Ekrem İmamoğlu’nun önce diplomasının iptal edilip ardından çalışma arkadaşlarıyla birlikte gözaltına alınıp tutuklanmasıyla başlayan halk isyanının güçlü bir bileşenini üniversiteli gençler oluşturuyor. İlk tepkinin Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını hukuksuz bir şekilde iptal eden İstanbul Üniversitesi’nin öğrencilerinden gelmesi tesadüf değildi. Ardından aynı gün Galatasaray Üniversitesi öğrencileri protestolara dahil oldu. Çünkü Ekrem İmamoğlu’yla birlikte diploması iptal edilen 28 kişiden biri de Galatasaray Üniversitesi’nde akademisyen Prof. Dr. Naciye Aylin Ataay Saybaşılı’ydı. Kısa bir süre sonra İstanbul’daki ve Türkiye’deki diğer üniversiteler de protestolara dahil oldu. İstanbul’daki öğrencilerin Saraçhane eylemlerine katılımı ardından kendi eylemlerini Beşiktaş’ta, Maçka Parkı’nda ve Şişli’de örgütlemeleri iktidarı rahatsız etti. Eylemlere, üniversitelerdeki ders boykotlarına, tüketici boykotu çağrılarına katılımları engellemek için devletin ve üniversitelerin tepkisi, yargı gücünü kullanarak öğrencileri tutuklamak ve okul içi disiplin soruşturmalarıyla bastırmaya çalışmak, hatta velileri de çocukları üzerinden tehdit etmek oldu. Öğrenci tutuklamaları karşısında toplumda oluşan tepki üzerine tutuklu öğrencilerin önemli bir kısmı serbest bırakılmaya başlandı. Tutukluluğu devam eden öğrencilerin serbest bırakılma mücadelesi devam ederken bu sefer İmamoğlu’na destek eylemleriyle politize olan lise gençliğinin önüne yeni bir gündem bırakıldı. MEB kararıyla proje okulları olan liselerde görev yapan binlerce öğretmenin görev yeri değiştirildi. İktidarın siyasi öncelikleriyle belirlenen atama kriterleriyle öğretmenlerin tasfiye edilmesi karşısında başta İstanbul olmak üzere onlarca lisede öğrenciler, mezunlar ve veliler çeşitli protestolar örgütleyerek tepkilerini gösterdiler.
Üniversitelerde Öğrenci Protestolarının Nedenleri
Öncelikle Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının keyfi iptali, öğrencilerde üniversitelerin içini boşaltan çeşitli uygulamalarla zaten başlamış olan geleceksizlik hissiyatını oldukça büyüttü. Seçilmiş belediye başkanının diploması hukuksuz bir biçimde iptal edilebiliyorsa öğrenciler, kendi diplomalarının bir sabah uyandıklarında iptal edilebileceğini ve eğitim döneminde verdikleri emeğin hiçbir işe yaramayabileceğini düşündüler. Naciye Aylin Ataay Saybaşılı’nın Galatasaray Üniversitesi’ndeki öğrencileri için durum daha karmaşık bir hal aldı ve onları daha büyük bir belirsizlik içinde bıraktı. Fransa’nın en köklü üniversitesi Sorbonne’da eğitim almış bir profesörün Türkiye’deki diploması iptal edildiğinde kendisinden ders almış öğrencilerin durumu ne olacak? Diploması iptal edilen hocanın altına imza attığı her belge de mi geçersiz sayılacak? Öğrencilerin bu sorularına üniversite yönetimi henüz tatmin edici bir yanıt verebilmiş değil.
Gençlikteki geleceksizlik kaygısının çok daha uzun bir geçmişi var. Türkiye’deki örgün ve yüksek öğretim sisteminin niteliksizleşmesi uzun zamandır devam ediyor. Derinleşen ekonomik kriz, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün alanının daraltılması gibi pek çok nedenle öğrenciler kendileri için Türkiye’de bir gelecek göremiyor ve imkânı olan pek çok genç yurt dışına bir an önce gidebilmenin yollarını arıyor. Daha okurken öğrencilerin çoğu geçimini sağlayabilmek için çalışmak ve ucuz iş gücü piyasasına dahil olmak durumunda kalıyor. Barınma ve yurt sorunları, ucuz ve sağlıklı gıdaya erişim, sosyalleşme alanlarının daraltılması, festival yasakları ve yüksek ücretler nedeniyle kültür sanata erişimin kısıtlanması, kızlı-erkekli yaşam pratiklerine müdahale edilmesi yıllardır öğrenci yaşamının en önemli gündemlerini oluşturuyor.
Ekrem İmamoğlu, İstanbul Belediyesi’ni ilk kazandığı 2019 yılından beri öğrencilerin bu sorunlarının çözümü için çalışan bir belediye başkanı profili çizdi. Öğrencilerin tarikat ve cemaat yurtlarına mahkûm edilmemesi için uygun fiyatlı ve konforlu belediye yurtları açması, açlık sınırının çok altındaki KYK burslarına karşılık İBB’nin öğrenci burslarını arttırması, Kent Lokantaları’yla öğrencilerin de ucuz ve kaliteli yemeğe ulaşmasını sağlaması, şehrin pek çok yerinde açtığı kültür merkezleri ve kütüphanelerle gençliğe çalışma, kitaplara ücretsiz erişim ve sosyalleşme imkanı sunması gibi pek çok belediye çalışmasıyla İstanbullu gençlerin hayatını kolaylaştırdı. Ekrem İmamoğlu gençliğe değer veren bu uygulamalarıyla gençliğin sevgisini kazanmış bir belediye başkanıydı.
Öğrenci yaşamında biriken pek çok sorun karşısında diploma iptali bardağı taşıran son damla oldu. 19 Mart darbesiyle sokaklara çıkan öğrenciler hayatlarını belirsiz bir geleceğe bırakmak istemiyor ve kendi geleceklerini kurma iddiasıyla harekete geçiyorlar. Gençliğin apolitik olduğu iddiası uzun zamandır bilinçli bir propaganda tekniği olarak kullanılıyordu. Gençlerse durumun böyle olmadığını, siyasetin büyüklerin işi olmadığını, kendilerinin de siyasi özne olduklarını dile getiriyor ve başkalarından bir beklenti içine girmeden kendi talepleriyle siyaset sahnesinde ortaya çıkıyorlar.
Ekrem İmamoğlu’nun seçme ve seçilme hakkının ihlal edilmesi de öğrencilerin yakından tanıdıkları bir durum. Üniversitelerdeki rektör atamaları uzun zamandır üniversite bileşenlerinin seçme hakkı ihlal edilerek yapılıyor. Saygın hocaların görevden alınarak yerlerine paraşütle niteliksiz hocalar getirilmesi, ders içeriklerinin sığlaşması, eğitimin iktidarın, sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarına göre dizayn edilmesi neoliberalizmle uyumlu bir Türk-İslam faşizminin uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nin Durumu
19 Mart isyanına dahil olan Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, Türk-İslam faşizminin bu uygulamalarını uzun zamandır yaşıyor. Yaygın olarak bilinenin aksine, Boğaziçi Üniversitesi’ne ilk kayyum rektör ataması 2021 yılında gerçekleşen Melih Bulu ataması değildi. 2016 yılının Temmuz ayında yapılan rektörlük seçimlerini %86 oyla Gülay Barbarosoğlu’nun kazanmasına rağmen CB tarafından atama yapılmadı. Ardından Ekim ayında KHK kararı ile rektörlük seçimleri tamamen kaldırıldı ve Kasım ayı içinde Mehmed Özkan, -ki kendisinin rektörlük seçimlerinde adaylığı dahi bulunmuyordu- Boğaziçi’ne bir nevi kayyum olarak atandı. O dönemde de üniversite bileşenlerinin seçme ve seçilme hakkını lağveden hükümete karşı öğrenciler tarafından “Kayyum rektör istemiyoruz” eylemleri yapıldı. Kayyum rektör, atandığı günün hemen ardından hükümet politikalarını uygulamaya başladı. Buna, Kilyos Kampüsü’nde yer alan otelin restoranındaki alkol satışını yasaklamak, Sosyal Bilimler Kulübü’nün düzenleyeceği “Medya ve İktidar” adlı konferansı iptal etmek gibi örnekler verilebilir. 2021 Ocak ayındaki kayyum darbesiyle siyasi iktidar Boğaziçi Üniversitesi’ne çökme harekâtını adeta bir fetihe dönüştürmeyi denedi. Önce Melih Bulu sonra Naci İnci kayyumluğuyla BÜ’yü istediği gibi dizayn etme politikalarını hızlandırdı. Üniversitenin hiçbir döneminde okula sokulmayan polis son yıllarda adeta okulun bileşenlerinden birine dönüşmüş durumda. Güvenlikçi tedbirler artırılarak neredeyse her öğrenci eylemine polisle yanıt veriliyor. Hatırlanacağı gibi Melih Bulu döneminin ilk uygulamaları olan LGBTİ+ kulübünün kapatılması ve Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’nu işlevsizleştirilmesi, eskiden görece daha rahat hareket edebildikleri üniversitede kadınların ve LGBTİ+’ların hayatlarını zorlaştırdı. İktidarın politikalarıyla uyumlu bir şekilde LGBTİ+ öğrenciler görünmez kılınmak istenirken kadın çalışmalarının alanı bugün de daraltılıyor. Yine hatırlanacağı gibi Naci İnci’nin aile içi şiddeti ve kadına şiddeti önlemek için çıkarılan 6284 No’lu kanunu kendi çıkarı için öğrencilere karşı kullanması bir kara mizah örneği olarak tarihe geçti. Yakınlarda da BBC’nin belgeseli için verdiği beyanatta cinsel şiddetin sebebini kadın öğrencilerin fıtratı ile ilişkilendirilip tacizi önlemek için kurduğu kameralarla övündü. Bir eğitim kurumu olan akademinin cinsel şiddeti önlemek için eğitimi değil güvenliği öne çıkarması eğitim sisteminin geldiği durumu çok iyi ortaya koyuyor.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri de yazının başında belirttiğimiz sorunları derinden hissediyor. Barınma, beslenme gibi temel sorunların yanında üniversite bölgesinde sürekli devam eden ve gerekli önlemlerin alınmadığı inşaatlar, öğrenciler için sosyalleşecek ve ders çalışabilecek ortak alanlarının, kültür sanat çalışmaları için kullanılan salonların ve altyapının yetersizliğine rağmen okul mekanlarının şirketlere açılması öğrencilerin tepkisini çekiyor. Bunun en son örneğini geçtiğimiz aylarda üniversite içinde açılan Ethos Cafe protestolarında gördük.
Geçtiğimiz Şubat ayında BÜ yönetimi Kuzey Kantin yerine açılacak olan ve Espressolab iştiraki olduğu iddia edilen Ethos Cafe’nin satışlarını artırmak için hemen yanı başındaki Zemin Cafe’nin kahve satışını durdurdu. Bunun üzerine BÜ bahar dönemine eylemlerle başladı, bogazicihk adındaki bir instagram hesabı üzerinden duyurulan eylemlere çok kalabalık bir katılım oldu. Öğrenciler yeni açılan kafeyi işgal ederek protesto etti; eylemler boyunca öğrenciler ve akademisyenler işgal edilen kafede buluştu. Eylemlerin sürdürülebilirliği ve talepleri çerçevesinde forumlar yapıldı; bölümler ÖTK öncülüğünde toplantılar yaptı; kulüpler etkinliklerini kafeye taşıdı. BÜ öğrencileri ortak talepler etrafında tartışmalar yürütmüş ve öğrenci muhalefetini güçlendirecek bir hareket içine girmişti. Forumlardan çıkan en güçlü talep, alanın kâr amacı gütmeyen bir öğrenci kooperatifine dönüştürülmesiydi. Kampüslerde oturmak ve kahve içmek bir yana ders çalışmak için kullanılabilecek alan sayısının gittikçe azaltılması, kütüphane başta olmak üzere neredeyse dersliklerin içine kadar giren inşaatlarla birlikte yaşamak zorunda bırakılmak gibi sebeplerle üniversite içerisinde gittikçe artan ortak alan talebini öğrenciler bu eylemlerle yineledi. Artan yemekhane ücretleri, şirketlere kiralanan okul salonları, türlü yollarla üniversiteden gönderilen ve iş hayatına son verilen akademisyenlerin yerine paraşüt hocalarla doldurulan bölümler, gittikçe niteliksizleşen eğitim ortamı, taleplerini seslendirdiği için okulun soruşturma açtığı ve kampüslere girmesi yasaklanan öğrenciler de yapılan eylemlerin ana gündemlerindendi. Sermayenin kampüslere bu denli sirayet etmesine karşın öğrenciler, kafeyi kolektif bir alana çevirerek kampüslerde söz sahiplerinin üniversitenin asli bileşenleri olan öğrenciler, akademisyenler ve kampüs çalışanları olduğunu göstermeye çalıştı.
Bu dönemde 28 öğrenci kulübü, işgal kafe protestolarına dair taleplerini dile getiren bir bildiri yayımladı ve bu bildiri sonrasında okul yönetimi imzacı kulüplerin yönetim kurullarını görevden alarak kulüplere bir ay faaliyet durdurma cezası verdi. Üniversitede uzun zamandır, özellikle Naci İnci döneminde giderek artan bir şekilde kulüpler yönetim tarafından otosansüre zorlanıyor, bazı etkinlikleri neden belirtilmeden son gün iptal ediliyor, salonları ellerinden alınıp şirketlere kiralanıyor, alanları daraltılıyor. Bunun üstüne, kulüpler okulun genel gündemlerine dair ses çıkarttığında, yani ‘kendi yetki alanları’ dışına çıktıklarında, yönetimin kapatma tehdidiyle karşılaşıyorlar.
Öğrenciler, bu ceza kararı sonrasında resmi itiraz yollarının yanında yönetimin baskılarına ve hukuksuzluğuna karşı duruşlarını göstermek ve kulüplerin yanında durmak amacıyla bir şenlik düzenleme kararı aldı. Şenliğin amacı farklı alanlardan ortak sözler söyleyerek okul yönetiminin verdiği bu hukuksuz ceza karşısında dayanışmak ve bu dayanışmayı daha çok insana duyurmaktı. Belirlenen şenlik tarihine yaklaşırken ve işgal kafeden bu yana hareketlenen bir öğrenci hareketi oluşmaktayken gerçekleşen 19 Mart darbesi, BÜ öğrenci gündeminin merkezine oturdu. ODTÜ’de başlayan akademik boykot çağrısı BÜ’de gerçekleşecek şenliğin çağrısı ile birleştirildi. Şenlik ve sonrasını izleyen günlerde ÖTK’nin çağrısıyla akademik boykotta olan bölümler, alternatif ders ve etkinlik programlarıyla birlikte dayanışmaya devam etti.
Boğaziçi, 19 Mart’a işgal kafe protestolarıyla canlanmış bir iklimde girdi. Eylemlere çok geniş bir katılım olmasının nedenlerinden biri de bu olabilir. Diğer üniversitelerde süreçte aktif rol alan ve boykotu ören yapılar boykot komiteleri iken Boğaziçi’nde merkezi bir yapı olan ve demokratik bir katılımla inşa edilen ÖTK akademik boykotun örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. 19 Mart öncesinde de okul içindeki kampüs ve yurt sorunları konusunda okul yönetimine öğrenci idaresiyle somut adımlar attırabilmişti. Ayrıca Boğaziçi ÖTK’nin öğrenci eylemlerindeki konumu Boğaziçi ile kısıtlı kalmadı, emek örgütlerine açık mektup yazarak mücadeleyi genişletme çağrısı yaptı. Bu çağrı da karşılıksız kalmadı; örneğin Eğitim-Sen bu çağrıya kulak vererek bir günlük iş bırakmaya gitti ve Güney Kampüs’te öğrencilerle birlikte basın açıklamasına katıldı.
Farklı üniversitelerde 19 Mart sonrası boykotlara ve eylemlere katılımı ören boykot komiteleri, inisiyatifler ve komisyonlar gibi pek çok yapı kuruldu ve geniş katılımlı forumlar düzenlendi. Üniversite içi mücadele yapıları yanında üniversiteler arası, ÖTK veya diğer yapılardan temsilci bulunduran, Maçka eylemi gibi çok geniş katılımlı eylemlerin de çağrıcısı olan İstanbul Üniversiteler Koordinasyonu (İÜK) kuruldu. 19 Mart’tan beri gençliğin başını çektiği bu muazzam enerjinin sokak nezdinde sönümlenmeye yüz tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak burada önemli olan kalıcı mücadele yapıları kurabilmek ve enerjiyi sürdürülebilir, alternatif alanlara yöneltebilmek. Bu noktada ise halihazırda bir direnişin ürünü olan, öğrenci temsiliyetini sağlayabilecek en geniş olanağa sahip ÖTK’ler çoğu üniversitenin gündemine oturmuş durumda. Boğaziçi ÖTK de diğer üniversitelerdeki ÖTK inşası için önemli bir örnek teşkil ediyor. Örneğin İstanbul Üniversitesi’nde Boykot Komitesi iki Boğaziçi ÖTK temsilcisini davet edip onlardan bir sunum ve aktarım aldı, bu sunuma farklı bölümlerden çok sayıda insan katıldı. Galatasaray Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İTÜ gibi birçok üniversitede ÖTK’ler kurulurken bu yapıları kapsayıcı, demokratik ve karar alıcı bir şekilde kurmak önemli bir noktada duruyor.
ÖTK’nin varlığı dışında, 19 Mart’tan bu yana Boğaziçi’nde farklı inisiyatifler de kuruldu. Eylemlere giden öğrencilerin haberleşme amacıyla kurduğu WhatsApp gruplarından inisiyatife evrilen bounegmiyoruz adlı bir grup ortaya çıktı. Bu grubun öğrenci hareketiyle ilişki kurma biçimi demokratik temayüllerinden oldukça uzakta. Örneğin, kendi istedikleri şekilde muhalefet etmediklerini düşündüğü kulüpleri sosyal medya üzerinden ifşa edebiliyorlar. Bu siyaset biçimi üzerine birkaç şey söylenebilir. İlki yönteme dair: esasen feminist ilkeler etrafında cinsel şiddetle mücadele amacıyla ortaya çıkan ve sistematik bir soruna işaret eden ifşa yöntemi, hangi politik zeminde ve neyi karşısına alarak yapıldığı bile belli olmayan bir paylaşımın yöntemi olabiliyor. Feminist alanda dahi çokça tartışmayı barındıran ifşa yönteminin, muhalefet tarzını beğenmediğin bir yapıyı teşhir etmek için ve ezen-ezilen ikiliğinden bağımsız, rastgele biçimde ele alınması kabul edilemez bir durum. O nedenle ifşa adıyla yapılan bu paylaşımların, öncelikle ifşa olarak nitelendirilemeyeceğini, karalama ve itibarsızlaştırma girişimleri olarak değerlendirilebileceğini belirtmek gerekir. İkincisi, bu grubun hangi siyasi zemin ve ajandaya sahip olduğunun belirsiz olmasının bir siyasetsizliğe işaret ettiğidir. 19 Mart ile hareketlenen ve öğrencilerin de merkezinde yer alan direnişler, gençlerin çoğunu ülkenin politik gündemi ile ilgilenmeye yönlendirdi, yani politize etti. Bu politizasyon tabandan geniş örgütlenmeler yaratabilmek için olumlu bir zemin oluşturuyor. Burada öğrenci hareketi içinde tepeden antidemokratik yöntemleri devreye sokmak pek çok öğrencinin daha baştan hareketten uzaklaşmasına neden oluyor. Bu bağlamda; siyasetin uzun erimli çabalar ve tabandan örgütlenmelerle yapılabileceği gerçeğini es geçen, politik ajandası belli olmayan, hızlı davranma kaygısının içerik tartışmanın önüne geçtiği, mücadele etmenin yollarını yalnızca çağrı yapılan her eyleme gitmek olarak sınırlandıran bir düşüncenin hâkim olduğu bu gibi yapıların siyaseti değil, anti-siyaseti hatta apolitikliği örgütlediğini söylemek yanlış olmaz. Kulüplere yönelik karalama kampanyalarının ardından bu inisiyatiflerin ÖTK’yi hedef aldığı görülüyor. İktidarın söylemine benzer bir şekilde “Verin ÖTK’yi bu iş huzur içinde çözülsün” diyerek ÖTK’nin eylemlerinin organizasyonunu kendilerine devretmesini dahi teklif edebildiler. ÖTK dahil okuldaki belli örgütlü yapılara parmak sallayan ve karşısına aldığı insanların mücadele deneyimleri ve fikirlerini görmezden gelen bounegmiyoruz grubunun, tam olarak böylesi bir siyasetsizliğe örnek oluşturduğu, öğrenci muhalefetini içerden bölme işlevi gördüğü söylenebilir. Son olarak, üstte belirtilen siyasetsizliğin bir sonucu olarak bu tür paylaşımların en hafif tabirle kutuplaştırıcı ve tartışma zeminini zedeleyici bir ortama sebebiyet verdiği gerçeğidir. Karşısındakini dinlemeyen, diyalog zeminini kabul etmeyen ve eleştirilerini muhatabıyla oturup tartışmaktan geri duran bounegmiyoruz, kendi yöntemini dayatarak yine kendi kurduğu mahkemede okulun farklı bileşenlerini ve alanlarda birlikte yürüdüğü sıra arkadaşlarını, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde, yargılamayı ve dışlamayı tercih ediyor. Eylemlerini Boğaziçi öğrencilerinin genel eğilimi ve ortak iradesi gibi yansıtan bu grubun, iktidara karşı dayanışma temelinde örülen bir mücadeleyi değil, grup merkezci ve özneleşme talebini odağına alarak ilerlediği söylenebilir. Böylece üniversite yönetiminin kulüpler üzerindeki baskısına bir yenisi, muhalefet adına hareket ettiğini söyleyen bu grubun baskısı eklenmiştir.
Buradan çıkarılacak sonuç, eleştiri hakkını ve zeminini koruyarak, demokratik ve dayanışmacı ağlar içerisinde örgütlü mücadele yürütmeye yönlenmek olmalıdır. Üniversite ortamında ortaya çıkan inisiyatifler; ortak zeminlerde buluşabilecek yapıları ve kişileri dışlamadan, farklı mücadele yollarının ve fikirlerin önünü kapatmadan hareket etmelidir. BÜ’de öğrenciler arasında büyüme potansiyeli taşıyan ve işgal kafe gibi belirli kazanımları elde etmiş bir mücadele alanı oluştuğunu hatırlamak gerekiyor. Öğrenci mücadelesinin içinde sınırları keskin bloklaşmalar yaratmanın muhalefetin zararına olduğu, birçok farklı kesimi kapsayacak ve öğrencilerin kitlesel katılımını olası kılacak potansiyelleri zora soktuğu açıktır. Kampüslerdeki ortak alanlarımıza, dersliklerimize, aldığımız eğitime, yemeğimize, yurdumuza, tüm yaşam alanımıza sirayet eden baskıların sonucunda birbirimize nefret ve öfkeyle yaklaşmak yerine birlikte uzun erimli dayanışma ağları kurabilmek için kendi içimizde tartışma ve eleştiri yapma pratiklerimizi güçlendirmemiz, bu pratikler için uygun demokratik zeminlerde buluşmamız ve taleplerimizi yineleyip birlikte kurduğumuz alanları güçlendirmeye devam etmemiz gerekiyor.
Öğrenci Kulüpleri Üzerindeki Çift Yönlü Baskı
Bir önceki başlıkta bahsi geçen kulüp ifşaları meselesini anlamak için kulüpler üzerindeki çift yönlü baskıdan bahsetmek gerekir. Boğaziçi Üniversitesi içinde kulüp geleneği oldukça köklü bir yer tutar. Okul yönetimine bağlı olan kulüpler, öğrencilerin sosyal, kültürel yaşamının ve özyönetim faaliyetinin önemli bir parçasıdır. Son yıllarda okul yönetimi gerek kulüplerin odalarının yerini değiştirerek gerek altyapı kullanımını kısıtlayarak ve yeni bürokratik mekanizmalar getirerek kulüp faaliyetlerinin alanını daraltıyor. Kulüp faaliyetlerinin içeriğine karışılması ve yer yer otosansür dayatan talepler ile kulüplerin ifade ve örgütlenme özgürlüğü kısıtlanıyor. İşgal kafe gösterilerine dahil olan kulüplerin yönetim kurullarının görevden alınması ve bir ay etkinlik yasağı getirilmesi kulüplerin bu baskıcı ortamda nasıl hedef haline gelebileceğini öğrencilere gösteriyor. Akademiyi iktidarın önceliklerine göre şekillendiren üniversite yönetimi öğrenci kulüplerini tehdit olarak algılamakta ve hareket alanlarını sürekli daraltmaya çalışmakta. Kulüplere “Kulübün kapanmasını istemiyorsan x faaliyetini yapamazsın. Ancak bu x faaliyetinin ne olduğu ülkenin atmosferine bağlı olarak değişebilir, artık akıllı çocuklar olup bunu bulacaksınız.” denmekte.
Bunun öğrenci kulüpleri açısından yeni bir durum olmadığını belirtmek gerekir. Boğaziçi’nin daha özgürlükçü olduğu iddia edilen yıllarda da yönetimler, sansür-otosansür ikilemini kulüplere dönük kontrol ve baskı yöntemi olarak kullandı. Bugünün olağanüstü koşullarında bu yöntemler geçmişe göre çok daha şiddetli biçimde kullanılmakta. Bu durumda kulüplerde yer alan öğrenciler şu ikilem içinde kalıyor: Ya yönetimin talep ettiği “uslu” kulüpler olacaklar ya da kulüpleri bırakıp, kulüpler geleneğinin öğrenci kitlesine ulaşmalarını sağlayan olanakları reddedip, kulüpleri bir nevi imha edecekler. İlk tercih bir tür yandaşlığa giderken, ikincisi ise kulüpleri ve kulüplerin yarattığı mücadele alanını iktidara kendi elleriyle teslim etmek anlamını taşıyacak. Bu durumda öğrenciler açısından sorumlu ve rasyonel tutum daha önceki yıllarda da olduğu gibi bu ikilemi reddedip yaratıcı ifade biçimlerine kaynaklık edecek şekilde hem kulüplere sahip çıkmak hem de kulüplerin alanı dışında kalan öğrenci muhalefetinin örgütlenmesine dahil olmaktır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de öğrenci hareketi içinde konumlanan siyasetlerin kulüp kültürüyle kurduğu ilişki karmaşa içeriyor. Bu karmaşa içinde bir odak, kulüpleri siyasi yapı gibi görüp onlardan adeta bir siyasi parti gibi konumlanmalarını bekliyor. Üstelik bu siyasi yapı ya da parti son derece dar bir ufuğa ve tek sesli yönetilmeye izin veren bir programa sahip olmalı. İkinci olasılık da bu odaktakiler kendi siyasi fikriyatları doğrultusunda kulüpleri kendi peşlerine takmak istiyorlar. Kendini çoban kulüpleri sürü gibi gören bu eğilim içinde olanlar, öğrenci kulüplerinin yapısı, üye profili çeşitliği ve bu çeşitliliğin yarattığı zengin potansiyeli anlamaktan acizdir. Bu tür bakış açıları ve “tek doğrulu” politik tutumlar her zaman genel politik ortama zarar verdi, ama en önce de bu bakış açısına sahip olan kesimin hızla daralıp etkisizleşmesine yol açtı. Günümüz faşizm koşullarında bu tutumun yaratacağı sonuçlar başka zamanlara göre çok daha yıkıcı olacaktır.
Otoriterleşmenin Muhalefet Üzerindeki Etkisi
Totaliter yönetimler bireyleri biçimlendirmeyi ve ideolojik olarak yönlendirmeyi merkeze alırken rasyonel ve eleştirel düşünceyi, sorgulamayı değil itaati öne çıkarır. Kendi varlığını birilerini dışlayıp düşmanlaştırarak kurmaya çalışır. Yarattığı kurgusal Biz’in dışında kalacak Onlar’a ihtiyaç duyar. Günümüzde trolleşme ve linç kültürü içinde sıkça rastladığımız benzer bir yöntem, beğenilmeyen görüş ve tavırların sosyal medya üzerinden hedef gösterilerek itibarsızlaştırılmasıdır. Bu şekilde ihbar kültürü yaygınlaştırılır ve bir grup üzerinde fişlenme, dışlanma korkusu yaratılır. Aklı devre dışı bırakarak korku ve öfke üzerinden kitleleri mobilize etmeye çalışan günümüz faşizminin bu şekilde düşünme ve hareket etme biçimi sadece iktidarla sınırlı bir durum değil. Kullanılan yöntemle ilişkin olarak muhalefete de sızmakta.
Unutulmamalıdır ki toplumsal kutuplaşmanın dili herkese bulaşır. Tek bir eylem biçimini ödünsüz her kesime dayatmak, diğer ses ve önerileri değersizleştirmek, kendini otorite ilan etmek, nasıl yaşanacağını bas bas bağıran rejim benzeri otoriterleşmek demektir. Halbuki, 19 Mart darbesi sonrasında yükselen öğrenci muhalefetinin dayatmalara ve otoriterleşmeye değil çoğulculuğa, dayanışma kültürüne, özgürlük ve adalet arayışının etik ilkelerine ihtiyacı vardır. Gençliğin geleceğine sahip çıkması bu değerlerle birlikte mümkün olabilir.