Ya Kendi Düşüncemize Vurduğumuz Zincirler?

Ayşe Günaysu

[Aşağıdaki makale, BGST Yayınları tarafından Sonbahar 2008’de yayımlanacak olan “Türkiye’de İfade Özgürlüğü”adlı kitapta yer alacak. Yazı, deneyimli bir insan hakları aktivisti olan Ayşe Günaysu tarafından kitabın “muhalif kurumlarda ifade özgürlüğü sınırlamaları” başlıklı bölümü için yazıldı.]

İnsanı, bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan hiçbir şey yoktur”, diye başlar Elias Canetti’nin büyük yapıtı Kitle ve İktidar. “İnsan kendisine değen şeyi görmek ve tanımak, en azından sınıflandırmak ister. Yabancı herhangi bir şeyle fiziksel temastan her zaman kaçınma eğilimindedir. Karanlıkta beklenmedik bir dokunuşun sebep olduğu korku, paniğe kadar varabilir. (…) İnsanların etraflarında yarattıkları bütün mesafelerin nedeni bu korkudur. (…) Hırsız korkusu yalnızca soyulma korkusu değildir, aynı zamanda karanlığın içinden aniden uzanan beklenmedik bir elden duyulan korkudur,” diye devam eder.

Ve şöyle bağlar bu sözünü: “İnsan bu dokunulma korkusundan yalnızca kitle içinde kurtulabilir. Korkunun karşıtına dönüştüğü tek durum budur. (…) İnsan kendini kitleye bırakır bırakmaz, artık kitlenin dokunuşundan korkmaz olur. (…) Kitlenin içinde kendisini iten her kimse, o da kendisi gibi biridir.” (Elias Canetti, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, s.15-16)

Kitle içinde insan yalnızken kendinde bulamadığı bir güç kazanır. Tek başınayken aklından geçirmeyeceği şeyleri insan, korkunun karşıtına, yani güce, saldırganlığa dönüştüğü tek yer olan “kitle” ile, onunla birlikte, onun içinde yapabilir. Bu yüzden kitlenin zincirinden boşanması çok kolaydır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Kitle ana rahmi gibi korunaklıdır. Soru sormayı ya da sorulara yanıt aramayı gerektirmeyen, karşılaşılabilecek soruların yanıtlarının da hazır olduğu müthiş bir konfordur. Kitle, insanların vicdanlarını, adalet duygularını, sorgulama, hesap verme gibi acı verici yükümlülüklerini devrettiği, bu yüzden de hafiflediği yerdir. Bu yüzden insanın kitleye, kitle olmaya ihtiyacı vardır.

Burada sayı önemli değildir. Kitle olmak için çok büyük sayılara ihtiyaç yoktur. İç içe geçmiş halkalar gibidir kitleler. İki ya da birkaç kişilik “dost” gruplarından başlar en içerdeki halka.

Egemenleri egemen kılan, kitlelerin desteği olduğu gibi, egemenlere direnenler de bir arada olmanın doğası gereği kitle oluştururlar ve kitle olmanın getirdiği benzer davranışlar sergilerler. Çünkü kitle olmanın gereğidir her iki tarafın da düşünme ve davranma biçimlerinin ortak özellikler göstermesi, farklı şeyler yapsa, farklı şeyler yapmayı hedeflese, birbirlerini dışlasa, hatta biri diğerini alt etmeyi amaçlasa da. İktidarda olanlar açısından olsun, iktidarlara karşı mücadele edenler (ve kendileri de kendi mikro iktidarlarını yaratanlar) açısından olsun, düşünce özgürlüğünün zor gerçekleşebilir bir şey olmasının üzerine düşünmeye değer nedenlerinden birisi de, Canetti’nin tarif ettiği insanın kitle oluşturarak “yabancı” dokunuştan korunma içgüdüsü olsa gerek. Çünkü bu içgüdüdür, benzer olanı içerme, farklı olanı dışlamaya, bütünlüğe tehlike görülen eleştiriye tahammülsüzlüğe, eleştirel düşünceye kapalılığa, bir arada olmayı sağlamak için düşünceye ve düşüncenin ifadesine baskı yapmaya kaynaklık eden.

Soru sormak

Kitle olmak kaçınılmazsa, kitle davranışları göstermeye karşı durmanın araçlarından biri, soru sormaktır. Soru sormaya kendimizden başlamak da en ahlaklısıdır.

Düşünce özgürlüğü talep eden, ya da, talep etmese de, buna en çok ihtiyaç duyan muhalif çevreler kendi içlerinde düşünceye ne kadar özgürlük tanıyorlar?

Türkiye’nin de, dünya devrimci hareketinin de geçmişine hiç gitmeyelim. Yani mesela Türkiye’de devrimcilerin kendi içlerindeki düşünce ayrılıklarını geçmişte nasıl karşıladıklarına, nasıl çatışıp birbirlerini öldürdüklerine, en hafifinden nasıl 12 Eylül koşullarında bile, salt geçmişe ve bugüne bakış farklılığı nedeniyle polisin peşinde olduğu yoldaşlarını kapının önüne koyduklarına, kapısını onlara açanları da kendilerini “kapı”nın önünde bulacaklarına ilişkin tamimlerini nasıl yayınladıklarına hiç gitmeyelim. Ya da silahlı mücadeleyi “maceracılık” diye reddedenlerin bile, kendi muhaliflerine nasıl silah çekip kurşun sıktığını da bir yana bırakalım. Örgüt infazlarına hele hiç girmeyelim.

Bugüne bakalım.

Yaşamı değiştirmek isteyen bizler kendi içimizde neyi, ne kadar farklı yapıyoruz?

Örneğin iktidar ilişkilerinin yerine neyi koyabildik? İçinde yaşadığımız dünyayı ve ülkeyi adaletten yana değiştiremiyoruz, değiştirmekte en azından şimdilik başarılı olamadık. İyi ama kendi kurduğumuz, kurallarını kendi koyduğumuz ortamlarımızda, partilerimizde, derneklerimizde, örgütlerimizde ya da çevrelerimizde sisteme alternatif nasıl bir işleyiş, nasıl bir ilişkiler düzeni getirebildik? Düşünce özgürlüğüne, eleştirel düşünceye övgüler düzerken kendimiz eleştirel düşünceye ne kadar açık olabildik? Kendi ortamlarımızda otoriter, hiyerarşik, yasakçı kültürün yerine nasıl bir kültür geliştirdik ve hayata geçirdik? Devlet aygıtının “örtülü” işlerine karşı mücadele yürüten biz, kendi ortamlarımızda ne kadar “açık” olabildik? İnanç sistemlerini reddeden, yerine nesnel, bağımsız, sorgulayıcı, tartıştırıcı, katılımcı düşünce ve davranış biçimlerini geçirmeyi savunan bizler, kendi inanç sistemlerimizi, bu sistemlerin içinde yer alan şefleri, önderleri, onların söylediklerini, kendi yasaklarımızı, doğrularımızı ve yanlışlarımızı ne kadar sorguladık? Sorgulayanları suçlama kültürünün yerine, kendi doğrularımızı – düşmanlık, nefret, ötekileştirme, aşağılama duygularına yer vermeden – açıklama, argümanlarla destekleme, örneklerle ortaya koymaya yanaştık mı? Ne kadar yanaştık?

İç düşman: Çift taraflı keskin bıçak

Dışarıdan yapılan saldırılar kitleyi yalnızca kuvvetlendirmeye yarar; bu durumda, dağılmış olanlar daha da güçlü bir biçimde tekrar bir araya gelirler. Öte yandan, içeriden yapılan saldırı gerçekten tehlikelidir,” der Elias Canetti (s.24).

Düşünce özgürlüğü, dolayısıyla da eleştiri hakkı, egemenler için de, egemenlerle mücadele edenler için de bütünlüğü, birliği bozucudur ve “hain” her iki taraf için de geçerli olan, en nefret edilesi ve cezalandırmayı en çok hak eden “iç düşman”dır.

Burada önemli bir ayrım var. Üst otoriteyle çatışma söz konusu olduğunda karşıtınız, dolayısıyla çatışma “dışınızda”dır. Kitle olarak, ya da kitleyi oluşturan bireyler olarak kendi kendinize koyduğunuz yasaklarla mücadele ise, bir “iç çatışma” niteliğindedir. Ait olduğunuz çevreyle birliğinizi ve bütünlüğünüzü, dolayısıyla en önemlisi kendi iç bütünlüğünüzü bozmaz. Dış çatışmada, üst otoritenin yasaklarına karşı mücadelenin “yüceltici” bir yanı bile vardır. Bu nedenle bir bakıma “huzur verici”dir. Motivasyonu da daha güçlüdür. Burada bir “dava” uğruna kişisel rahatından fedakârlık ediyor olmanın ego okşayıcı hoşnutluğundan, “kahraman” olmaya kadar uzanan çeşitli iç ödüllendirme mekanizmaları devreye girer. Dışarıdaki düşmanla çatışma, içeriyi zayıflatmaz, tersine güçlendirir. Oysa aidiyet duyduğumuz kitlenin, dolayısıyla kendi kendimizin koyduğumuz yasaklarla mücadelede, diğerinin tersine, iç huzuru kalmaz. Çatışma çok daha derindir. Çok daha sancılıdır. Hem de haklı olduğundan emin olmanın mutluluğunun tersine, kendi haksızlığıyla yüzleşmenin can acısına da gebedir ve böyle bir yüzleşme, dışarıdan verilecek hiçbir cezayla ölçülemeyecek kadar acıtıcıdır.

Aidiyet geliştirdiğiniz “kitle”ye ve o kitlenin içeriğini oluşturan düşünceye bir eleştiri geldiği zaman, bu aynı zamanda size de yapılmış bir çağrı olduğundan, onu dinlemek yerine eleştiriyi karşı konulması hatta yenilmesi gereken bir “saldırı” olarak görmek ve durup düşünmek yerine karşı saldırıya geçmekten başka çareniz yoktur, rahatınızı bozmamak, güvenli aidiyet duygusunu zedelememek için. Eleştiriye verilen yanıtların, polemiklerin kaba, alaycı, en ağır şekilde yaralamayı hedefleyen saldırgan dilinin bir nedeni de budur.

Dışarı karşı düşmanlık, yoldaşlarla bağları güçlendirdiği, onlar tarafından onaylanmayı getirdiği için kitlenin saflarını sıklaştırır ve aidiyetimizi, dolayısıyla varoluşumuzu her an yeniden onaylar, yeniden pekiştirir. Ama bir yandan devlet otoritesine karşı çıkarken, aynı anda, içinde bulunduğunuz kitleye de muhalefet ederseniz, çok can acıtıcı bir yalnızlık sizi bekler. Her iki taraf için de “hain” olmanın getirdiği yalıtlanmışlık hiçbir şeye benzemez.

Bütün bunlar bir araya gelince, iç çatışmadan kaçma eğilimimiz “düşman” önünden kaçmaktan daha güçlüdür ve bu eğilime teslim olmak daha kolaydır. “Düşman” önünden kaçmazsanız “kahraman” olursunuz, iç çatışmadan kaçmazsanız, siz “düşman” olursunuz.

Sürekli bölünme, kitle oluşturma güdüsünü ve olgusunu yalanlamaz, tersine onun bir türevidir. Çünkü kitle, iki karşıt eğilimi içinde barındırır: Hem kitlenin bir parçası olmak, güvende, güvencede olmak ve aynı zamanda iktidar/güç peşinde olmak.

Bu çatışmalı eğilim, kriz anlarında belirleyici darbeyi indirir. Çatışma potansiyel olmaktan gerçeklik aşamasına yükseldiğinde, iki seçenek vardır: Çözüm ya da kavga. Çözüm (dolayısıyla kendi kendiyle hesaplaşma) zordur. Kavga ise çekicidir. Baş döndürücü bir cazibesi vardır, çünkü kendini yeniden, yeniden üreten öz varlığını olumlama ve gerçekleştirme amacına hizmet eder. Çözümün zorluğu kendi içimizde düşünce özgürlüğüne ulaşmak gibi çetin bir yolculuktan, kavganın cazibesi de, yanlışı ve haksızlığı diğer tarafa yükleyip kendi varlığını aklamaktan kaynaklanır.

Sonuçta bölünme, kitleyi ortadan kaldırmaz. Yeni kitle yaratır. Ve insan bir aidiyetten diğerine geçer.

İnanç kültürü/Metafizik bir “sol” yaşantı

Görmek bize acı veriyor ama görmemiz gerek: Karşı tarafın temel davranış kalıplarına çok benzer, hatta bazen aynı davranış kalıpları üzerinden yaşıyoruz. İnanç kültürü bunlardan birisi.

İnanç kültüründe inanç, bilgiden daha önemlidir. Bilginin değil, inancın gücü, inançta sebat ve yılmaz bir kararlılık esas olandır. İnanç kültürünün ikinci unsuru ise, akıl yürütme de, düşüncenin ve kanaatlerin biçimlenmesi de dikotomiler üzerinden yani hayatı birbirini dışlayan iki karşıt uca indirgeme üzerinden yürür. Çok kabalaştırarak söylersek, meseleler ak ve kara, insanlar melekler ve şeytanlar, dostlar ve düşmanlar olarak görülür. Tıpkı eski Türk filmlerinde olduğu gibi.

Bizim kuşak iyi bilir. Pek hoşlanılarak anlatılan bir anekdot vardır. Ekim devrimi günlerinde Kışlık Saray önünde nöbet tutan bolşevik bir ere “entel” (dikkat, entelektüel değil) bir Troçkist yaklaşır ve günün sıcak tartışma konuları üzerinde ders vermeye “kalkışır”. Cahil ama inançlı Bolşevik er, Troçkiste hep aynı yanıtı verir: “Ben bu dediklerinden anlamam. Bir burjuvazi vardır, bir de proletarya. Proletaryanın zaferi için burjuvazinin yenilmesi gerekir”.

Bu anekdotta vurgulanan şey esas olarak bilginin küçümsenmesi, inancın yüceltilmesidir. Troçkistin anlattıkları, karışık argümanlar, soyutlama ve kavramsallaştırmalarla alay edilmekte, onların karşısına saf, net, berrak, hiçbir bulanıklık içermeyen bir inanç olumlanmaktadır. İnanç, yalın bir karşıtlık, proletarya ile burjuvazinin uzlaşmaz karşıtlığına olan inançtır. Mesaj da açıktır: Ekim devrimi bir takım soyutlamalar, akıl yürütmeler, sonuç çıkarmalar gibi teorinin engin denizi değil, işçilerin kafasındaki bu “netlik” ve yüreğindeki tartışmayı gereksiz kılan inanç sayesinde başarıya ulaşmıştır.

Zaten hep öyle olmamış mıdır, burjuvazi/proletarya örneğindeki gibi basite indirgenmiş ak/kara, melek/şeytan formatının dışında kalanlar, “ne öyle, ne de böyle” diyenler, “acaba mı?” diyenler daha baştan kaybederler. Öylelerine ilişkin aşağılayıcı tanımlar saymakla bitmez: Orta yolcu, omurgasız, oportünist, dansöz, kıvırtan, en hafifinden kararsız, kafası karışık. Çünkü iki karşıt kutbun varlığı ve bundan türetilen “gerçek”lerin yanında geri kalan her şey teferruattır, kafa karıştırmadan öteye gitmez

Oysa, en övgüye değer olanlar “kafası net” olanlardır. “Kararlı” olan, “safını belirleyen”, “sonuna kadar giden”den iyisi yoktur. Bu sizin için de iyidir. Hem aidiyet duygusunun sıcak kucağında kendinizi güvende hisseder, hem de her şeyi verili modele oturtabildiğinizden fazla soru sorup bu sorulara cevap arama zahmetine katlanmayacağınız için kafanız da, vicdanınız da rahat olur. Kısacası fazla düşünmeniz gerekmez.

Genelleme yapmayalım. Tabii ki muhalefet cephesinde dergilerde, kitaplarda hayatın karmaşıklığına nüfuz etmeye çalışan, çok-katmanlılığı ve çok-boyutluluğu analiz eden, etmeye çalışan çok sayıda çalışma yayınlansa da, genel sol muhalif kitlenin duygularını biçimlendiren, tepkilerine itici güç oluşturan, bu bilindiği için de kampanyaların sloganlarına damgasını vuran, dikotomilerdir. Bu, egemenler için de, egemenlerle mücadele edenler için de, stadyumlarda da aynı şekilde geçerlidir: Kahrolsun-yaşasın, kahraman-hain, dost-düşman dikotomileridir kitleyi harekete geçiren. Dünyanın ve insanın yaşamakta olduğu tüm karmaşıklığı dokunulmaz ve sorgulanmaz dikotomilere indirgenerek hakikate yakınlaşma yolculuğunun önündeki tüm engebeler dümdüz edilir, detaylar kalın fırça darbeleriyle silikleştirilir, inançlar pekiştirilir.

Burada “sol” açısından ciddi bir paradoks vardır, çünkü inanç kültürü esas olarak metafizik bir yaşantıyı beraberinde getirir – ki bu da doğası gereği eleştirel düşünceye kapalı bir iklime yol açar. Çünkü burada manevi alanın egemenliği, yani, bilgi değil duygu/inanç; objektif bakış yerine dostluklar; her türden kurumlarda iç hukuku temellendirmesi gereken normlar, kurallar, ilkeler yerine dostluklar, yakınlıklar-uzaklıklar ve güven ilişkileri; bir gerçekliğe ya da duruma mesafeli duruş yerine duygusal sahiplenmeler, yaptığı işle özdeşleşmeler ve bu yüzden yaptığı işe yönelik bir eleştiriyi öz benliğine saldırı olarak algılamalar hüküm sürer. Bu genel iklimin dışındaki bireysel arayışlar, çalışmalar, entelektüel faaliyetler, bazı istisnai çevreler ve yapılanmalar elbette bunun dışındadır ama bunlar, genel durumu değiştirecek güce sahip değildir.

Hesap sorma/hesap verme kâbusu

Bir kurumda normlara dayalı, herkes için eşit kurallar üzerine temellenmiş bir iç işleyiş talebi, kurumun bazen resmi yöneticilerine, bazen de gayrı-resmi ruhani önderlerine güvensizlik olarak algılanır. Defterlerin düzgün tutulması, belki soyut bir ilke olarak kabul görmüştür ama bu kabulün günlük yaşamda hayata geçirilmesini teminen bir işlemin kaydının sorulması korkunç bir güvensizlik olarak algılanır. Bu o kadar güçlü bir kolektif ruh halidir ki, saymana en yakınındakiler dışında bir kişinin hesap defterlerini sorması açık, yıkıcı bir muhalefet cephesinde yer almak anlamına gelir, böyle bir şeyi sormamak en normalidir, sormak düşünülemez bile. Bu durumu eleştirmek ise, kurumda söz sahibi olanlara bir saldırı olarak görülür. Bu böyle bildiği için de soru sormaktan ve gelen cevabı eleştirmekten kaçınılır. Tabii buradan hareketle kurum içinde egemen bir ilişki biçimi oluşur. Yakınlık, sıcaklık, arkadaş olmak, özel yaşamda birlikte zaman geçirmek en az politik duruş kadar safları belirler, ya da politik duruşun şekillenmesinde oldukça etkilidir.

Burada maneviyatçı/metafizik yaşama biçimi ve kurumsallaşma yerine kişiselleştirme kültürünün bir göstergesi olarak “hesap sorma/verme” sözünün yüklendiği anlam üzerinde biraz durmak gerekiyor. “Hesap sorma”da, “hesap verme” de Türkçede olumsuz anlam yüküne sahiptir. “Sen bana hesap mı soruyorsun?”dan tutun da, “hesabını vereceksin”e kadar türlü ifade biçimlerini hatırlayalım. Oysa hesap verebilirlik, uluslararası dilde “accountability”, şeffaflığın temel ilkelerinden biridir ve olumsuz değil, olumlu anlamı vardır. Hesap verebilirlik ayrıca demokrasinin varlığına işaret eder. Yani seçilmişlerin seçenlere karşı yükümlülüğünü ifade eder. Yönetenin aynı zamanda yönettiği kişiler tarafından denetlendiğini gösterir. Ve bu, tüm kişiselleştirilmiş, duygusallıklarla sarmalanmış ilişkiler yerine ilkelere, normlara, kurallara dayalı bir ilişki biçiminin temel unsurlarından biridir.

Böyle bir yönetim anlayışı aynı zamanda düşüncenin serbestçe ifadesinin güvencelerinden de biridir. Bu olmadığı zaman açıklık da kendine varlık alanı bulamaz, düşünce baskılanır, özel alanlarda, teke tek konuşmalar aracılığıyla ikna çabaları, açıklığın yerini alır. Kurumlarda/partilerde/çevrelerde bir toplantıda meseleyi açıkça koymak yerine, ikili, üçlü “görüşme”ler tercih edilir. Sonuçta işlerliği belirleyen, kapı arkası ilişkiler olur.

Yıpratma suçlaması

Tıpkı devlet otoritesinin egemenleri gibi, muhalif örgütler ve çevrelerin egemenlerinin de eleştiriye karşı en sık başvurdukları ve en etkili silah, “yıpratma” suçlamasıdır. Bu suçlamanın içi devlet tarafından “bölücülük” argümanıyla, muhalif kurum tarafından da “mücadeleyi/örgütü/kurumu zayıflatma” kavramıyla doldurulur. Üstelik özellikle Türkiye koşullarında yoğun baskı ve saldırı altında olunduğu gerçeği de sonuna kadar kullanılır, “yapılacak onca önemli iş varken”, “bu kadar ağır saldırı altındayken” argümanıyla süslenir. Yıpratma argümanı çok ikna edicidir, çok taraftar toplayıcıdır, karşı çıkılması zordur, çünkü “yıpratma” niyetten bağımsız objektif bir durum olarak sunulur. Siz ne kadar amacım yıpratmak değil, eleştirmek, yanlışlardan arınmak, daha iyiye doğru gelişmek diye yaptığınızı savunmaya çalışırsanız çalışın, cevap olarak cehennemin taşlarının iyi niyetle döşenmiş olduğu anlatılır ve yaptığınızın objektif olarak partinin/kurumun/örgütün/çevrenin/mücadelenin yıpranması sonucunu doğuracağı anlatılır. Çoğunluk da buna inanır. Orada artık amaç, neyi neden yaptığın pusulasından şaşmamak değil, nesnesinden bağımsızlaşmış “mücadele”nin selametidir.

Örnek verelim: Vaka, İnsan Hakları Derneği’nin şubelerinden birinde, geçmiş yıllarda yaşanmıştır. Çalışma koşulları ağırdır. İnsan hakları savunucuları yalnızdırlar. Sadece devlet gözünde değil, uğruna emek verdikleri insanlar, yani genel kamuoyu gözünde de “şüpheli”dirler. Muhalifler genellikle siyasi oluşumlarda etkinlik göstermektedirler. Buna ek olarak insan hakları alanında yaşanan kopmalar nedeniyle de insan hakları aktivisti neredeyse yok gibidir. Çoğu kez Yönetim Kurulu üyeleri hem yöneticidirler, hem aktivist, hem de fiilen dernek çalışanıdır. Yani koşullar öyle ağırdır ki, sağlıklı bir kurumsal işleyişin gerektirdiği – kayıt tutmak, yazılı rapor hazırlamak, dosyaya koymak gibi – birçok norm bürokratik ayrıntılar olarak görünür ve mücadelenin gerekleri yanında ikinci plana düşer. Dernek çalışanları maaş alamamaktadır. Bazen maaş alamama aylar sürer. Yönetim Kurulu toplantılarında çalışanların eve dönüş paraları toplanır sık sık.

Bu koşullarda bir Denetleme Kurulu üyesi Yönetim Kurulu’nun, ilişkileri ve gönül bağları daha eskilere dayanan birkaç üyesinin yakın bir geçmişte akçeli konularda Yönetim Kurulu’nun diğer üyelerinden gizli bir karar aldıklarını, kararı uygulamaya koyduklarını, kararın kayıtlara geçmesi şöyle dursun, diğer YK üyelerinden bile gizlendiğini öğrenir. Gizlenmesinin nedeni, söz konusu kararın ve yapılan işin, açık olarak alınamayacak bir karar, yapılamayacak bir iş olmasıdır. Çünkü yapılan her anlamda normlara aykırı bir tasarruftur.

Durum açığa çıkmıştır. Denetleme Kurulu üyesiyle birlikte iki YK üyesi durumun kabul edilemez olduğunu belirtirler ve söz konusu üyelerin istifa etmesini, en kısa zamanda olağanüstü genel kurula gidilmesini, akçeli konunun muhatabı olan YK üyesi ve dernek çalışanının da dernekten ayrılmasını talep ederler. Bu YK üyeleri ile diğerleri arasında politik ya da insan hakları normları açısından hiçbir görüş ayrılığı yoktur ve o zamana kadar hiçbir gerilim yaşanmamıştır. Talepler geri çevrilir. Zaman geçer ve hiçbir adım atılmaz.

Talepte bulunan üç YK üyesi önceden de bildirdikleri gibi, hiçbir adım atılmaması üzerine konuyu genel üye toplantısında gündeme getirirler. Üye toplantısında, normal olarak derneğe aylarca uğramayan çok sayıda yandaş getirilmiştir. Denetleme Kurulu üyesi ve iki YK üyesi derneği ve derneğe çok emek vermiş yöneticileri yıpratmakla suçlanırlar. Bu üç üye, normların kurumsallaşmanın gereği olduğu, normlara sıkı sıkıya bağlılığın derneği yıpratmak değil güçlendireceğini, şeffaflık ve açıklığın vazgeçilmez çalışma ilkeleri olması gerektiğini, bunların olmamasının derneğe çok kan kaybettirdiğini, kimseyi kişi olarak hedef almak istemediklerini, tersine istifasını istedikleri kişilerin özveri ve emeklerine saygı duyduklarını, değer verdiklerini, meselenin kişiler değil, normlar olduğunu anlatırlar.

Cevap hep aynıdır: Derneğin yoğun saldırı altında olduğu bir ortamda açılan bu muhalefet bayrağı derneğin düşmanlarının işine yaramaktadır. Sonuçta karşılarında ezici çoğunluğu bulan bir Denetleme Kurulu ve iki YK üyesi istifa ettiklerini, dernekte aktif çalışmaktan da çekildiklerini açıklarlar. Onların savundukları normları destekleyen çalışanlar için de çalışılamaz bir ortam yaratılır ve istifaları sağlanır.

Olağanüstü Genel Kurul yapılır, şeffaf olmamak ve YK içinde YK olmakla eleştirilen kişiler göreve devam ederler. Ve bu kez akçeli konularda yaşanan normsuzluk ve kural dışılık bir kez daha, hem de bu kez daha büyük boyutlarda yaşanır. Dernek yeniden kan kaybeder.

Bu örnekte yaşanan eleştiriye tahammülsüzlük, eleştiriyi saldırı olarak alma ve bunun yarattığı baskılayıcı ortam, sadece düşünceyi ifade etme özgürlüğünü sınırlamakla kalmaz, çarkları paslandırır, giderek işlemez kılar, yapının amacına uygun çalışmasını da engeller.

Yine bu örnekte yaratılan psikolojik atmosfer de kısaca analiz edilmeye değer.İnanç kültürü/metafizik yaşam biçiminin hemen hemen bütün öğeleri vardır burada:
Eleştiri yöneltilen YK üyeleri arasında geçmişe dayalı güçlü gönül bağları vardır. Türkiye’nin koşulları gereği ortak tehlikelere göğüs gerilmiş, ölüm tehditleri alınmıştır. İnsanlar birbirleriyle dayanışarak, en zor zamanda bir diğerinin yardımına koşarak, hatta “hayatını kurtararak” ayakta kalabilmişlerdir. Sonuçta her şeyin üstünde bir karşılıklı borçluluk duygusu gelişmiştir.

İnanç kültürü/mezafizik yaşam biçimi gereği bu vefa ve sadakat o kadar güçlüdür ki, uğruna normlar çiğnenebilir. Normun çiğnenmesi pahasına yapılması gereken işi öneren kişiye, mesela, “Senin için canımı veririm, ama bu yaptığın/yapmamı istediğin/desteğimi talep ettiğin iş yanlış, bu noktada seni destekleyemem” diyebilecek bir objektiflik, ilkelilik ve hakkaniyet, yaratılmış olan bu uhrevi dünyada vefasızlık ve sadakatsizlik olarak algılanacaktır.

Takım tutar gibi taraf tutmak

İnanç kültürünün öğelerinden birisi takım tutar gibi taraf tutmaktır. Muhalif çevrelerde camialar vardır, tabii camiaların da her koşulda referans olarak aldıkları kişi ya da çevreler. İnanılan, güvenilen, beğenilen bir kişi ya da çevreyi her koşulda doğru ve haklı bulmak, bir tartışma durumunda sorgusuz sualsiz onun yanında yer almak, hatta onun istemediği kadar sadık ve katıksız bir yandaş olmak durumuna sık rastlanır. Bu yüzden tartışma konularına göre hızla saflaşmalar oluşur, düşmanlar yaratılır, bu arada objektiflik, duyguya değil akla dayanmak, hakkaniyet gibi ayrıntılar kolayca güme gider.

Bir örnek: Ağustos 2005. İHD İstanbul Şubesi, Kınalıada’nın gayrımüslim sakinlerinin taciz edilmekte olduğunu, hafta sonu tatili bahanesiyle gelenlerin gayrımüslim evlerinin balkonlarını izinsiz kullandıklarını, sözlü taciz ettiklerini, evlere kendilerini davet ettirerek İslamiyet anlatıldığı ve Kuran dağıtılmak istendiğini, kilise bahçesinde ayin çıkışı Hristiyanlığı yeren bildiriler dağıtıldığını, bazı gayrımüslim işyeri sahiplerinin rahatsız edildiği duyumunu alır. Duyum güvenilir bir yerden gelmiştir. Bu konuda bir basın açıklaması yapılarak yetkililer göreve davet edilir.

Basın açıklaması, Agos gazetesinin aynı fikirde olmadığı bilgisine sahip olunmadan hazırlanmış ve yayınlanmıştır. Kısaca İHD yöneticileri bilmeden Ermeni toplumu içinde bu konuyu kamuoyuna yansıtma/yansıtmama ekseninde bir fikir ayrılığının ortasına düşmüşlerdir. Agos gazetesi manşetten İHD’nin “bir bardak suda fırtına kopardığı” haberini verir. Aynı sayıda Hrant Dink’in köşesiyle birlikte Agos başyazısında da aynı çizgide yazılar yayınlanır. İHD’nin hiçbir basın açıklamasına yer vermeyen, yalnızca dernek hakkında olumsuz haberleri yayınlayan ana akım medya hemen konuyu ele alır. İHD’nin basın açıklamasının “balon” çıktığı manşeti atılır. Adalar kaymakamlığında “azınlık” temsilcileriyle toplantılar yapılıp onların ağzından “taciz” olmadığı beyanları alınır. Bunlar gazetelere geçer.

İHD İstanbul Şubesi kendi kaynaklarına tekrar başvurduğunda, tanıkların olduğunu ama tanıklık etmek istemedikleri yanıtını alır. Dolayısıyla kendilerine ulaşan duyumların doğru olduğunu kanıtlayamaz. Ancak Agos’u yalanlamaktan ve konuyu tartışmaktan kaçınır.

O sırada 30 Ağustos 2005 tarihinde Ermeni Patrikhanesi’nin taciz olaylarının doğru olduğunu, Kilise bahçesinde ayinden çıkan topluluğa Hırıstiyanlığı kötüleyen bildiriler dağıtıldığını açıklar. İHD’nin iddialarının “balon çıktığını” ilan eden gazeteler elbette Patrikhane’nin basın açıklamasını yayınlamayacaklardır. Patrikhane’nin sesi kamuoyunda duyulmaz.

Bu sırada Bağımsız İletişim Ağı Bianet, Hrant Dink’in gerek Agos’ta, gerekse Birgün gazetesinde yayınlanmış olan İHD’yi yalanlayan yazısına yer vermiştir. Ancak büyük medya gibi o da Patrihane’nin basın açıklamasını yayınlamamıştır. Gündem Gazetesi yazarı Ayşe Günaysu, Gündem’de yayınlanan ve Patrikhane’nin basın açıklamasına yer veren yazısını yayınlanması ricasıyla Bianet yöneticilerinden Nadire Mater’e gönderir. İHD duyumunun doğruluğunu kendi kaynaklarından kanıtlayamamıştır, ne var ki Patrikhane bu duyumu doğrulamış, ancak onun da sesi kamuoyuna ulaşmamıştır. Ana akım medyanın yer vermediği Patrikhane basın açıklaması Bianet’te Ayşe Günaysu’nun yazısı ile yer alabilecektir.

Nadire Mater’den cevaben, Ayşe Günaysu’nun öncelikli görevinin, İHD İstanbul Şubesi yönetim kurulu üyesi olarak İHD’nin eleştirilere cevap vermesini sağlamak olduğunu hatırlatan bir e-posta mesajı gelir. Kısacası, İHD Agos’un, Hürriyet ile Milliyet’in (tacizin söz konusu olmadığı yolundaki) iddialarına cevap vermeden Ayşe Günaysu’nun yazısı yayınlanmayacaktır. Ve yazı yayınlanmaz.

Burada Türkiye’de bağımsız iletişimin çok az sayıda – hele o tarihte belki de tek – temsilcisi, muhaliflerin güven kaynağı, seslerini duyurabilecekleri en saygın mecra Bianet’in objektifliği, Agos ve Hrant Dink’e sadakate feda edilmiştir. Aslında mesele tam da buradadır. Çünkü Agos ve Hrant Dink’le tıpa tıp aynı düşünmeyene söz hakkı vermemek “sadakat” olarak algılanmaktadır. Agos’un ya da Hrant Dink’in böyle bir “sadakat”i talep edip etmediği de ayrı bir konudur. Objektifliğin Agos’un da, Hrant Dink’in de saygınlığı ve değerine halel getirmeyeceği, Agos’a da, Hrant Dink’e de gerek İHD’nin, gerekse diğer insan hakları savunucularının kuşku ve tartışma götürmez desteğinin ayrı bir yerde durduğu, tartışma özgürlüğünün ayrı bir yerde durduğu akla gelmemiştir. Tıpkı benim muhalefetin eleştirel düşünceye kapalılığına bir Bianet örneği vermemle, Bianet’e değer verdiğim, değerini teslim ettiğim, işlevini ve yaptıklarını desteklediğim gerçeğinin ayrı ayrı yerlerde durduğunun muhtemelen kimi arkadaşlar tarafından kavranamayacağı ve büyük bir ihtimalle Bianet’e saldırdığım, yıpratmak istediğim şeklinde anlaşılacağı gibi…

Takım tutar gibi taraf tutmanın yanı sıra, feodal değerler sistemini çağrıştıran bir diğer davranış kalıbı da, gözle görülmez, elle tutulmaz, ancak havada solunabilen bir hiyerarşinin varlığıdır. Bazı kişilerin sözünün ağırlığı diğerlerinden daha fazladır. Bu aslında anlaşılır bir şeydir ve evet, bu kişiler genellikle mücadeleye çok emek vermiş, bilgili ve deneyimli kişilerdir. Doğal olarak farklı bir saygı görürler. Ancak sorun, bu kişilerin varlığı kuşku götürmez değerleri, diğerlerinin mağduriyetine yol açtığı zaman ortaya çıkar. Sözü diğerlerinden daha ağır olan kişilere gösterilen sabır ve tolerans, sözü o kadar ağır olmayan kişilere gösterilmediği zaman, başkasına söylendiğinde sorun olmayacak bir ifade tarzı, onlara söylendiğinde bir hakaret, bir saldırı olarak algılandığı zaman, yani bu kişiler “eşitler arasında en eşit” muamelesi gördüğü zaman ifade özgürlüğü zedelenmiş olur. İşin ilginç yanı, bu tür bir dokunulmazlığa o kadar teşneyiz ki, söz konusu kişinin böyle bir beklentisi yoksa bile çevresindekiler bu hiyerarşi çarklarını kendiliğinden işletmektedirler.

Örneğin bu satırların yazarı, 2003 yılında Barış Girişimi e-posta grubunda Baskın Oran’a verdiği ve tümüyle konuyla ilgili bir düşünceyi içeren kısa bir cevap nedeniyle moderatör Aydın Engin tarafından habersiz, uyarısız e-posta grubundan çıkarılmıştır. Ayşe Günaysu, Aydın Engin’e mesajlarının gruba ulaşmadığını bildirmiş, teknik bir sorunun söz konusu olup olmadığını birkaç kez e-posta yoluyla sormuş, ancak cevap alamamıştır. Onun yerine otomatik elektronik bir mesajla gruptan adının silindiği bilgisi gelmiştir. Ne zaman ki Ayşe Günaysu tarafından durum çok sayıda grup üyesine tek tek mesajlarla bildirilmiş ve bazı üyeler buna karşı çıkmış, ancak o zaman Aydın Engin, Ayşe Günaysu’ya bir e-posta mesajıyla gruptan çıkarıldığını açıklamak durumunda kalmıştır. Gerekçe, “tartışmanın sona erdirilmesi rica edilmesine” rağmen Ayşe Günaysu’nun tartışmayı “sürdürmesi”dir. Oysa Ayşe Günaysu Kürt sorunu ile ilgili süregelen tartışma, 1915’e uzanınca ilk kez söz alıyordur. En fazla 3 cümle olan e-posta mesajında yazdığı şey de, hepimizin varlığını etnik temizliğe borçlu olan bir ülkenin barış girişimcileri olduğumuz değerlendirmesidir.

Lanetlenme korkusu

Çözülmesi güç, dayanıklılığı yüksek bir kitle oluşturmanın gereklerinden biri de, daha önce değinildi ama yine yeri geldi, anlaşılması ve akılda kalması kolay şablonlara dayalı formülasyonlar üretmek ve bunların dışına çıkanın kendini “aykırı” konumda bulmasını sağlamaktır.

Tıpkı Kışlık Saray önünde Troçkist ile, ona ağzının payını veren Bolşevik er arasında geçen konuşma gibi gelişir akıl yürütmeler. Dünyada olup bitenleri anlayabilmek için de hiç karmaşıklıklara dalmamak gerek. Mesele basittir. Dost da, düşman da bellidir. Mesela düşman emperyalistlerdir, dost ise ezilen halklar. “Kahrolsun emperyalizm, yaşasın ezilen halklar” mottosunda ifadesini bulan, bu dokunulmasına bile izin vermeyen önkabul bütün tartışmaları, sorgulamaları gereksiz kılar. Bu yüzden “ezilen halklar” birbirlerini en vahşi şekillerde öldürseler de, bunu yaratan tarihsel, politik, ekonomik, sosyolojik, kültürel faktörlere eğilmek ve buna (yani coğrafi ve kültürel olarak kendi içimizdeki “düşman”a) karşı mücadele etmek yerine hazır, rahatlatıcı, kısa ve öz, itiraz kabul etmeyen, soru soranın ağzını kapatmaya yeterli tek bir cümle yeterlidir: Emperyalistlerdir halkları birbirine düşüren. “Ama…” dendiği anda “Ne yani düşürmüyor mu?” “Ne yani emperyalizm dostluk mu üretiyor?” gibi yanıtların geleceği gizlidir bu tek cümlede. Egemenlerin polisi, hapishanesi, kanunları vardır ama, muhalefetin güçlü sözcülerinin de, insanın tepesine inmeye hazır “neo-con ağzıyla konuşma” gibilerinden bir suçlama sopası vardır.

Nitekim, Irak’ta 14 Ağustos 2007’de 500’e yakın Ezidi’nin bir anda hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan katliama karşı çıkan seslerin “Irak’ta Amerikan işgali”ne karşı kampanyalar arasında duyulamamasına dikkat çektiğiniz anda “Emperyalizmin uşağı” olmanız işten bile değildir.

Sosyalistler olarak yanı başımızdaki “kötü”lükle, kendimizi kategorik olarak ayırdığımız ve karşıtına koyduğumuz, oysa tarihsel, coğrafi ve kültürel olarak, vergi verip yasalarına uyduğumuz için de fiilen parçası olduğumuz, yani “bizim” olan olumsuzluklarımızla mücadele, deniş aşırı ve bizim dışımızdaki düşman olan emperyalizmin başının ezileceği o belirsiz güne ertelenir, böylece “ezilen halkların” kendi içimizde adaletsizlik üreten (ekonomik temelli güç ilişkilerinden başlayarak her türden ayrımcılık, ırkçılık gibi kültürel üst yapı mekanizmalarına kadar uzanan geniş bir yelpaze) sistemleri, mekanizmaları mücadele edilecek, karşımıza alınacak şeyler olmaktan çıkar.

Emperyalizm, uzakta, uzakta olduğu için bulunulan an ve mekândan bağımsızlaşarak oldukça soyut, düşüncede var olan bir varlığa dönüşen ve de uzaklık, büyüklük, oransız güç eşitsizliği gibi nedenlerle somut mücadele biçimlerine imkan da tanımayan bir düşmandır. Hemen bir parantez: Emperyalizme karşı görünüşte somut mücadele biçimleri yürütülmektedir. Mesela Coca Cola boykotları, özelleştirmelere karşı protesto eylemleri/etkinlikleri. Ancak bunlar emperyalizmin gücünü zayıflatmaktan masallar kadar uzaktır ve yalnızca emperyalizmle mücadele illüzyonu yaratarak iç rahatlatır. Dahası kitlelerce iyice özümsenmiş ve içselleştirilmiş egemen milliyetçiliğin değirmenine su taşır. Tabii bu arada samimiyetle milliyetçiliğe karşı olanlar, özelleştirilen işletmelerin ne kadar halkın malı olduğu, mülk sahibi devletin ne kadar halkın devleti olduğu gibi çok basit soruları soramayacak hale getirilmiştir.

Onun yerine emperyalizme karşı en etkili, en coşturucu sözün krallığı başlar. Bu dış düşmanla takdire şayan bir mücadele için söylemde kararlılık yeter zaten. Söz en önemli mücadele aracı, en etkili silah olur. Söylenen, pankarta yazılan ve meydanlarda slogan olarak atılan, dergi sayfalarını dolduran, geçmişin ve uzak coğrafyaların destansı örnekleriyle ruh katılan söz. Hamaset – o egemenlerin de en sevdikleri araç.

Böylece uzaktaki düşmanla mücadele başarıyla verilmektedir. Bu konuda eleştirel düşünceye kapalılık, bu minvalde eleştiri dile getirenleri düşmanlaştırmak ve dışarıda bırakmak düşünce özgürlüğünün gerçekte ne kadar yanında olduğunun turnusol kağıtlarından biridir.

Ve görüş ayrılıkları durumunda, gelir karşımıza çok etkili bir silah: “Emperyalizmle işbirliği”. Gazetelere, Ufuk Uras’ın milletvekili seçildiği 22 Temmuz 2007 seçimleri ertesinde, 7 Ekim 2007’de toplanan ÖDP’nin 4. Olağanüstü kongresinde Ufuk Uras DTP ile işbirliği içinde olmakla suçlandığında salondan yükselen “kahrolsun ABD emperyalizminin uşakları” sloganları bunun en yakın örneklerinden biri. Çünkü mesele bu kadar basittir: ABD emperyalisttir. Kuzey Irak’ta Kürtler kendi özerk yapılanmalarını ABD müdahalesinin Saddam rejimini devirmesi ile birlikte kurabilmişlerdir, o halde Kürtler ABD emperyalizminin işbirlikçileridir. DTP de onların uzantısıdır, Ufuk Uras DTP ile ortak aday olarak ortaya çıktığına göre o da “emperyalizmin uşağı”dır. Egemenlerin kitlelere egemen olmada kullandıkları akıl yürütme biçiminden, mesela, Kürt sorununda farklı bir ses çıkaranın “bölücü” olarak lanetlenmesinden farkı olmayan bir düşünce üretme sistematiğidir işlerlikte olan.

Farklı sesin yalnızlaştırılması

Devletlerin düşünceyi baskı altına alma araçları çok daha somuttur. Yasalar, mahkemeler, kolluk güçleri, para-militer güçler ve benzeri maddi/fiziksel baskı araçlarıdır bunlar. Muhalif çevrelerde ise baskının yazılı olmayan, hayatın ve insanların içine sinmiş duygusal/düşünsel mekanizmaları vardır. Bu mekanizmalar, muhalif cephe içindeki aykırı/farklı düşünenleri yalnızlaştırmak, görüş farklılığının açığa çıkması durumunda dışlanma olasılığı üzerinden kişilerin gözünü yıldırmak, yazısını yayınlamayarak sözünü başkalarına ulaştırma kanallarından mahrum bırakmak gibi çeşitli şekillerde işler.

Sol muhalefette eleştirel düşünceye kapalı olunmasının bir diğer tezahürü de sosyalizm anlayışından kaynaklanır. Uzun yıllar, sosyalizmin bütün diğer mücadele alanlarını kapsadığı varsayılmıştır. Yani ırkçılık da, milliyetçilik de, kadın sorunu da, çocuk hakları sorunu da, çevre sorunları da, her şey sosyalizmle çözüme kavuşacağı için bu alanlarda ayrı bir mücadeleye gerek yoktur. Son on yılda bu konuda oldukça mesafe kat edilmiş olsa da, açıkça ifade edilmeyen bir “sosyalist saflık/temizlik” inancı hâlâ içlerde taşınır.

Yani sosyalist olmak, ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi olmamanın yeterli garantisi olarak algılanır. Bu yüzden karşınıza almak istemediğiniz “sosyalist” bir kişiye ırkçı önyargıları yetersiz sorgulama, milliyetçilik ya da cinsiyetçilik açısından sorunlu bir duruş eleştirisi getirmek istediğinizde, önce çok tereddüt edersiniz. Çünkü bilirsiniz, böylesi bir durumda büyük bir isyan ve saldırıya uğramışlık duygusundan kaynaklanan güçlü bir karşı-saldırıya uğramanız kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden bu konuda konuşurken yazarken iki kez düşünmek, söyleyeceklerinizi yumuşatmak, mazur göstermek, söze övgüyle başlamak zorunda hissedersiniz kendinizi. Üstelik bu karşı-saldırıda birçok kişinin birleştiğini ve size karşı ortak tavır aldığını, yazılarınızın sansürlendiğini, yayınlanmadığını, kampanyalara davet edilmediğinizi, dışlandığınızı görürsünüz. Sonuçta bunlara tanık olmuş birçok kişi açısından açık bir tartışma ortamı daha oluşmadan ortadan kaldırılmış olur.

Bunu sağlayan çıkarsama mekanizmalarından birisi de söylenen şeyin uçlaştırılmasıdır. Mesela, ırkçılığın bol olduğu, ırkçılıkla mücadelenin de yok denecek kadar az olduğu bir ülkede birisine, onun ırkçılığa karşı olduğunu bildiğinizi ama belirli bir tasarrufunun ırkçılığa karşı mücadeleyi zayıflattığını ve ırkçı ortamın işine yarayacağını söyleyerek eleştirdiğinizde bütün bir kamp aynı anda ayağa kalkar: Onu nasıl, ama nasıl ırkçılıkla suçlarsın? Irkçılıkla suçlamadığınızı ama mevcut koşullarda yaptığının yanlış olduğunu söylemeye boşuna çalışırsınız, sesiniz sizi lanetleyenlerin haykırışları arasında boğulur.
Bir örnek verelim: Yıl 1995. İHD İstanbul Şubesi’nde sonradan adını Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon olarak değiştirecek olan Azınlık Hakları İzleme Komisyonu’nun kurucularından ya da ilk üyelerinden Yelda, o sırada ÖDP çevresinin yayınlamakta olduğu Söz dergisinde Azalırken başlıklı bir sayfa hazırlamaktadır. O günlerde “azınlık” hakları genel kamuoyunun da, Sol kamuoyunun da henüz gündemine girmemiştir. Bugünün başarılı sivil girişimlerinden ne Genç Siviller vardır ortada, ne de Irkçılığa Dur De gibi çevreler. AB İlerleme Raporları dönemine daha girilmemiş, “azınlıklar” AB’den proje almak için henüz cazip bir konu haline gelmemiş, Agos henüz yayına başlamamıştır. Böyle bir dönemde genel Sol kitle ilk kez Yelda’nın yazılarında Keldanileri, Yezidileri, Ermeni mitolojisini, Sol içinde antisemitizmin çeşitli tezahürlerini, azınlık gazetelerinin tarihçesini/bugününü okuyordu. Arkadaşıma Dokunma, Cumartesi oturmaları yıllarıydı ve Kürtlerle dayanışma artık Sol kültüre (en azından bir kısmına) dâhildi ama daha Emanet Çeyiz’in yayınlanmasına yıllar vardı ve Rumların yurtlarından kovulmasının acı dolu öyküsü henüz Sol’un bilgi dağarcığına hiç girmemişti (bugün de ne kadar girdiği meçhul).
Ama beklenmeyen bir şey oldu. Yelda’nın bu yazılarından derlediği ilk kitabı Belge Yayınları’nın yayınladığı “İstanbul’da Diyarbakır’da Azalırken” haftalarca en çok okunan 10 kitap arasında yer aldı. Diyarbakır’da ise en çok satılan kitap oldu. 3 ay bitmeden de kitap tükendi ve ikinci baskısı yapıldı.
Yelda, aynı zamanda Türkiye’de sol süreli yayınlarda bir “ilk” olan Birikim’in Mart-Nisan 1995 tarihli “Etnik Kimlik ve Azınlıklar” özel sayısını hazırlayan kişidir. Dergiye böyle bir dosya hazırlamayı o önermiş, kabul görünce yazarlarla iletişime geçmiş, dosyanın amacını anlatmış, yazıların peşinde koşmuş ve dergide “derleyen” ya da “hazırlayan” şeklinde adı verilmemiş olsa da, sunuş yazısını da yazarak özel sayıyı tamamına erdirmiştir. Bu sayının özelliği Kimlik konusunda yazıları görünmeye başlanan Türk aydınlar dışında, Gürcüler hakkında bir Gürcü’nün, Lazlar hakkında bir Laz’ın, Hemşinliler hakkında bir Hemşinli’nin yazısını okuma fırsatını tanımasıdır. Yahudiler, Sabetaycılar, Ermeniler, Süryaniler de kendilerinden biri tarafından anlatılmaktadır. Hrant Dink’in bir Türk Sol yayınında ilk yazısı bu özel sayıda yayınlanmıştır. Bugün yabancı dildeki kitapları dışında 12 Türkçe kitabı yayınlanmış olan, sonraki yıllarda Birikim’in neredeyse düzenli yazarlarından biri olan Rıfat Bali’nin Birikim’deki ilk yazısı da bu özel sayıda yer almıştır. Özel Sayı, son derece kapsamlı ve yüksek nitelikli içeriğiyle kütüphanelerin başucu kaynaklarından biri haline gelmiştir. Stella Ovadia’nın yazısının “Yahudi olduğumu ne unutmaya, ne de hatırlatmaya hakkın var” başlığı sonradan yalnızca antisemitizm değil genel olarak ırkçılık ve ayrımcılık konusunda da insanların eline verilmiş bir pusula, bir özlü söz haline gelmiştir.
Öte yandan, kuramsal/entelektüel düzeyde çok sınırlı da olsa ele alınmaya başlanan gayrımüslimlere karşı ayrımcılık konuları ilk kez insan hakları mücadelesi pratiğine İHD İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyonu ile girmiş, Yelda “azınlık” hakları ve Ermeni soykırımını TV’deki panellere, toplantılara taşıyarak daha da göze görünür olmuştur. Ama aynı zamanda Yelda Türk Solu’na ve Türkiye’deki kadın hareketine de eleştiriler yöneltmekte ve hızla yalnızlaşmaktadır. Irkçı ve antisemitik önyargılara karşı teyakkuzda olmadığımız sürece hepimizin bunlara açık olduğumuzu yazması, somut örneklerini vermesi ve bunu üstü kapalı bir üslupla değil açıkça yapması bir kısım Sosyalist ve feminist tarafından kendilerine karşı düşmanca bir saldırı olarak algılanır. İnsan hakları mücadelesinin ve kadın hareketinin İstanbul’daki en tanınan kişilerinden biri olan Yelda, dışlanır. Öyle ki, iş bulması bile imkansızlaşır. Sosyalist dostlar onun antisemitizme karşı duyarlılık çağrılarına, “ne yani şimdi biz işveren Ishak Alaton’ların yanında mı yer alacağız?” diye çıkışırken, insan hakları mücadelesindeki çalışma arkadaşları onu “her sözü ilgili ilgisiz Ermenilere getirdiği” gerekçesiyle yarı kaçık muamelesi yaparlar. Oysa “ilgili ilgisiz” denilen, Türkiye’de “gözaltında kayıplar”ın tarihinin Ermeni soykırımına kadar uzandığından bahsetmesidir.

Bu arada birçok feminist dostu tarafından, ırkçılık ve antisemitizm konularına odaklanarak feminist kimliğinden uzaklaştığı eleştirisiyle karşı karşıya kalır. Çoğu kişi için sosyalist olmak feministliğe halel getirmez ama bu yeni, yepyeni alanda yoğunlaşmak feministliği pratikte terk etmek olarak görülür.
Dışlanma süreci giderek başka alanları da kapsar. PEN Almanya merkezinin Nürnberg’deki yıllık toplantılarına konuşmacı olarak katılma daveti alan Yelda, Nürnberg’in hatırlatmasıyla, Türkiye PEN’e üye olmak için 1998’de başvuruda bulunur. Koşullardan biri üye adayının iki kitabının yayınlanmış olmasıdır. Yelda’nın ikinci kitabı “Türk Aydınlarında Irkçılık” da yayınlanmış, yani bu önkoşul yerine getirilmiştir. Üçüncü kitabı “Hele Bir Gitsinler Diyalog Sonra”da anlattığı gibi PEN’de hoş karşılanmaz ve sonuçta üyelik başvurusu reddedilir. Gerekçe olarak “edebi alanda eser verme” şartının yerine gelmemiş olması gösterilir. Oysa PEN yönetim kurulunda çevirmen bile vardır.
Yelda yine 1998 yılının Nisan’ında Paris’teki bir toplantıda Ermeni Soykırımı konulu bir konuşma yapar. Burada Türkiye’nin bir özür borçlu olduğunu, tarihiyle yüzleşmesi gerektiğini anlatır. Döndüğünde Türkiye gazetesi Yelda’nın Ermenilere toprak verilmesi gerektiğini söylediğini yazar ve onu vatan haini ilan eder. Ermeni meselesiyle ilgili olarak Fatma Müge Göcek, Elif Şafak, Orhan Pamuk ve diğerlerinin ülkücü basında hedef gösterilmesinin kanıksanmış olduğu yıllar henüz gelmemiştir. İHD Genel Başkanı Akın Birdal’ın ülkücü yayın organlarında hedef gösterildikten sonra kurşun yağmuruna tutulup ölümden döndüğü günlerdir.
Yelda’nın can güvenliğini tehlikede hissetmesi için her türlü neden vardır. Mesela, fonde telsiz konuşmalarının olduğu sessiz telefonlar…
Hemen işin doğrusunu anlatan bir yazı kaleme alır. Türkiye’nin Ermenilere toprak vermesini talep etmediğini, geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini söylediğini açıklar ve Türkiye basınında bu açıklamasının kayda geçmesini ister. Bunun için yazısını, iki yıl boyunca gönüllü olarak her hafta en az bir tam sayfalık yazı hazırladığı Söz dergisine, yazılarının yayınlandığı, ayrıca Kimlik özel sayısını yine gönüllü olarak hazırladığı Birikim dergisine ve Radikal gazetesine gönderir. Hiçbiri bu yazıyı yayınlamaz. Ayrıca Basın Konseyi, Sınır Tanımayan Gazetecilerin İstanbul’daki temsilcisi, İHD, PEN, Türkiye Yazarlar Sendikası, Çağdaş Gazeteciler Derneği’ni durumdan haberdar eder. Ancak hiçbir yerden ses seda çıkmaz.
Bu süreç Yelda’nın Türkiye’yi terk etmesiyle son bulur. Farklı ses kısılmıştır. Dile getirdiği için Yelda’nın dışlanmasına yol açan şeyler 2000’li yıllarda yavaş yavaş dile gelmeye başlar. Ama Ermeni sorununun Sol’un nispeten daha yaygın bir şekilde gündemine girmesi için Hrant Dink’in öldürülmesi gerekecektir. Ermeni sorunuyla ilgili özel sayılar, paneller, birbirini izler. Ama bunları Sol kamuoyunda etkili bir şekilde ilk kez dile getiren Yelda artık Türkiye’ye girememektedir.

Eleştirinin bedeli

Bizim Sol çevrelerinde eleştiriyi hazmetmek çok ender rastlanan bir şeydir. Bu çok ender durumlardan da iki örnek verelim: Birgün gazetesi ve Radikal 2 yazarlarından Ahmet Çakmak (Prof. Dr.), kendisini eleştiren bir arkadaşının (bu satırların yazarının) yazısını yayınlanması için bizzat Radikal 2’ye iletir ve bu kişiye en azından yazısının yayınlanıp yayınlanmayacağı konusunda cevap verilmesini rica eder. Cevap verilir ve yazı yayınlanır.

İkinci olumlu örnek de kadın hareketinden. Amargi kadın kolektifi kurucularından Müjgan Arpat yine Amargi kurucularından, yakın arkadaşı Pınar Selek’in “türban” konusundaki bir çıkışını açık, kesin ve net bir dille eleştiren, ona karşı çıkan bir yazı yazar. Yazı Radikal gazetesinde yayınlanır. Yazıyı okuyan, birbirinden bağımsız çok sayıda kadın, “Müjgan Amargi’den ayrıldı mı?” diye sorar birbirlerine. Çünkü alenen karşı çıkıp yine aynı çevrede bulunabilmek hiç alışılmış bir şey değildir. Gerçekte ne Müjgan Arpat Amargi’den ayrılmıştır, ne de Pınar Selek’le dostluğu zedelenmiştir. Sadece farklı düşündüğünü açıklamıştır.

Bunlar az sayıdaki eleştirel düşünceye açıklığa iki örnek. Oysa çoğu Sosyalist için, tıpkı nüfusun geri kalan kesimi için olduğu gibi, öldürmeye teşebbüs gibi bir şeydir eleştirmek.

Buna da bir örnek verelim. Ayşe Günaysu, Ülkede Özgür Gündem gazetesinde Ekim 2006’da yeni çıkan Red Dergisi’nin, Sola ilişkin baştan beri yapageldiği eleştirilerine iyi bir örnek oluşturduğunu düşünür ve bu kez bunları daha somut olarak ortaya koyabilmesine olanak tanıyan Red örneği üzerinden anlatır.

Söylemeye gerek yok, kişisel saldırı değil, derginin sergilediği duruşa yönelik eleştirilerdir bunlar.

Red dergisi cevap olarak 2 yazı yayınlar. Hakan Gülseven imzalı ilk yazıda Ayşe Günaysu için “Ertuğrul Özkök’ün dişisi” ifadesinin kullanıldığı ara başlık benzeri cinsiyetçi söylemler de vardır. Esas olarak eleştiriye cevap değil, alaycı bir karşı saldırıdır bu yazı. Ancak Kerem Kabadayı imzalı ikincisinde başka bir yerden vurulur. Araştırılmış ve Ayşe Günaysu’nun bir uluslararası petrol şirketinde Kurumsal İletişim Müdürü olduğu ortaya çıkarılmıştır. (İşin aslı, Ayşe Günaysu aslında 15 yıl çevirmen olarak çalıştığı o şirketten emekli olmuş, sonradan sözleşmeli olarak evden çalışmak üzere çevirmenlik işine geri dönmüş, Dış İlişkiler Müdürlüğü pozisyonunun beklenmedik bir anda boşalması üzerine, emeklilik sonrasında bir süre çalıştığı halkla ilişkiler sektöründeki deneyimi nedeniyle 3 ay için – yeni atama yapılıncaya kadar geçici olarak – bu görevi üstlenmiştir.) Ortasında Ayşe Günaysu’nun fotoğrafının yer aldığı tam sayfalık yazının büyük bir bölümünde söz konusu petrol şirketinin geçmiş kirli çamaşırları sayılıp dökülür ve Ayşe Günaysu’nun bu görevi nedeniyle Türkiye’deki anti-emperyalist harekete saldırdığı anlatılır. Tabii bu arada Ayşe Günaysu’nun “İsrail terörünü açıkça desteklediği” yolunda yalanlar da söylenir. Nasıl olsa Red okuyucuları internetten söz konusu kişinin eski yazılarını arayıp bulacak, okuyacak, İsrail’in yayılmacı, şiddet temelli, insan hakları ihlallerini içeren devlet politikalarına karşı olmakla, İslami ve milliyetçi/ırkçı gericilikle birlikte İsrail üzerinden antisemitizm yapmanın ayrı şeyler olduğunu anlatmaya çalıştığını görecek değildir.

Ayşe Günaysu’nun kimliğini ifşa eden Kerem Kabadayı yazısı, Sol internet sitelerinde yayınlanır, tartışma forumlarında hakaretler yağdırılır. Ne var ki, Red dergisi sanki Türkiye’de düşünce özgürlüğü ve gerçek bir demokrasi varmış gibi muhatabının ipliğini pazara çıkarmaktadır ama muhatabı “PKK’nın gazetesinde” yazı yazmakta, Ermeni soykırımı için Ermenilerden özür dilemekte, barışçı çözüm için PKK’nin muhatap alınması gerektiği gibi linç gerekçesi düşünceler dile getirmektedir. Her ne kadar şirketi ona iş vermişse de, Türkiye toplumunun çoğunluğunun bir lokmada yutacağı bir kişidir yani.

Ayşe Günaysu’nun emperyalizme satılmışlığı üzerinden internette gelişen kampanya o kadar yaygınlaşmıştır ki, şirkette yönetici konumundaki bir kısım insan, onun yazılarından dosya yaparak, en üste de Ermenilerden özür dileyen yazısını koyarak Genel Müdür’ün kapısında biterler. “Bu kadınla daha ne kadar aynı çatı altında çalışacağız” diyerekten. Şirket, şirketin adını tartışmaya karıştırdığı ve şirket açısından potansiyel bir kriz durumunun ortaya çıkmasına neden olduğu için ondan savunma ister. Bu arada şirkette daha alt düzeydeki kafası beyaz bereli “hepimiz Ogün Samast”çı ülkücüler bu vatan hainine hakaretler yağdıran e-posta zincirleri oluştururlar ve şirket muhaberat zarfları içinde imzasız yazılar gelmeye başlar. Aynı anda sağ basın durumu haber almıştır, telefonlar gelmeye başlar: “PKK’nın gazetesinde yazdığınızı patronlarınız biliyor mu? Ne kadar zamandır yazıyorsunuz? Şirkette ne kadar zamandır çalışıyorsunuz? Öcalan’a siz de ‘sayın’ diyor musunuz?” şeklinde sorular sorulmaktadır. Şirketin bir yöneticisi konumunda göründüğü için Ayşe Günaysu bu sorulara tek tek cevap vermekle yükümlüdür. Cevap verir.

Sonuçta vatan haini işten atılmaz ama işini kaybetmeyi göze alacak koşullara sahip olmadığı için yazılarına son vermek zorunda kalır. Zaten Ülkede Özgür Gündem de üst üste kapatmalarla yayın hayatına son vermiştir. Sonuçta Ayşe Günaysu’nun sesi gayet etkili bir şekilde kısılmıştır. Devlet tarafından değil, internetteki forum sayfalarında ona “ya sev ya terk et” naraları atan ve tehditler savuran ülkücüler tarafından değil. Eleştirdiği sosyalistler tarafından. Bu furyaya, Ahmet Çakmak’ın Birgün gazetesindeki protestosu dışında camiadan herhangi bir karşı çıkış olmamıştır.

Aylar sonra, Küresel BAK’ın 1 Eylül Barış Günü’ndeki barış zincirine çağrısında Irak’tan, Filistin’den, dünyada savaş olan her yerden söz eden ama asker cenazelerinin gelmeye başladığı, gerilla cesetlerinin ailelere teslim edilmediği, teslim edilenlerin de ağızlarının, burunlarının kesilmiş olduğu günlerde, Türkiye’deki savaştan hiç söz edilmemesini kendi dar e-posta grubunda eleştiren Ayşe Günaysu’ya Küresel BAK’tan cevap gelir. Ayşe Günaysu’nun zaten çokuluslu petrol şirketinin hizmetinde, ipliği pazara çıkmış biri olduğu anlatılır. Söz konusu e-posta grubunda Küresel BAK camiasından hiç kimse politik bir eleştirinin bu şekilde kişiselleştirilmesine karşı çıkmamış, tersine destekleyenler olmuştur. Karşı çıkanlar olmuştur, ancak bunlar Küresel BAK dışındaki Ayşe Günaysu’nun uzun yıllar insan hakları alanında birlikte çalıştığı kişilerdir. Çünkü ne Küresel BAK Amargi’dir, ne de Küresel BAK içinden kendi dostlarını, mücadele arkadaşlarını eleştiren bir Müjgan Arpat çıkmıştır.

Burada önemli olan Küresel BAK’lılardan hiçbiri şu çok basit soruyu sormamıştır: Söz konusu eleştiri Ayşe Günaysu değil de, Fatma falanca tarafından dile getirilmiş olsaydı ve Fatma falanca bir petrol şirketinde değil de Sular İdaresi’nde çalışıyor olsaydı, ne olacaktı? Bu eleştiri nasıl bastırılacaktı? Bu ses nasıl kısılacaktı? Mecburen eleştiriye cevap vererek değil mi? Ayşe Günaysu’nun bir petrol şirketinde çalışıyor olması, söz konusu eleştirilere sarkastik sataşmalar dışında derinlikli, sahiden politik bir yanıt verme zahmetinden kurtarmıştır eleştirilenleri.

Bu arada eleştirilerin ne kadar yerinde olduğunu hayat kısa sürede kanıtlayacaktır.

Red Dergisi’nin cevabı Aralık 2006’da yayınlanmıştır. Ayşe Günaysu’nun yazısında şöyle bir paragraf vardır

“Anti-demokratik, totaliter, militarist yapının ve Türk milliyetçiliğinin tutunduğu, dokundurmadığı, dokunanı pişman etmeye yeminli olduğu, demokrasi mücadelesinin odak noktalarından biri olan Ermeni meselesine bir tek yerde birkaç cümle ile değinilmiş. O bir tek yerde de Hakan Gülseven Elif Şafak davasına katılımın bir halkla ilişkiler şirketi tarafından pazarlandığını anlatarak Elif Şafak’ı Kerinçsizlere yakışacak bir dille aşağılıyor.”

Red dergisini çileden çıkaran bölümlerden biridir bu. Oysa, ilk sayısında ırkçı milliyetçiliğin en büyük, en önemli hedeflerinden biri olan Ermeni sorununa Elif Şafak’ı eleştirmek dışında hiç yermeyen Red dergisinin bu sözlere infialinden yalnızca bir ay sonra Hrant Dink vurulacak ve Red dergisi konuyu gündemine alacaktır.

Kopuşlar ve Kopuşun Bedeli

Devam edelim: Söz konusu bir örgütse, bir süre örgüt için için kaynadıktan sonra ayrılık kaçınılmaz hale gelince, mesela, geride kalanlar kopuşu kendi kamuoylarına açıklamak için birbirine çok benzer söylemler kullanırlar: Parti/örgüt/dernek safra atmıştır, çürük elmalar temizlenmiştir, mücadele ayak bağı haline gelenlerden kurtulmuştur. Kısacası gittikleri iyi olmuştur. Bu söylem zaman zaman ayrılanların “hain” oldukları suçlamasına kadar vardırılır. Ayrılanlar da onlardan geri kalmaz tabii, ama burada konumuz gereği, mevcut yapıda iktidarın muhalefeti nasıl baskıladığı üzerinde durduğumuzdan, muhalefet edenlerin başına ne geleceğinin sergilenmesiyle ilgileniyoruz. Ayrılanlar da kendi iktidar alanlarını kurduklarında çoğu kez aynı kültür sürdürülür.

Söz konusu söylem, devlet iktidarının söylemine çok benzer. Terminoloji farklıdır. Bu farklılık sanki farklı bir dil kullanılıyormuş izlenimini verir ama aslında farklı olan sadece sözcüklerdir. Hamaset aynı hamasettir. İçtenliğin yerini alan resmiyet aynı resmiyettir.

Mesela düşünelim bir kez, 1970’lerden bu yana, partilerde yaşanılan kopuşlardan sonra, geride kalanlardan hiç şöyle bir açıklama duyduk mu? “Ne yazık ki aramızdaki sorunu çözemedik. Ayrılanlarla önemli bir kopuş yaşadık. Bu hareket için kayda değer bir kayıptır. Benzer kayıplar yaşamamak için yeni bir dönem açıp kendi kendimizi sorgulamak, iç hukukumuzu gözden geçirip yeniden yapılanmak gerekiyor. Ayrılan arkadaşlarımızla yeniden bir araya gelmenin yollarını da aramak istiyoruz.”

Mesela? Olamaz mı? Bu kadar mı zor? Bu kadar mı imkansız?

En yakın örneklerden biri olduğu için Sosyalist Demokrasi Partisi’nde 2007’de bir taciz olayı üzerine patlak veren, politik ayrışmalarla daha da kızışan kriz ve bu kriz sonucunda partiden ayrılanların arkasından meselenin nasıl yorumlandığına kısaca bakalım:

SDP Genel Başkanı’na göre, ayrılanlar partinin “devrimci, devrimci olduğu kadar da riskli olan çizgisine ayak uyduramayanlar”dır. Yani tehlikeden kaçmışlardır.

Daha yakın bir zamana kadar aynı çatı altında mücadele verenler, şimdi ayrıntılarda, yöntemde, stratejide, taktikte görüş ayrılığı filan değil, partinin en temel politikasına karşı olan unsurlar olarak ilan edilir. Şimdi onlar “Kürt sorununun çözümsüzlüğü”nü ve “askeri vesayet rejimi”ni savunmaktadırlar. Ne yazık ki “hesap verme” teması da, söylemin “resmi”yeti de çok tanıdıktır:

“Partimizin Kürt sorununun çözümsüzlüğüne ve askeri vesayet rejimine son verme çizgisine karşı olanların, istifa ederken öne sürdüğü iddiaların tümü asılsızdır. Politik bir ayrışmayı kadınların kazanımlarını kullanarak ‘magazinel’ tartışmalardan medet umanlar, tarih önünde ve kadınların önünde hesap vereceklerdir.”

 Ve onlar “egemen güçler”le işbirliği içindedirler:

“Şimdi Kürt halkının tepesinde bombalar yağarken, Türkiye bir iç savaşın ve bölgesel savaşın eşiğindeyken, yapacakları konusunda iddiası olan SDP’yi ‘magazin’ tartışmalarının içine çekmenin kimin işine yaradığını bu asılsız iddialarla SDP’ye saldıranlar iyi biliyorlar. Egemen güçlerin saldırısı SDP’ye vız gelir.”

Düne kadar Kürt halkıyla ortak mücadele, üzerinde ortaklaşıldığı su götürmeyen, sosyalizmle birlikte partinin iki varlık nedeninden biriyken şimdi muhalefetin ihanet ettiği bir çizgi olarak sunulmaktadır.

Açık eleştiri ve açık tartışmanın “düşman”ın işine yaradığı tezi bir kez daha karşımıza çıkıyor. Düşmanın işine yaramamak için muhalefetin görevi, bir yere kadar tartışmak ama ondan sonra “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışına sadık kalmaktır.

SDP’nin örnek verilmesi sadece çok yeni bir örnek olduğu için. Yoksa bu söylemin örneği, hem de çok daha keskinlerini Türkiye’de sol muhalefet çok görmüştür. Bunun konumuzla olan ilişkisi, kitle içindeki bireylere muhalefetin bedelini göstermesi, dolayısıyla kitleden kopmanın cezalandırılmasıdır.

Tabii ayrılanlar da bir kitle oluşturur ve bir kitle gibi davranma potansiyelini her zaman taşır. Zaman zaman bu potansiyel şu ya da bu ölçüde gerçekliğe de dönüşür. SDP’den kopuş örneğinde de ayrılanlara çeşitli eleştiriler yöneltilebilir elbet. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, burada konumuz eleştirel düşünceye açıklık ve sözünü söyleme özgürlüğü olduğundan ilgi alanımız mevcut iktidarı elinde tutanın, kendisine kafa tutan karşısındaki davranışıdır.

Eleştirel düşünceye açıklık?

Eleştirel düşünceye açık olmak öyle soyut bir şey değildir. Herhangi bir sistemin eleştiriye açık olabilmesi için de, o sistemin kendisinin eleştirel düşünceye dayanmış olması gerekir. İster egemen sisteme ait olsun, ister ona karşı mücadele etmeyi hedefleyenlere, ne inanç kültürleri, ne de metafizik/maneviyatçı düşünce/eyleme biçimleri, eleştirel düşünce üzerine kuruludur. İnanç kültürlerinde ve maneviyatçı varoluş biçimlerinde tabiatları gereği “kutsal”ların egemenliği vardır. Kutsallar insanlarda cisimleşmiş olduğu gibi, düşüncelerde de, akıl yürütme biçimlerinde de cisimleşmişlerdir. Sonsuz karmaşıklığı ile hayatı, ekonomik, tarihsel, kültürel, dinsel, etnik faktörlerle örülmüş olan, değişen, gelişen, bağlantıları çeşitli etmenler altında güçlenen, çözülen, kaymalara uğrayan gerçekliği basite indirgenmiş dikotomilerden çıkarsanmış açıklamalar ve önkabuller bir dizi kutsal yaratmaktan başka işe yaramaz. Bu açıklamalarla yetinmeyenlerin anında karşı saflara geçirildiği koşullarda eleştirel düşünce kaynağında kurutulmuş, düşünce özgürlüğünün koşulları baştan yok edilmiş olur. Kutsallar çevresinde sihirli ve lanetli sözcükler vardır. Övgü ve onay için kullanılan kalıplardan oluşan sihirli sözcükler ve yasaklamayı ifade eden lanetli sözcükler, öyle sözcüklerdir ki, söylendiği anda kendisi dışında bir açıklama gerektirmez, gerekçelendirmeye ihtiyaç kalmaz. Aksiyom misali kendi başına, kanıtlanması gerekmeyen kabuller gibidirler.

Lanetli sözcüklere en iyi örneklerden biri de “siyonist”tir. Sol muhalif çevreler için “faşist” benzeri bir küfürdür. Birisi için bunu dediğiniz an bitmiştir. Lanetlemek dışında siyonizm üzerine konuşmak, tartışmaya açmak mümkün değildir. Öyle etkili, güçlü bir yasak vardır ki bu sözcük üzerinde, birisi çıksın, İsrail de dâhil hiçbir devletin yayılmacı, şiddet içeren, insan hakları ihlali oluşturan politikalarına yandaş olmasının mümkün olmadığını, sonuçta devlet denen şeye karşı çıktığını uzun uzun anlattıktan sonra Yahudilerin herkes gibi bir vatana sahip olma hakkını savunan Siyonizmin ırkçı bir ideoloji olarak lanetlenmesinin doğru olmayacağını söylesin, olacak şey bellidir: İsrail’in mevcut devlet politikalarını desteklemediğine ilişkin sözleri, yayınlanmış yazıları yok sayılır ve internet’te forumlarda, dergi sayfalarında o kişinin “İsrail’in şiddet politikalarının açık destekleyicisi” olduğu yazılır.

Tıpkı devletlerin kırmızı çizgileri gibi muhalif çevrelerin de kırmızı çizgileri olduğundan ve tartışma sözel şiddet, hakaret, kişiselleştirilmiş saldırılarla boğulduğundan, örneğin, birçok yazıda Siyonizmin ırkçı bir ideoloji olduğunun Birleşmiş Milletler tarafından karar altına alındığına atıf yapılır, ama sonradan bu kararın iptal edildiğinden söz edilmez. Gerçek şöyledir: 1975’te, o dönemin iki kutuplu dünyasının güçler arası savaş koşullarında, BM’de ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı karar önergelerine misilleme olarak SSCB’nin girişimiyle Siyonizmin ırkçı ve ayrımcı bir ideoloji olduğuna ilişkin bir karar önerisinde bulunulur. 10 Kasım’da 35 olumsuz, 72 olumlu, 35 çekimser oyla bu karar kabul edilir. İki kutuplu dönemin sona ermesiyle, 1991 yılında bu kararın iptali oya sunulur. 25’e karşılık 111 oyla, söz konusu karar iptal edilir. 35 ülke de çekimser oy kullanmıştır.

Bu okuduğunuz yazı bağlamında mesele Siyonizm’in ne olduğu, ne olmadığı değildir. Mesele, tıpkı devlet otoritesinin yaptığı gibi, sol muhalif çevrelerde de kırmızı çizgilerin varlığıdır. Fark, burada kırmızı çizgiler tankla, topla, cezaevi ve işkenceyle değil, ama onlardan daha da etkili, içselleştirilmiş yasaklarla ve başka tür bir göz yıldırmayla, düşünsel ve duygusal sindirmeyle korunuyor olmasındadır. Eleştiri, sorgulama, sloganlar ve duygusal coşturmalar yerine bilgiyi koyma girişimleri öyle şiddetle, zaman zaman bu eleştiriyi yöneltenlerin kişiliğine yönelik saldırılarla cezalandırılır ve internet ortamlarında küfüre varan kampanyalarla bu cezalandırma ritüelleri yaygınlaştırılır ki, insanlara kitle içinde erimenin güvenli kollarına kendilerini bırakmaktan ve lanetlemeye katılmaktan başka çare kalmaz.

“Bilgi” dedim ya, tıpkı karşı kamplarda olduğu gibi bu kampta da “bilgi” çok yüceltiliyormuş gibi görünür ama bir “bizim” bilgilerimiz vardır, bir de “onların”. Nasıl ki geçmişte bir Sosyalist’in bilgisi Marksist-Leninist literatüre hakimiyeti ile ölçülüyor, “dönek” Kautsky’nin ne dediği merak bile edilmiyor idiyse, bugün de, yukarıdaki örnek bağlamında mesela, “siyonizm”i en çok lanetleyen en iyi, onun ne olduğunu merak edip “karşı kamp”ın bilgisine başvuran da en “şüpheli” kişi oluyor.

Muhalefeti sınıf eksenine oturtma kaygısı

12 Eylül sonrası 1990’larda gelişmeye başlayan sol muhalif düşüncenin, Kürt meselesi, Ermeni soykırımı, “azınlık hakları”, çok çok cılız olsa da anti-semitizme karşı yükselen sesler gibi Türkiye’nin geleneksel sol paradigmalarında yer almayan tartışma alanlarına doğru kayması, mücadelenin sınıf içeriğinin bulanıklaşması kaygılarına yol açıyor ve buna karşı sosyalist kimliğin savunusunu gündeme getiriyor. Bu savunu, geleneksel sol söylemle ve paradigmalar çeliştiği düşünülen seslere karşı kampanyalarla yolunu şaşırmış mücadele yeniden “sınıf eksenine” oturtulmaya çalışılıyor.

Nitekim elektriklenmeye müsait eleştiri konularından birisi, belki en başta geleni antisemitizmdir. Öyle ki, antisemitizm konusunda Türkiye’de yazan, çizen, konuşan kişi sayısı bir elin parmaklarını aşmaz, yayınlanan yazı sayısı da yılda birkaç taneyi geçmezken, burası sanki antisemitizme karşı mücadelenin kurumsallaştığı ülkelerden biriymiş gibi, antisemitizme karşı sözünüz biraz göze battığı anda mealen, yetti artık, bıktık usandık feryadıyla karşılaşabilirsiniz. Oysa Holokost utancının en ağırını yaşamış ülkelerin tersine Türkiye, antisemitizmle mücadele enflasyonunun yaşandığı bir ülke olmak şöyle dursun, hem militan bir antisemitizmin, hem de sıradan, gündelikleşmiş antisemitizmin önde gelen kalelerinden biridir. Öyle ki, bir önkabul ya da bir argüman ya da bir çıkarsama, evrensel ölçütlerde antisemitik olduğu bile bilinmeden sosyalistler ve anti-emperyalistlerce bol bol, rahatlıkla kullanılabilir. Sol olarak bilinen dergi ya da gazetelerde, gazetelerin kitap eklerinde, bir Holokost kitabını ya da Yahudi olmanın bedelini anlatan bir kitabı tanıtırken sözü İsrail’in Filistinlilere yaptıklarına getirmeyen bir yazı bulmak son derece zordur. Oysa birbirleriyle tarihsel/mekansal bir bağlantısı olmayan iki olgu arasında sadece “Yahudi”lik üzerinden analoji yapmanın ırkçılık olduğunu bütün dünya kabul eder ama Türkiye’deki bir kısım sosyalistlerin böyle bir farkındalığı yoktur bile.

Dahası, bu ve bunun gibi çıkarsamaların sıradan/gündelikleşmiş antisemitizm örnekleri olduklarının hatırlatılmasına bile tahammül yoktur. “Bıktık bu antisemitizm edebiyatından” başlayan infiallerden lanetlenmeye kadar çeşitli cezalara çarptırılmanız işten bile değildir. Düşüncenin sol muhalefet içinde zincire vurulmasının mekanizması işler.

Ne yapmalı?

Farklı bir kültür yaratmalı. Önem sırasıyla değil, sadece serbest çağrışımla bunun nasıl bir kültür olabileceğini düşünelim:

Mesela, egolarımıza fren yapmayı bir nefis terbiyesi olarak hedeflediğimiz, bunun bir erdem olarak görülüp yüceltildiği bir kültür. Yaptığımız bir işin, söylediğimiz, yazdığımız bir sözün eleştirisinin özbenliğimize saldırı olarak kabul etmemeyi, soğukkanlı ve hazımlı olmayı özendiren bir kültür.

Mesela, karşı çıkmanın, aynı safta yer almamanın birlikte çalışmaya da, dostluğa da halel getirmeyeceği bir kültür.

Duygulara, inanca değil, bilgiye dayalı bir kültür.

Ne kadar değerli, saygın olurlarsa olsunlar, kişileri dokunulmaz kutsallar haline getirmeyen, onlara eşit davranmanın onları değersizleştirmeyeceği gerçeğini sindirmiş, gerçekten demokratik bir kültür.

Örgütlerde, çevre ve inisiyatiflerde, kişiselliğin yerini ortak ilke ve normlara, iyi yönetim kurallarına, hiyerarşiden arınmış bir kolektif olma farkındalığına dayalı bir çalışma kültürü.

Sadece fiziksel değil, sözel ya da başka hiçbir türden şiddet içermeyen yapıcı, üretici, ilerleten bir tartışma adabının içselleştirildiği bir kültür.

Irk, dil, din, kültür, cinsiyet/cinsel yönelim ve hangi türden olursa olsun aidiyet üzerinden ayrımcılık, nefret, düşmanlık içermeyen her türlü düşüncenin dile getirilmesini teşvik eden bir kültür.

Bu yazı burada bitmesin… Okuyan herkes “nasıl bir kültür” sorusuna kendi cevaplarını vermeye hemen başlasın…

Evet, başka? Başka?

Nasıl bir kültürümüz olsun ki, kendi düşüncemize kendimiz zincir vurmayalım?