buluşan bir kitle yayıncılığı yapmaya yöneliyorlar? Böyle bir çalışmanın yapılması, Türkiye’de yayıncılık sektörünün işleyişiyle ilgili faktörleri daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
e) 90’lardan 2000’lere geçerken
Sonuç olarak, 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde yaşanan tüm bu gelişmeler artık farklı bir yayıncılık piyasasının şekillenmeye başladığını göstermektedir. Tüketim toplumunun kalıpları, yayıncılık piyasasında da gittikçe etkin hale gelir. Çok-satar kitaplara endeksli, niteliksiz ve çoğu zaman resmi söylemle örtüşen bir yayıncılığın kitlesel bir patlama yaşaması için gerekli altyapı (dağıtım ve satış kanalları) oluşmaya başlamıştır.
Aslında 90’lı yılların sonlarında, büyük sermayeli yayıncılık ve dağıtım firmalarının sektörde bu ölçüde hakimiyet kurmaya başlaması, biraz da muhalif yayıncılık ve dağıtımcı kanallarından doğan boşluğun doldurulmasıyla ilgilidir. Günümüzde niteliğin bu kadar düşmesinin, nitelikli/muhalif yayınların okuyucuda daha az ilgi uyandırmasının ve alternatif yayıncılık girişimlerinin yok denecek kadar az olmasının nedenlerini sorgulamak isteyenlerin, bu geçiş döneminin üzerinde durması gerekir. Bugün sermaye yayıncılığının yanı sıra gücü sınırlı da olsa bazı kanallarla okuyucuya ulaşabilen, entelektüel açıdan prestijli ve canlı bir muhalif yayıncılık alanının olmayışı, muhalif ve nitelikli yayıncılığın 90’lı yıllarda açılımlar yapamamasıyla bağlantılıdır.
Yukarıda değindiğimiz gibi 90’lı yıllarda muhalif ve nitelikli yayıncıların dağıtım kanallarını modernize etme ve daha çok okuyucuya ulaşma adına başlattığı iki girişim de başarısızlığa uğramış, başka bir girişim de gündeme gelmemiştir. Büyük ölçüde bu başarısızlıkların sonucu olarak, muhalif ve nitelikli yayıncılık 2000’li yıllara doğru dürüst işleyen bir dağıtım ağına sahip olmadan girer. Toplumla bağı iyice zayıflayan muhalif yayıncılığı 2000’li yıllarda iki seçenek beklemektedir: Ya gittikçe içe kapanma ve tıpkı bir zamanların örgüt yayıncılığı gibi belirli bir cemaate hitap etme; ya da ana-akım yayıncılık ve dağıtım sektörüne eklemlenme. Bu seçeneklerin her ikisi de gerçekleşecektir.
C- 2000’li Yıllar ve Yayıncılık Sektöründe Çarpık Tekelleşme
1) Tekelleşmenin niteliği
Söyleşi yaptığımız kişilerin çoğu, “piyasadaki tekelleşmeyi” ele almak istediğimizi belirtince, Türkiye’de Batı’da olduğu gibi büyük yatırımlar yapan, gerçekten “tekel” denebilecek yayıncı ve dağıtımcı firmaların olmadığını belirterek bu görüşümüze karşı çıktılar.
Türkiye’de yayıncılık piyasasının hacmine bakarak bu eleştirinin doğru olduğu söylenebilir. Örneğin, Edebiyat ve İlim Eserleri Sahipleri Meslek Birliği’nin (EDİSAM) hazırladığı Korsan Kitapla Mücadele 2005 Raporu’na göre, Türkiye’de bir yılda ISBN kaydı olan 22 bin kitap basılıyor. Rapor, yayıncılık piyasasının büyüklüğünü 450-500 milyon YTL olarak tahmin ediyor. Bunun içinde en büyük payın yaklaşık 200 milyon YTL ile ders kitapları pazarına, 40 milyon YTL’lik kısmının da çoğu ithal ders kitaplarından oluşan ithal kitaplar pazarına ait olduğunu belirtiyor. Edebiyat ve edebiyat-dışı sosyal bilimler kitaplarını kapsayan “kültür kitapları” sektörünün büyüklüğünün ise yaklaşık 100 milyon YTL olduğu tahmin ediliyor. Yine EDİSAM’ın verilerine göre, korsan kitap piyasasının büyüklüğü ise 180 ila 200 milyon YTL arasında değişiyor.
Literatür Yayınları sahibi ve genel yayın yönetmeni, aynı zamanda Yayıncılar Birliği yönetim kurulu üyesi Kenan Kocatürk biraz daha farklı rakamlar dile getirerek, ders kitabı sektörünün büyüklüğünü – üniversite ders kitapları dahil – 260 milyon dolar (yaklaşık 340 milyon YTL) olarak tahmin etmişti. Yine kültür kitaplarının 130-150 milyon dolarlık bir pazar oluşturduğunu söylemiş (yaklaşık 180 milyon YTL), korsan kitap pazarı için ise daha mütevazı bir tahminde bulunarak büyüklüğünün yaklaşık 40 milyon dolar (52 milyon YTL) olduğunu belirtmişti. Kenan Kocatürk’e göre, çok-satarlar da kültür kitapları piyasasının yüzde 20’sini (kabaca 30 milyon YTL) oluşturuyordu.
Tahmini rakamlar arasındaki fark ne olursa olsun, yine Kenan Kocatürk tarafından yapılan bir karşılaştırma Türkiye’de yayıncılık sektörünün büyüklüğü hakkında yeterli bir fikir veriyor: Türkiye nüfusunun yedide biri kadar nüfusu olan Yunanistan’da kitap pazarının büyüklüğü 2 milyar dolar, yani dört ya da beş kat daha büyük.
Bu veriler, Türkiye’de yayıncılık sektörüne henüz çok büyük yatırımlar yapılmadığını, özellikle yabancı sermayenin şimdilik uzak durduğunu gösteriyor. Örneğin, Kenan Kocatürk, Türkiye’de tekel diye bilinen yayınevlerinin cirosunun 5 milyon doları geçmediğini öne sürerek “tekelleşme” olgusunu reddediyor.
Buna karşın, bu çalışmaya başlarken çıkış noktamız ekonomik büyüklüklerden çok “kitabın görünürlüğü ve okuyucuya ulaşma imkânları” açısından bir tekelleşmenin yaşandığı idi. Nitekim söyleşi yaptığımız birçok kişiyle bu konuda hem fikir olduk.
Bize göre, Batılı ülkelere göre oldukça küçük bir pazara sahip olan Türkiye’de kitabın görünürlüğünü ve okuyucuya ulaşmasını – başka bir deyişle “kitabın kaderini” – büyük ölçüde belirleyen bir tekelleşme yaşanıyor. Hatta bu anlamda tekelleşme oranının Batı’ya göre belki daha yüksek olduğu bile söylenebilir; çünkü ülkemizde aynı anda hem yayıncılık hem dağıtım hem de satış kanallarını Batı ülkelerinde olmadığı ölçüde çoğu zaman aynı firmalar denetliyor. Bu durumu, yetersiz sermayeye dayalı “çarpık bir tekelleşme” olarak değerlendirebiliriz.
2) 2000’li yıllarda yayıncılık sektöründe çarpık tekelleşme olgusunun oturması
Türkiye’de 90’ların sonlarında ve 2000’li yıllarda gelişen durum, yayıncılık sektöründe daha önceleri var olan işleyişle veya Batı ülkelerindeki mevcut işleyişle önemli farklılıklar barındırır. Normal işleyiş, yayıncı-dağıtımcı-kitapevi ayaklarından oluşan sektörde, herbir ayağın farklı kuruluşlar aracılığıyla kendi işlevini yerine getirmesidir. Türkiye’de ise 90’ların sonu ve 2000’li yıllarda durum tersine döner: Bazı dağıtımcılar aynı zamanda yayıncılık yapmaya, bazı yayıncılar dağıtımcılık yapmaya, bazıları hem dağıtım hem de perakendecilik yapmaya, bazı yayınevleri ise kitapevi zincirleri kurmaya başlar. Daha az sayıda olsa da bazı kitapevleri de yayıncılık yapmaya başlamıştır.
Benzer gelişmelerin Batılı ülkelerde de olduğu, örneğin büyük yayıncı grupların kendi satış mağazalarını kurdukları söylenebilir. Fakat ülkemizde sektörel ayaklar arasında böyle bir geçişkenliğin kurulmasında, çoğunlukta sağlam bir altyapı kurma kaygısından çok yayıncıların dağıtım kanallarında söz sahibi olması ya da dağıtımcıların yayıncılık da yaparak kitapevleri üzerindeki hakimiyetini artırması gibi faktörler rol oynar. Bazı güçlü yayınevleri ise klasik dağıtım ve satış sistemini bozup perakende zincirleri açarak satış kanalları noktasında hakimiyet kurmaya çalışırlar; öncelikli kaygıları ise çeşit olarak farklı kitaplar bulunduran nitelikli kitapevleri açmanın ötesinde, kendi kitaplarını daha çok sergileyebilecekleri mekânlar yaratmaktır.
Klasik işleyişin bozulmasından kaynaklanan tekelleşme eğilimlerini şu şekilde açabiliriz: Örneğin bir dağıtımcının aynı zamanda yayıncılık da yapması, dağıtımcı firmaların bütün yayıncılara eşit uzaklıkta durması gerektiği ilkesini bozar ve bir tekelleşme yaratmaya başlar. Sözgelimi A dağıtımcısı aynı zamanda yayıncıysa – özellikle çok-satar yönelimli yayıncılık yapıyorsa – bütün yayınevlerinin kitaplarını eşit bir öncelikle dağıtması gerekirken, öncelikle kendi kitaplarının dağıtımı üzerinde yoğunlaşacaktır; bu dağıtımcı kitapevlerini ağırlıklı olarak kendi kitaplarını almaya zorlayacak, diğer yayınevlerinin kitapları ise görece marjinalleşecektir. Aynı şey, ödemeler için de geçerlidir. Söz konusu dağıtımcı kitapevlerinden öncelikle kendi kitaplarının ödemesini talep edecek, dağıtımını yaptığı diğer yayıncıların ödemesini ise geciktirme eğilimine girecektir. Böylece, yayınevlerinin kitaplarının daha iyi dağıtılması/satılması için dağıtımcıyı yönlendirmesi gerekirken, ilişki tersine döner ve dağıtımcı kendi kitaplarına öncelik tanıdığı için diğer yayıncıların durumunu zora sokar.
Nitekim Türkiye’de şu anda var olan güçlü dağıtımcılar, kendi yayınladığı kitapları ve diğer bazı büyük yayınevlerinin kitaplarını dağıtmaya öncelik tanımakta, orta/küçük boy yayıncıların kitaplarını ise ya zaman zaman “bu kitap satmaz” diyerek geri çevirmekte ya da dağıtıyor gibi yaparak gerçekte etkin biçimde dağıtmamakta ve dönem sonunda çoğunu iade etmektedir. Yine kitaplarını daha geniş ölçekte dağıtabilmek için başka dağıtımcılara kendi kitaplarını verip karşılığında güçlü yayınevlerinin kitaplarını almakta (takas), dağıtımını üstlendiği küçük/orta boy yayıncıların ödemesini ise bazen 9-10 aya varan vadelerle yapmaktadır.
Sektörel ayakların aynı firma bünyesinde iç içe geçmesinin kuşkusuz yayıncılık piyasasının yapısından kaynaklanan bazı nedenleri vardır: Örneğin dağıtımcıları yayıncılık yapmaya iten başlıca etken, bu firmaların genellikle öz-sermaye yetersizliği içinde olması ve dağıtım faaliyetinin kâr marjının düşük olmasıdır. Normal puantajlar şöyledir: Yayıncı yüzde 40 ıskonto yaparak kitabını dağıtımcıya verir ve dağıtımcı da yüzde 35 ıskontoyla kitapevine verir. Aradaki 5 puan, dağıtımcının kârıdır. Rakamları büyüterek dağıtımcının riskini daha iyi kavrayabiliriz: Dağıtımcı 5 bin YTL kazanabilmek için 100 bin YTL’lik kitabı dağıtmak ve ödemesini tahsil etmek zorundadır. Kitapevlerinden ödemeleri düzenli olarak alamaması, dolayısıyla yayıncıya zamanında ödeme yapamaması riski iyice artıran faktörlerdir. Bu nedenle, dağıtımcıların önemli bir kısmı yayıncılık da yapmaya başlayarak üretilen katma değerin daha büyük bir bölümüne sahip olmak ister. Türkiye’de önce dağıtımcıyken yayıncılık da yapmaya başlayan firmalar arasında Yeni Çizgi-Epsilon Yayınları, Artı Dağıtım/Artı Kitap, Bilim ve Sanat Dağıtım/Bilim ve Sanat Yayınları sayılabilir.
Genellikle dağıtımcıların öz-sermayesinin yetersiz ve kâr oranlarının düşük olması, tekelleşme açısından başka sonuçlara da yol açar. Batı ülkelerinde dağıtımcılar çok çeşitli yayınevlerinin kitaplarını raflarında stok olarak tutar ve okurlardan sipariş geldiğinde kitapevlerine iletirler. Bu nedenle, Batı ülkelerinde yayınevleri cirolarının önemli bir kısmını – Türkiye’de olduğu gibi ağırlıklı olarak yeni çıkan kitaplardan değil – daha önceki yıllarda yayımlamış oldukları kitaplardan da elde eder.
Yukarıda saydığımız nedenler, Türkiye’de dağıtımcıları çok sayıda yayınevinin kitaplarını stok olarak ellerinde bulundurmak yerine, riski az, getirisi yüksek ve ödemesi çabuk tahsil edilebilecek kitaplara endeksli bir dağıtımcılık yapmaya zorlar. Tahmin edilebileceği gibi, bunlar ya çok-satar kitaplar ve/veya büyük sermayeli yayınevlerinin reklamı ve tanıtımı iyi yapılmış olan kitaplarıdır. Dağıtımcılar, eğer varsa kendi yayınevlerinin yanı sıra, çok-satarlara ve güçlü yayınevlerinin kitaplarına öncelik verirler. Kitapçılara ağırlıklı olarak bu kitapları gönderirler. Orta ve küçük boy yayıncıların dağıtımcılardaki stokları çok düşüktür ve genellikle daha fazla satma ihtimali olan kitaplarıyla sınırlıdır.
Bu söylediklerimiz kitapçılar için de geçerlidir. Öz-sermayesi çok yetersiz olan bağımsız kitapçılar, aynı anda yayıncılık da yapan dağıtımcıların hegemonyası altına kolayca girebilir. Yayıncılık da yapan bir dağıtımcı, kitapevini, diğer yayınevlerinin kitaplarının yanı sıra kendi kitaplarını da almaya zorlar. Bu noktada kitapevinin, kitap portföyünün önemli bir kısmını tedarik eden dağıtımcı ile restleşecek gücü yoktur.
Herhangi bir öz-sermayeden yoksun olan kitapevlerinin çoğu, tıpkı aynı durumdaki dağıtımcılar gibi, raflarını çok-satarlarla ya da reklam gücü yüksek olan, “marka olmuş” büyük yayınevlerinin kitaplarıyla doldururlar. Bu nenenle, görece kısa sürede satabilecekleri kitapları bulundurmayı, “riskli” olarak değerlendirdikleri orta ve küçük yayıncıların nitelikli kitaplarını ise az sayıda tutmayı ve yüksek bir oranda iade etmeyi tercih ederler.
Yine tıpkı öz-sermaye yetersizliği içindeki dağıtımcılar gibi, bağımsız kitapevleri de küçük ve orta boy yayınevlerinin satan kitaplarının ödemelerini geciktirme, çok-satar üreten güçlü yayınevlerinin ödemelerinden sonraya bırakma eğilimdedir. Dağıtımcılar da küçük ve orta boy yayınevlerinin ödemelerini bu nedenle kitapçılardan geç tahsil edebildiklerinden daha uzun vadelerle onlara ödeme yaparlar.
Dolayısıyla, yayıncılık alanında yaşanan tekelleşme olgusu, sektörün üç ayağının ikisi veya üçünde birden faaliyet gösteren güçlü grupların ortaya çıkmasının yanı sıra, ilginç bir şekilde çoğu dağıtımcının ve kitapevinin öz-sermaye yetersizliğinin yol açtığı sonuçlardan da kaynaklanmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle, öz-sermayesi yetersiz olan çoğu dağıtımcı ve kitapevinin büyük gruplara bağımlılığı artmaktadır.
a) Bir dağıtım kanalı olarak orta boy dağıtımcıların gittikçe azalması
Türkiye’de yaşanan çarpık tekelleşmenin bir diğer yüzü de orta boy dağıtımcı firmaların giderek azalmasıdır. Halbuki orta boy dağıtımcılar, küçük/orta boy yayıncılar için alternatif bir dağıtım kanalıdır. Sermaye yapıları güçlü yayınevlerinin ödemeleri zamanında tahsil edememek gibi riskler nedeniyle çalışmayı her zaman tercih etmediği orta boy dağıtımcıların portföyünde küçük ve orta boy yayınevlerinin payı daha büyüktür.
90’lı yılların sonunda ve 2000’li yıllarda gelişen tekelleşme eğilimleri, orta boy dağıtımcılar açısından birçok sonuca yol açar. Birincisi,YKY, İş Kültür Yayınları, Doğan Kitap vs. büyük yayınevleri metropollerde dağıtımcıları aradan çıkartarak büyük kitapevleri ve kitap marketlerle doğrudan çalışmaya başlarlar. Bu, dağıtımcılar açısından önemli bir pazar kaybına yol açar. Büyük yayınevlerinin kitapçılara ıskonto ve vade kolaylıkları, hemen iade istemeyip kitapları raflarda tutma imkânı vs. sağlaması, kitapevlerinin onlarla doğrudan çalışmayı tercih etmesinin başlıca nedenidir. Doğal olarak bu durumdan orta boy dağıtımcılar daha çok etkilenir.
Diğer yandan, büyük dağıtım firmaları da metropollerde ve Anadolu’da daha “garantili” kitapçılarla, kitap marketlerle ve (Migros, Tanşaş gibi) marketlerle çalışmayı tercih ederler. Bunun sonucunda, orta boy dağıtım firmaları ağırlıklı olarak riski daha yüksek olan Anadolu’daki küçük kitapçılarla çalışmak zorunda kalırlar. Böylece, orta boy dağıtımcılar kitap sirkülasyonunun daha yüksek olduğu merkezden, riskin yüksek, sirkülasyonun ise düşük olduğu çevre bölgelere itilmeye başlanır. Bu durum, birçok orta boy dağıtımcının mali zorluklar yaşamasına neden olur. Öte yandan, orta boy dağıtımcıların varlığını sürdürmekte güçlük çekmesi de kitaplarını bu dağıtımcılar kanalıyla sağlayan Anadolu’daki küçük kitapçılar açısından olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.
Son olarak, kitapçılar ticari ilişkisini sürdürebilmek için kitaplarının büyük bölümünü temin ettikleri büyük dağıtımcılara ödemelerde öncelik tanırlar; bu yüzden, orta boy dağıtımcıların zamanında tahsilat yapması zorlaşır.
Sonuç olarak, orta boy dağıtımcıların giderek azalması, küçük ve orta boy yayıncıları önemli bir dağıtım kanalından yoksun bırakmış ve bu yayınevlerinin kitapçılardaki görünürlüğünü önemli ölçüde azaltmıştır.
b) Satış kanallarının tekelleşmesi
Çarpık tekelleşme olgusunun özellikle son beş-altı yıldır tanık olduğumuz bir diğer boyutu da, satış kanallarının daha büyük grupların denetimine geçmeye başlamasıdır. Kitap marketlerin ve kitapevi zincirlerinin artmasına paralel olarak bağımsız kitapçıların sayısının gittikçe azalması kuşkusuz bu sonuçta önemli bir rol oynar.
Kitapevi zincirlerinin kuruluş amacı, büyük yayınevlerinin, kitap satışlarını dağıtımcıların ve kitapevlerinin inisiyatifine bırakmak istememesidir. Kitapevi zincirleri, dağıtımcılardan ve kitapçılardan gerektiği şekilde tahsilat yapılamaması sorununa bulunan kestirme bir çözümdür: “Kendi kitapevini aç ve kitaplarını kendin sat.”
Bu nedenle, kitapevi zincir mağazaları çoğunlukla iyi kitapevi diyebileceğimiz Ankara’daki Dost Kitapevi’nden, İstanbul’daki Kabalcı Kitapevi’nden ve benzerlerinden farklı bir kitap bileşimine sahiptir. Öncelikli amaç kitapevi zincirini kuran büyük yayınevinin kitaplarını ve diğer çok-satarları tüketmek olunca, belirli kategorilere göre düzenlenmiş bir kitap zenginliğine rastlamak pek mümkün olamamaktadır. Nitekim, bugün D&R, Remzi, İnkilap, Alkım gibi perakende zincir mağazalarına girildiğinde, kurucu yayınevinin kitaplarının ve çok-satarların raflardaki kitapların önemli bir bölümünü oluşturduğu rahatlıkla görülebilir.
Satış kanallarının büyük grupların denetimine geçmesi, Türkiye’de kitapçı sayısının genel olarak çok yetersiz olmasıyla [[dipnot9]] birleşince bağımız yayıncıların kitaplarını kitapevlerinde sergileme imkânı giderek azalmaktadır.
c) Tekelleşmenin ilginç bir sonucu: takas
Yayıncılık dünyasında pek çok firmanın hem yayıncı hem dağıtımcı olması ve/veya perakende zincirleri kurması, takası gittikçe daha fazla başvurulan bir araç haline getirdi. Firmalar birbirlerine ödeme yapmak yerine, kitaba karşılık kitap alıp vermeye başladılar. Böylece piyasada sıcak paradan çok kitaplar dolaşmaya başladı.
Şöyle bir örnek düşünelim: A dağıtımcısının, B yayınevi olsun. Ama A dağıtımcısının aynı zamanda C adlı bir perakendecisi veya perakende zinciri de olsun. Diğer yandan, x dağıtımcısının da y isimli bir yayınevi ve z adında bir perakendecisi olsun. A dağıtımcısı, y yayınevinin kitaplarını alırken karşılığında ödeme yapmak yerine kendisine bağlı olan B yayınevinin kitaplarını verir. Bu kitaplar, y yayınevine bağlı z adlı perakendecide satışa sunulur. Dönem sonu geldiğinde karşılıklı olarak hesaplaşılır ve kimin kime borcu varsa ödenir. Nakit varlıkların çok yetersiz olduğu yayıncılık sektöründe, hem dağıtımcı hem yayıncı ve/veya perakendeci olmak piyasanın büyük aktörlerine yeterli sermayeleri olmamasına karşın şu avantajları sağlar: Takas yöntemine başvurarak hem kendi kitaplarının yaygın şekilde dağıtılmasını ve satışa sunulmasını temin edebilir; hem de herhangi bir ödeme yapmadan, takasla başka firmaların kitaplarını alarak dağıtım ve satış portföylerini çeşitlendirebilirler.
Bu arada, büyük aktörler dışındaki yayınevlerinin kitaplarının hiçbir önemi yoktur. Ancak bir okur isterse bu yayınevlerinin kitapları temin edilir. Bu durum, en çok orta ve küçük ölçekli yayıncıları zorlar. Kitapların dağıtımının ve satışının önemli ölçüde takasla yöntemiyle sağlandığı bir piyasada, genellikle takasa koyacak türde kitaplardan yoksun olan bu yayınevleri hem kitaplarının dağıtılması/sergilenmesinde hem de ödemelerde geri plana itilirler.
d) Reklam/tanıtım kanallarının tekelleşmesi
Literatür Yayınları sahibi ve genel yayın yönetmeni Kenan Kocatürk, İstiklal Caddesi’nde işlettikleri büyük bir kitapçı deneyimini anlatırken kendilerinin çok-satar listesi ile genel çok-satar listesinin farklı olduğunu, çünkü kendilerinin vitrinde farklı kitaplar sergilediklerini ve şöyle demişti: “Vitrine koyduğun kitap satıyor.”
Medya alanında kitap promosyonu ve reklamları için de durum farklı değildir. İyi bir medya ağıyla ve reklam bütçesiyle vasat bir kitabın yüz binlerce satması rahatlıkla sağlanabilir.
Kitapların tanıtımı ve reklamı konusunda küçük ve orta boy yayıncıların, güçlü piyasa aktörleriyle rekabet edebilmesi imkânsızdır. Aynı şekilde, büyükçe bir sermayesi de olsa medya kuruluşu sahibi olmayan bir yayınevi, medya gruplarına bağlı yayınevleri karşısında haksız rekabetten kaynaklanan zorluklar yaşayacaktır.
Kitap eleştirisi ise – istisnalar bir yana – maalesef ülkemizde giderek yozlaşan bir alana dönüşmektedir. Bugün birçok küçük yayıncının, “… kitap ekine reklam vermediğimiz için kitaplarımızı tanıtmıyorlar” dediğini duyabilirsiniz. Görece nitelikli denebilecek kitap dergilerinde bile güçlü bir yayınevinin birden çok kitabının aynı sayıda tanıtılması sık rastlanan olgulardandır.
Günümüzde okuyucu profilinin şekillenmesinde büyük rol oynayan kitap tanıtımlarının, tekelleşen yayıncılık sektörünün son halkası haline gelerek objektifliğini yitirmesi hemen herkesin farkına vardığı bir olgudur. Kitap ekleri ve kitap dergilerinde yayımlanan kitap tanıtım yazıları, “çok-satar” olmaya aday kitapları öve öve bitirememekte, eleştiriler varsa bile marjinal ölçüde dile getirilmektedir. Çeviri kitaplarda ise, çevirinin iyiliği ya da kötülüğü üzerine hemen hiçbir söylenmemektedir. Günümüzde edebiyat ve sosyal bilimler alanında kitap eleştirisi kurumunun neredeyse ortadan kalkmış olması, tekelleşmeyle doğrudan ilintilidir.
***
Tekelleşmeyle ilgili bütün bu gelişmeler son yıllarda birçok orta ve küçük boy yayıncıyı zor duruma soktu, bazıları süreç içinde ya kapandı ya da bütünüyle marjinalleşti.
Orta boy diyebileceğimiz bazı yayınevleri ise bir kriz yaşamamak için yayıncılık politikalarında farklı bir strateji uygulamaya yöneldiler. Bu stratejiyi şöyle adlandırabiliriz: “Bir iki tane çok-satar kitap bas; onun parasıyla beş tane nitelikli kitap basarsın.”
Bu stratejinin muhalif yayıncılar açısından uygulanabilir olup olmadığını muhalif yayıncılığın durumunu ve olanaklarını değerlendirdiğimiz son bölümde ele alacağız.
3) Punto dağıtım: Bir açılım fırsatı mı, güçlü aktör olma çabası mı?
Yayıncılık piyasasında bu gelişmeler yaşanırken, 2007 Ocak ayında Metis, İletişim, Sistem, Literatür, İnkılap ve Altın yayınevleri bir araya gelerek “Punto Dağıtım” adıyla kendi dağıtım şirketlerini kurdular. Bir yıla yayılan tartışmalar ve görüşmelerle şekillenen Punto dağıtım, sadece adı geçen yayınevlerinin kitaplarını dağıtmak üzere kuruldu. Yani bundan böyle bu altı yayınevinin kitaplarını almak isteyen diğer dağıtımcılar ve kitapçılar, sadece Punto Dağıtım üzerinden kitapları temin edebilecekti.
Edindiğimiz bilgilere göre, altı yayınevini ortak bir dağıtım firması kurarak kendi kitaplarını dağıtmaya iten başlıca nedenler, bu çalışmada dile getirdiğimiz çoğu yayıncının dağıtımdan kaynaklı sorunlarından pek farklı değildi. Örneğin, aynı zamanda yayıncılık da yapan büyük dağıtımcıların kendi kitaplarına öncelik tanıması, altı yayınevinin kitaplarının sağlıklı biçimde dağıtılmasını engelliyordu. Bu yayınevlerinin çok-satar kitapları dağıtımcılar tarafından alınıp dağıtılıyor, fakat diğer kitapları düzenli olarak dağıtılmıyor ve azımsanmayacak oranda iade ediliyordu. Yine dağıtımcılar, tıpkı diğer yayınevleri gibi, bu yayınevlerinin de kitaplarını stoklarında yeterli oranda bulundurmuyordu. Belki daha önemlisi, adı geçen yayınevleri, dağıtımcılar arası rekabet ve takas olgusu gibi nedenlerle, kitaplarının hangi noktalara hangi miktarlarda ve hangi indirim oranlarıyla ulaştığını tam olarak denetleyemiyordu. Dağıtım kanalları üzerinde herhangi bir denetim kurulamaması yine yayıncıların yaşadığı ortak bir sorundur.
Sonuç olarak bizim çıkardığımız sonuca göre, Punto dağıtım adı geçen yayınevleri tarafından giderek tekelleşen ve halihazırda bir karmaşa yaşayan yayıncılık piyasasında, kendileri açısından dağıtım ayağından kaynaklanan sorunları aşmak üzere kuruldu.
Punto dağıtım kurulduğunda, kendisiyle çalışmak isteyen dağıtımcılardan ve kitapçılardan bazı koşulları yerine getirmesini istedi. Bu koşullar arasında, Punto ile vadeli olarak çalışacak dağıtımcı ve kitapçıların, kitapları aldıkları ayı izleyen dört ay sonunda ödemelerini yapması şartı vardı. Koşullardan bir diğeri de, Punto ile çalışmayı kabul edecek dağıtımcı ve kitapçıların, altışar aylık dönemlerin sonunda aldıkları kitapların en fazla yüzde 10-15’ini iade etmesi şartıydı. Bir başka deyişle, dağıtımcı ve kitapevlerinin aldıkları kitapların büyük bölümünü satması gerekiyordu. Punto yetkilileri, bu koşulun “kitapevlerinin satabilecekleri kadar kitap almasını” teşvik etmek üzere getirildiğini söylediler.
Kitap arzına kıyasla satışların pek iyi gitmediği, nakit akışının düşük olduğu piyasada bazı aktörler bu koşulların ağır olduğunu öne sürdüler. Buna karşın, Punto yetkilileri bu şartların piyasadaki ödeme ve iade koşullarına çeki düzen vermek amacıyla getirildiğini belirttiler. Her halükârda, Punto’yu oluşturan yayınevlerinin güçlü bir portföye sahip olduğu ve dağıtımcı ve kitapevlerinin bu kitap portföyünden yoksun kalmamak için çalışmayı kabul etmek isteyeceği yönünde bir görüş birliği oluştuğu söylenebilir.
Bugün piyasada Punto’nun ticari durumuna ve geleceğine ilişkin çok farklı görüşler duymak mümkün. Burada bizi ilgilendiren elbette Punto dağıtımın ticari başarısı değil. Biz daha çok yayıncılık piyasasındaki tekelleşme eğilimleri ışığında bu deneyimin, toplumsal aydınlanma işlevi bağlamında faaliyetini sürdüren küçük ve orta boy yayıncılar açısından olası sonuçlarını değerlendirmekle ilgileniyoruz.
Öncelikle, muhalif ve nitelikli kitapların görünürlüğünün giderek azalması gerçeği karşısında Punto oluşumuna dair şu eleştirinin getirilebileceğini düşünüyoruz: Punto, sadece altı yayınevinin kitaplarını dağıtmak üzere kuruldu. Diğer yayınevlerinin, özellikle muhalif içerikli yayınlar üreten ve nitelik kaygısı taşıyan küçük ve orta boy yayınevlerinin kitaplarının da dağıtımı üstlenilseydi, ana-akım yayıncılık trendine karşı nitelikli kitapların okuyucuya ulaşması için bir kanal açılmış olurdu. 90’lardaki başarısız ortak dağıtım denemelerinden sonra böyle bir girişimin bağımsız yayıncılık açısından gerçekten önemli bir adım olabilirdi. Bu açıdan, şu aşamada ağır basan kaygının, piyasadaki trendlere karşı muhalif ve nitelikli kitapların da dağıtılabileceği bir dağıtım kanalı oluşturmaktan çok, kurucu yayınevlerinin kendi konumlarını sağlamlaştırmak olduğu görülüyor.
Bununla birlikte, yaptığımız söyleşilerde Punto dağıtımın başka yayınevlerinin kitaplarını dağıtmaya ilkesel olarak kapalı olmadığı dile getirildi. Söyleşi yaptığımız kişiler, Punto’nun bağlantılarını ve konumunu güçlendirmeye ihtiyaç duyduğunu belirttiler. Gelecekte, başka yayınevlerinin de kitaplarını dağıtabileceklerini söylediler. Böyle bir adımın atılması, bağımsız yayıncılığın konumu açısından kuşkusuz önemli olacaktır.
Daha güncel düzeyde ise Punto’nun kurulmasının küçük ve orta boy yayıncılar üzerinde diğer büyük aktörlerin yarattığı etkiye benzer bir etki yaratacağı tahmin edilebilir. İster Punto isterse başka bir oluşum olsun, çeşitli avantajlara dayanarak koşullarını piyasaya kabul ettirebilen bu tür girişimler kendileri açısından bir ölçüde bertaraf ettikleri riskleri başka bağımsız yayınevlerine kaydırmış olurlar. Somut olarak söylemek gerekirse, buna benzer güçlü aktörlerle çalışacak olan dağıtımcılar ve kitapevleri – tıpkı diğer güçlü aktörlerle ilişkisinde olduğu gibi – öncelikle onların kitaplarını dağıtmaya/satmaya çalışacak, onların ödemelerine öncelik tanıyacaktır. İrili ufaklı bağımsız yayınevleri ise benzer koşulları kabul ettirme olanağından yoksun oldukları ölçüde geri plana itileceklerdir. Bu nedenle, bugün yayıncılık piyasasının geldiği aşamada bağımsız yayıncılığın sorunlarına çözüm getirebilmek için daha fazla güçlü aktör yaratmaktan çok, daha dayanışmacı projeler geliştirmeye ihtiyaç var.
Punto deneyiminin izlemeye değer bir başka yönü de kurucu yayınevlerinin yayın politikalarına dönük etkilerdir. Piyasa trendleri içinde güçlü bir aktör olmaya çalışmanın elbette bazı avantajlarının yanı sıra bazı dezavantajlarının da olduğu söylenebilir. Güçlü aktörler piyasaya belirli koşulları kabul ettirdikleri ve çalıştıkları firmaların sayısını artırdıkları ölçüde, piyasanın diğer aktörleri de onlardan daha çok üretim yapmalarını isteme eğilimine girerler. Günümüzde yayıncılık piyasasındaki egemen trendler göz önüne alındığında, piyasanın talebinin özellikle daha fazla çok-satar üretilmesi yönünde olacağını tahmin etmek zor değildir. Bu açıdan bakıldığında, güçlü aktörlerle karşılaştırıldığında, küçük ve orta ölçekli bağımsız yayınevlerinin bir avantajı da yayıncılık politikalarını oluştururken daha özgür davranabilmesidir. Şu aşamada Punto dağıtımın, bileşeni yayınevlerinin kitap seçimleri üzerinde hangi sonuçlara yol açacağını olsa olsa tahmin edebiliriz; daha kesin verilerin oluşması için biraz daha zamana ihtiyacımız var.
4) Muhalif yayıncılığın geleceği: Alternatif yayıncılık
Bu çalışmada, Türkiye’de 80’li ve 90’lı yıllara rengini veren muhalif ve nitelikli yayıncılığın çok temel bir eksikliğinden söz etmeye çalıştık. Bu eksiklik, 2000’li yıllarda sermayeye dayalı yayıncılık çizgisinin neden tam bir hakimiyet kurabildiğini ve önemli ölçüde resmi ideolojiyi yeniden üreten bir propaganda aygıtına dönüşebildiğini de açıklıyor: Ülkemizde muhalif yayıncılar alternatif yayıncılığı genellikle “muhalif içerikli kitap basmak”la sınırlı bir faaliyet olarak kavradılar.
Oysa alternatif yayıncılık, yayın politikalarının yanı sıra, yayınevlerinin iç işleyişinin katılımcı olmasını, (editör, çevirmen, dağıtımcı gibi) çeşitli pozisyonların sert çizgilerle birbirinden ayrılmamasını, alternatif dağıtım ve satış kanalları kurulmasını, diğer muhalif yayıncılarla dayanışma ilişkileri içine girilmesini ve okuyucuya ulaşmanın piyasa-dışı mekanizmalarını keşfetmeyi de kapsar.[[dipnot10]]
90’larda yaşanan ve başarısızlıkla sonuçlanan iki ortak dağıtım kurma girişimi dışında, Türkiye’de muhalif yayıncılar “kemikleşmiş” bir okuyucu kitlelerinin olduğunu ve kitaplarını satın almaya devam edeceğini düşünme eğilimde oldular. Kapitalistleşme ve tekelleşme trendlerini ve siyasi-kültürel faktörlerin sonucunda okuyucu profilinin nasıl hızla değişebildiğini küçümsediler.
Şu anda gerçekten muhalif yayıncılık yapmak isteyenler için verili piyasa mekanizmalarının oluşturduğu “deniz” bitmiş durumda. Artık muhalif kimliğini korumak konusunda kararlı olan bir yayınevinin kaderini hızla tekelleşen dağıtım ve satış kanallarına terk ederek ayakta kalamayacağı rahatlıkla söylenebilir.
Önümüzde çeşitli seçenekler bulunuyor. Uzun vade için şunlar söylenebilir: Yeni kuşak muhalif yayınevlerinin sayısı çoğaldıkça, ortak bir dağıtım örgütünün kurulması ve muhalif ve nitelikli kitapların kitapçı raflarında görünür kılınması mutlaka atılması gereken bir adım.
ABD’de ve Avrupa’da olduğu gibi, okuyucuların sadece nitelikli ve muhalif yayınevlerinin kitaplarını bulabileceği bağımsız kitapçılar açmak, bağımsız yayıncıların satış noktalarında yaşadığı tıkanıklığı bir ölçüde aşmasında kuşkusuz faydalı olacaktır.
Bunlar, piyasa-mekanizmaları içinde atılması gereken adımlar. Ama yeterli oldukları kesinlikle söylenemez. Alternatif bir yayıncılığın, doğrudan okuyucuyla buluşmanın yollarını bulabilmesi gerekir. Bunun için üniversitelerde, çeşitli konular üzerinde odaklanan inisiyatiflerde, kültür merkezlerinde, sendika ve meslek örgütlerinde ve diğer kuruluşlarda üretilen kitapları tanıtıcı sunumlar yapılabilir, standlar açılabilir, şenlikler gibi ortamlar değerlendirilebilir.
Muhalif yayıncılar, günümüz kültüründe yer etmiş olan “kitap, kitapçıdan alınır” kalıbını zorlamak ve elden, yüz yüze ilişkilere dayalı dağıtım kanalları geliştirmek zorundalar.
Günümüzde bu zor ama daha güvenli yolları tercih etmeyen muhalif yayınevleri, 80’ler ve 90’lardaki yayıncılara egemen olan alışkanlıkları tekrar edebiliyor ve başka yayınevleriyle dayanışmaya girmeden, kendi başlarına piyasa mekanizmalarına dayanarak var olmaya çalışıyorlar. Bu tür yayınevlerini genellikle iki tür tehlike bekliyor.
Birincisi, “çok-satar vasat bir kitap bas, onun parasıyla beş nitelikli kitap basarsın” stratejisinin izlenmesi. Fakat, içine girilen bu ikili faaliyet tarzı bir süre sonra yayınevinin işleyiş biçimini ve kimliğini de belirlemeye başlıyor; sonunda nitelik açısından muhalif yayıncılığın hakkını vermekten uzak, ticari kaygılarla vur-kaç kitap basma mantığını bizzat muhalif alanlarla ilgili kitaplara da uygulamaya başlayan, amorf kimlikli bir yayıncılık faaliyeti ortaya çıkabiliyor.
İkincisi ise, muhalif bir yayıncılık faaliyeti yürütmeye çalışan yayınevleri bir süre sonra mali sorunları daha fazla hissettikçe, biraz da ana-akım yayıncılığa özenerek daha fazla kitap basmayı, böylece kitapçılarda daha görünür olmayı bir çıkış yolu olarak görmeye başlıyorlar. Ama genellikle fazla kitap basmak hem dar kadroyla çalışan küçük ve orta boy yayınevlerinin nitelik açısından ödün vermesine yol açabiliyor; hem de tekelleşen piyasa mekanizmalarında basılan kitaplardan elde edilen kazancın dönüş hızı maliyetlerin dönüş hızından çok daha yavaş olduğundan, mali sıkışıklık azalmak şöyle dursun giderek artmaya başlıyor. Bunun sonucunda da yayıncılık faaliyetinin bizatihi kendisi tehlikeye girebiliyor.
Türkiye’de alternatif yayıncılık geleneğinin sadece kitapların içeriği açısından değil başka pek çok yönüyle de oturması kuşkusuz zaman alacak ve ancak birçok farklı deneyimin bir araya gelmesiyle yol alınabilecek. Bu arada, gözümüzü Batı ülkelerindeki alternatif yayıncılık deneyimlerine de çevirmemiz yararlı olabilir.
Gürsel Caniklioğlu ile Söyleşi (Ekim 2006)
Yaklaşık 20 yıldır yayıncılık piyasasında dağıtımcı ve kitapçı olarak çalışan Gürsel Caniklioğlu halihazırda Artı Bir Kitap satış müdürlüğü yapıyor.Kenan Kocatürk ile Söyleşi (Ağustos 2006)
Kenan Kocatürk halen Literatür Yayınları sahibi ve genel yayın yönetmenidir.Murat Kaplan ile Söyleşi (Kasım 2007)
Uzun süre kitapçılık yapan Murat Kaplan halen SiyahBeyaz Yayınları sahibi ve genel yayın yönetmenidir.Ragıp Zarakolu ile Söyleşi (Ağustos 2006)
Belge Yayınları’nın sahibi ve genel yayın yönetmeni olan Ragıp Zarakolu otuz yılı aşkın süredir yayıncılık yapıyor.Sabahattin Göksu ile Söyleşi (Şubat 2007)
Halen Metis Yayınları’nda satış müdürü olan Sabahattin Göksu 20 yıldır aynı yayınevinde dağıtım/pazarlama ve tanıtım alanında çalışıyor.