BGST-Toplumsal Araştırmalar Birimi tarafından yapılan bu çalışma, “darbe girişiminin” üzerinden iki ay geçmişken yaşanan kritik dönemeçleri genel hatlarıyla ve bir yorum çerçevesiyle sunmayı hedefliyor. Aşağıda öncelikle iç ve dış politikayla ve insan hakları ihlalleri ile ilgili gelişmeleri ve bunlara ilişkin yorumlarımızı bulabilirsiniz..

1) “Darbe girişiminin” üzerinden iki ay geçtikten sonra devletin yeniden yapılandırılması adına hangi adımlar atıldı, devlet düzeyinde ittifaklar nasıl şekillendi? Yenikapı’da ilan edilen milli mutabakat rejimi ne ölçüde varlığını sürdürüyor? Öğretmenlerin tasfiyesi ve DBP’li belediyelere el konulması, “darbe girişimi” sonrası ülkenin yeniden yapılandırılması adına neyi gösteriyor?

– TSK’nın hükümetin denetimine sokulması

Darbe girişiminden bu yana devlet düzeyinde gerçekleştirilen en önemli yeniden yapılanma, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) AKP iktidarının denetimine sokulmasını sağlayacak adımlar oldu.

KHK’lerle yapılan bu düzenlemelere göre, Genelkurmay Başkanlığı’nın daha ziyade bir koordinasyon makamına indirgenmesi hedeflendi. Atanma usülü de değişti. Daha önce Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanlıkları yapmış olan orgeneraller arasından atanırken, artık sadece orgeneral ve oramiraller arasından Bakanlar Kurulu’nun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanacak.

Genelkurmay Başkanlığı’nın bir koordinasyon makamına indirgenmeye çalışılması, kuvvet komutanlıklarının Savunma Bakanlığı’na bağlanmasıyla gerçekleşti. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlıkları Savunma Bakanlığı’na bağlandılar. Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı ise İçişleri Bakanlığına bağlandı. Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) ve askeri hastaneler ise Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Daha sonra GATA’nın ismi “Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi” olarak değiştirildi.

Daha sonradan medyada çıkan haber ve yorumlarda, Hükümet’in TSK’dan gelen itirazları değerlendirdiğine yer verildi. [[dipnot1]]] TSK’nın “emir-komuta” zincirinin ve “savaş kabiliyeti”nin bozulmaması için kuvvet komutanlıklarının tayin-terfi (personelin belirlenmesi) ve lojistik (silah ve diğer malzeme alımları) konularında Savunma Bakanlığı’na, askeri eğitim, askeri strateji ve savaş hazırlıkları gibi alanlarda ise Genelkurmay’a bağlı olacağı şeklinde bir uzlaşmaya varıldığı aktarıldı. Fakat bu “uzlaşma” çerçevesinde henüz yasal bir adım atılmadı.

Askeri okullar için de benzer düzenlemelere gidildi. Harp akademileri, askeri liseler ve astsubay okulları kapatıldı. Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde “Milli Savunma Üniversitesi” kuruldu. Bundan böyle subaylar ve astsubaylar, bu üniversitede kurulacak enstitü, harp okulları ve astsubay yüksek okullarında yetiştirilecek.

Askeri okulların yeniden yapılandırılması yalnızca eski okulların kapatılması ve yenilerinin açılmasıyla sınırlı değil. Söz konusu okullar, öğrencileri ve öğretim üyeleri bakımından da yeniden yapılandırılıyor. Örneğin yeni mezun askeri öğrencilerin TSK’ya ataması yapılmayacak. Mevcut öğrenciler ise dengi okullara aktarılacak. Bu okulların eğitim personeli de TSK içinde başka görevlere kaydırılacaklar. Yeni kurulan üniversite, YÖK hiyerarşisine bağlı olacak ve rektörü Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bir başka deyişle askeri okullar, öğrencileri ve bağlı bulundukları idari hiyerarşi itibarıyla tam anlamıyla yeniden yapılanacak. Bu arada, TSK’nın şimdiye kadar ordunun laik yapısını korumak üzere direndiği bir düzenlemenin de önü açılmış oldu: Bundan böyle imam hatip mezunları da askeri okullara girebilecek.

TSK’daki tayin ve terfi işlemleriyle ilgili önemli bir gelişme daha yaşandı. Bu konularda kararların alındığı Yüksek Askeri Şura’nın (YAŞ) bileşenleri “siviller” lehine değiştirildi. Artık YAŞ’a Başbakan yardımcıları, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı da katılacak. [[dipnot2]] 

Bütün bu düzenlemeleri yan yana getirdiğimizde, Cumhurbaşkanı’nın ve AKP Hükümeti’nin TSK üzerinde, özellikle de atama ve terfiler üzerinde ciddi bir denetim gücüne kavuştuğu ortada.

TSK içindeki ulusalcı/Avrasyacı kanadın TSK’nın hükümetin denetimi altına alınmasına tepkisi ne oldu?

Yukarıda değindiğimiz TSK’nın yeniden yapılanması, aslında tarihsel bir dönemeci temsil ediyor. Cumhuriyet tarihinde kağıt üzerinde hükümete bağlı olsa da fiiliyatta bütün temel alanlarda kendi kararlarını kendi alan ve kendi doktrinine göre eğitim veren TSK’nın bağımsızlığı önemli ölçüde törpülenmiş oluyor.

Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin darbe girişimi sonrasında inisiyatifi ele almasıyla TSK-“sivil otorite” ilişkisinde böyle kapsamlı bir dönüşümün gerçekleşebilmesi, darbe girişimi sonrasında devletteki güçler dengesine de ışık tutuyor.

Darbe girişimin ardından TSK’daki FETO’cu subayların tasfiye edilmesi, seküler kesimler arasında Avrasyacı ve ulusalcı-Kemalist kanadın güç kazanacağı, böylelikle Erdoğan’ın ve hükümetin laikliği erozyona uğratan uygulamarının önünde güçlü bir direnç oluşacağı umutlarına yol açmıştı.

TSK’nın kapsamlı bir yeniden yapılanmaya tabi tutulması, kuvvet komutanlıklarında tayin ve terfi işlemlerinde son yetkili mercinin Savunma Bakanlığı haline gelmesi, Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, Osmanlı’dan miras kalan Kuleli Askeri Lisesi, GATA gibi köklü kurumların kapatılması veya bakanlıklara devri, askeri eğitim kurumlarının yönetiminde Genelkurmay’ın belirleyici odak olmaktan çıkarılması, ordu içindeki ulusalcı ve Kemalist kanadın ciddi bir direnciyle karşılaşmaksızın rahatça hayata geçirildi.

Bu konuda Kemalist-Ulusalcı kanadın direnci, İlker Başbuğ’un bir TV programında dile getirdiği yakınmalarla ve Aydınlık, Sözcü gibi gazetelerde emekli generallerin yaptıkları eleştirilerle sınırlı kaldı.

Böylece darbe girişimi sonrası devletin yeniden yapılanması konusundaki inisiyatifin, pratikte artık tam bir “icracı başkan”a dönüşen Erdoğan’ın ve hükümetin elinde olduğu tescillenmiş oldu.

– Milli Mutabakat Rejimi: Devam Ediyor mu, Bitti mi?

Bilindiği gibi darbe girişimi Türkiye’de devlet yapısı, özellikle de TSK ve hükümet üzerinde dağıtıcı bir etki yarattı. Genelkurmay Başkanlığı’nın “emir komuta” zincirine gerçekte hâkim olmadığı görülürken, Erdoğan ve hükümetin ülkeyi yöneten biricik güç olmadığı, devlet kurumları üzerindeki denetiminin de sınırlı kaldığı açığa çıktı.

Bu noktada TSK’nın ve hükümetin hızlı adımlarla toparlanmasına ve güç kazanmasına ihtiyaç vardı. “Acil” önlemler alınması, üstüne üstlük içeride ve dışarıda “terör” tehditlerine karşı aktif mücadeleye girilmesi gerekiyordu.

24 Temmuz’da CHP’nin, AKP’nin desteğiyle gerçekleştirdiği Taksim mitingi, hemen ardından Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun Saray’a çıkmaları ve nihayet 7 Ağustos’ta “meşru” muhalefet liderlerinin devlet erkanıyla birlikte Yenikapı’da sahne alması, devletin restorasyonu için gerekli görülen “milli mutabakat”ın yolunu döşedi.

Milli mutabakatın üç temel ayağı vardı: FETO’nun devlet kurumlarından “temizlenmesi”, bunun için ilan edildiği öne sürülen OHAL’in meşruluğunun tescili ve gerek Türkiye’de PKK’ye gerekse Suriye’de “Kürt koridoruna” karşı mücadeleye kapsamlı bir toplumsal destek sağlanması.

Elbette bu noktada, Erdoğan’ın ve AKP Hükümeti’nin siyasal İslamcı ajandasından had safhada rahatsız olan seküler kesimin iknası büyük önem taşıyordu.

Seküler kesimlerin milli mutabakat politikalarına ikna edilmesi işi Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye düştü. Öte yandan iktidar kanadı da sekülerleri rahatlatacak bazı “jestler” yaparak CHP’nin işini kolaylaştırdı.

Erdoğan daha yumuşak bir üslup kullanmaya başladı, kamu binalarına dev Atatürk posterleri asıldı, laikliğin ve kamu görevlerinde liyakatın önemi vurgulandı.

Nihayetinde, anaakım medyanın da büyük desteğiyle, seküler kesimlerde “Erdoğan’ın darbe girişiminden ders aldığı, artık daha kapsayıcı davranacağı ve laikliğe saygılı olacağı” algısı hâkim kılınmaya çalışıldı.

Bu süreçte oluşan milli mutabakat, “devlet ve millet düşmanı” FETÖ’nün yanına ve onunla aynı düzeyde (sivil kurumları da dahil olmak üzere) Kürt Hareketi’nin, Suriye’de ise PYD/YPG’nin eklenmesini sağladı. Kılıçdaroğlu’nun, daha önce TSK’nın direnç gösterdiği Cerablus operasyonuna tam destek vermesi özellikle dikkat çekiciydi. Böylece FETÖ, “DAEŞ”, PKK, PYD, YPG diye uzayıp giden “terör örgütlerine karşı dört bir yanda mücadele ediyoruz” söylemi için geniş bir toplumsal rıza üretildi.

Yine de CHP’nin ve seküler kesimlerin milli mutabakat içindeki kırılgan konumları tartışma konusu olmayı sürdürdü.

GATA’nın isminin “Abdülhamid Hastanesi” olarak değiştirilmesi, Beştepe’deki zikir gösterisi seküler toplumu rahatsız etmeyi sürdürürken, Kılıçdaroğlu’nun, fiili Başkan Erdoğan’ın yargı üzerindeki demetimini simgeleyen saraydaki adli yıl açılış törenine katılmaması bu kırılganlığı açığa çıkardı.

Fakat CHP’nin, milli mutabakat içindeki konumunu sorgulatan asıl gelişme, iktidar kanadının devletin yeniden yapılanmasını KHK’lerle yürütmek ve Meclis’i dışlamaktaki ısrarı oldu. TSK’nın, KHK’ler yoluyla önemli ölçüde hükümetin denetimine sokulması zaten CHP’yi fazlasıyla rahatsız etmişti. “FETÖ temizliği yapıyorum” derken Atatürkçü, solcu, muhalif sanatçıların, öğretim üyelerinin ve memurların hedef alınması da CHP’nin mevcut durumunu sürdürmesini zorlaştırdı.

5 Eylül’de Kılıçdaroğlu’nun hükümeti “darbe fırsatçılığı” ile suçlaması ve “KHK’larla yönetilen bir Türkiye istemiyoruz” çıkışı, Erdoğan’ın ve hükümetin mutlak iktidar yolunda emin adımlarla ilerlemesine karşı CHP’nin mevcut haliyle milli mutabakattan pek de hoşnut olmadığını gösteriyordu.

Bir gün sonra, 6 Eylül’de CHP Grup Başkanvekili Levent Gök, “olağanüstü hal kararnamelerinin olağanüstü halin kapsamı, süresi ve amacı dışında olan bölümleriyle ilgili olarak” CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurmaya hazırlandığını açıkladı.[[dipnot3]]  Bu girişim, CHP’nin ve aynı zamanda seküler toplumun, devletin restorasyonu aşamasında TSK, laiklik gibi konulardaki eğilimlerinin dikkate alınmamasının bir sonucu olarak karşımıza çıktı.

Büyük Tasfiye: Bölgede Binlerce Öğretmenin Açığa Alınması ve DBP’li Belediyelere Kayyum Atanması

Yüksek siyaset düzeyinde bu gelişmeler yaşanır ve CHP, restorasyon sürecinde kendisine figüranlığın ötesinde bir rol verilmeyeceğini fark ederken, 15 Temmuz’dan sonra iktidarın Türkiye’nin nasıl yeniden yapılandırılacağına ilişkin vizyonunu açığa vuran çok önemli iki gelişme yaşandı.

9 Eylül cuma günü Milli Eğitim Bakanlığı “bölücü terör örgütüne destek verici nitelikte faaliyette bulundukları” gerekçesiyle Kürt illerinde 11,285 öğretmenin açığa alındığını ilan etti [[dipnot4]] . Karar, herhangi bir idari soruşturma veya adli süreç işletilmeden alındı. İlerici, muhalif, Kürt Hareketi’ni destekleyen öğretmenlere yönelik operasyonun bölgeyle sınırlı kalmayacağı ve tüm Türkiye’ye yayılacağı söyleniyor.

10 Eylül’de ise 24’ü DBP’li olan 24 belediyeye “kayyum” atandı. Devletin yönetimine el koyduğu belediyelerin arasında Batman ve Hakkari il belediyeleri, Diyarbakır Sur ve Silvan ilçe belediyeleri, Batman, Şırnak, Van ve Mardin’e bağlı çok sayıda ilçe belediyesi bulunuyor. Bazı beldiyelerde kayyumların ilk icraatı, belediye binalarına büyük Türk bayrakları asmak oldu.

Bu iki gelişme, öncelikle Kürt muhalefetinin her düzeyde ezilmesine karar verildiğini gösteriyor. Uygulama bu yönüyle, 12 Eylül’de Kürtlere yönelik yaygın ve kapsamlı baskıyı hatırlatıyor.

Eğitim-Sen’li, muhalif öğretmenlere yönelik tasfiye harekatının bölgeyle sınırlı kalmayıp tüm Türkiye’ye yayılması ise, Erdoğan’ın ve hükümetin sadece Kürt muhalefetini değil seküler-demokratik muhalefeti de tasfiye etmek ve parti-devlet eşitliğini tesis etmek yönünde kararlı bir program izlediğini gösterecek.

2) Türkiye’nin 24 Ağustos 2016 tarihinde başlattığı “Fırat Kalkanı” operasyonu artık bölgesel bir nitelik kazanan Kürt sorunu açısından ne anlama geliyor? Operasyon mecvut durumda hangi aşamada ve gerek Suriye sorununa müdahil olan dış güçler gerekse yerel güç denklemleri açısından bundan sonraki olası gelişmeler neler olabilir? 

Türkiye Suriye’de 2011 yılının sonlarında başlayan iç savaşın başından beri izlediği “kendini dizginleme” ve iç savaşa vekilleri vasıtasıyla dahil olma politikasını değiştirdi ve Cerablus’u IŞİD’den alma bahanesiyle TSK’ya ait tanklar eşliğinde bir grup ÖSO savaşçısını kendi topraklarından Suriye’ye soktu. Bu hamleyi yaparken de ABD’nin tam desteğini arkasına aldı. Operasyonun başladığı 24 Ağustos 2016 Çarşamba, günü Ankara’yı ziyaret eden- ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “YPG ve Suriye kuvvetleri nehrin öbür tarafına hiçbir şekilde geçmemelidir, geçtikleri takdirde ABD tarafından desteklenmeyecektir.” dedi. ABD, bu şekilde hem Türkiye’nin Suriye seferine desteğini açıklıyor hem de Kürtlere bu seferde Türkiye’ye ayak bağı olmaması talimatını veriyordu.

Türkiye için sınırlarında IŞİD’in ülke güvenliğine oluşturduğu tehdidin aslında bir bahane olduğu, asıl hedefin Suriye Kürtlerinin kazanımları olduğu çok geçmeden belli oldu. Cerablus’u IŞİD’den tek kurşun atılmadan teslim alan TSK tankları destekli ÖSO birlikleri güneye, yani ana gövdesini YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından IŞİD’den kurtarılan Membiç’e doğru sürüldü. Operasyon başladıktan birkaç gün sonra YPG ile sıcak temas sağlandı ve 27 Ağustos günü TSK’ya ait iki tank YPG tarafından roket ile vuruldu. Ertesi gün, yani 28 Ağustos’ta Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Türk savaş uçaklarının Suriye’nin kuzeyindeki YPG hedeflerine düzenlediği operasyonda köylerdeki en az 35 sivilin yaşamını yitirdiğini, 50’den fazla yaralı olduğunu duyurdu.

Başlangıçta bu operasyona hava kuvvetleri ile destek veren ABD ve yeşil ışık yakan Rusya, TSK destekli ÖSO birlikleri YPG ile çatışmaya başlayınca seslerini yükselttiler. 29 Ağustos günü Pentagon’dan Suriye’nin kuzeyinde yaşanan çatışmalarla ilgili bir açıklama geldi. Açıklamada, “YPG’nin büyük oranda Fırat’ın doğusuna çekildiği görülüyor. Koordine edilmemiş operasyonlar ve manevralar IŞİD’in işine geliyor” dendi. ABD Savunma Bakanı Ash Carter, “Uzun zaman önce Türkiye’ye çağrı yapmıştık… Türkiye IŞİD’le savaşa odaklanmalı, Demokratik Suriye Güçleri’ne değil” dedi. Rusya ise Türkiye’ye, Suriye’de IŞİD’le savaşan muhaliflere ve Suriyeli Kürtler dahil etnik gruplara yönelik saldırılarda bulunmama çağrısında bulundu. İran, Türkiye’nin Suriye operasyonunun “kabul edilemez bir toprak egemenliği ihlali olduğu” yönünde bir açıklama yaparak Fırat Kalkanı Operasyonu’nun sonlandırılması istedi. [[dipnot5]] ABD’de “Suriye’deki iki müttefikimiz birbiri ile değil IŞİD ile savaşsın” talebi güçlü bir şekilde dile getirildi.

Harekâtın 11. gününde, yani 1 Eylül’de TSK ikinci bir cephe açarak Kilis’in Elbeyli ilçesinden Suriye’nin El Rai kentine girdi. 4 Eylül itibariyle Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) desteğiyle Azez-Cerablus arasındaki sınır hattının tamamını IŞİD’den aldı.

12 Eylül itibariyle 2 bin kişilik ÖSO gücünün El Bab’ın kuzeyinde yığınak yaptığı bildiriliyor. TSK’nın IŞİD’e karşı şimdiye kadar düşük yoğunluklu bir savaş biçiminde yürüttüğü harekâtta bile 7 Türk askeri hayatını kaybetti ve 5 tank tahrip oldu. ÖSO’dan kaç kişinin hayatını kaybettiğini bilmiyoruz. Eğer IŞİD, Cerablus’tan farklı olarak El Bab’dan geri çekilmeyip direnmeye kalkarsa can kayıplarının çok yüksek sayıda olabileceği tahmin edilebilir.

7 Eylül tarihinde Çin’deki G-20 zirvesinden dönüşte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “Obama, Rakka’da birlikte çalışmak istiyor. Biz de, ‘Askerlerimiz bir araya gelsinler, ne gerekiyorsa bu yapılır’ dedik. Burada ABD’nin tavrı belirleyici olacak. PKK, Musul’da yer edinmeye çalışıyor, yarın Türkmenleri tamamen bitirmeye kalkabilir. Dolayısıyla Musul’un güvenliği için her şeyi gözden geçireceğiz” diyerek Türkiye’nin Suriye-Irak macerasının IŞİD’in sınır bölgesinden temizlenmesi ile sınırlı kalmayacağının sinyalini verdi.

Önümüzdeki günlerde Türkiye’nin “Suriye bataklığı”na daha fazla çekileceğini söyleyebiliriz. IŞİD’in elinde tuttuğu ve stratejik önem atfettiği El Bab, Rakka, Musul gibi kentleri kolay kolay terk etmeyeceği, 2-3 bin kişilik ÖSO’nun buralarda IŞİD’e karşı operasyon gücü olamayacağı, bu kentlerin IŞİD’in elinden alınmasında TSK’nın doğrudan savaşın içinde olması gerektiği, bu durumda da can kayıplarının çok fazla olacağı beklenebilir.

3) 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren geçen iki ayda Türkiye’nin uluslararası alandaki ilişkilerinde hangi değişiklikler oldu? Türkiye’nin “blok değiştirmesi” ekseninde hangi gelişmeler yaşandı ve geldiğimiz noktada nasıl bir durumla karşı karşıyayız? Türkiye’nin ÖSO çatısı altında “muhalif” güçlerle birlikte gerçekleştirdiği ‘Fırat Kalkanı” operasyonu bu konuda bize hangi ipuçlarını sağlıyor? 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, darbe girişiminden sonra ilk yurtdışı ziyaretini 9 Ağustos günü Rusya’ya gerçekleştirdi. Erdoğan-Putin görüşmesinden sonra yapılan ortak açıklamada ilişkilerin krizden önceki seviyeyi de aşması, aksama gösteren Akkuyu Nükleer santralimizin hız kazanması ve Rus gazını Avrupa’ya taşıyacak Türk akımı projesinin hayata geçirilmesinin kararlaştırıldığı belirtildi. 12 Ağustos tarihinde İran Dışişleri Bakanı Zarifi’nin Türkiye ziyareti, ardından Türk Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun İran’a yaptığı ziyaretin ana temalarından birisi Suriye konusu oldu. Bu görüşmelerde PKK eksenli örgütlerin ve bağımsız bir Kürt devletinin hem Türkiye hem de İran için tehlikeleri ile Suriye’de çözüm için Suriye’nin toprak bütünlüğü çerçevesinde işbirliği konusunda mutabakat vurgulandı. Ardından 20 Ağustos’ta Başbakan Yıldırım’ın Suriye’nin toprak bütünlüğüne vurgu yapan ve “Geçiş sürecinde Esad’ın rolü olabilir”, “Suriye ile yeni bir sayfa açmalı” türünden açıklamaları geldi.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra bazı AKP’liler tarafından darbenin arkasında ABD olduğu yolundaki açıklamalar, Türkiye’nin Rusya ve İran’la hızlı yakınlaşması ve Suriye’nin geleceğinde Esad’ın rolüne ilişkin açıklamaları bir arada düşünüldüğünde Türkiye’nin NATO ekseninden çıkarak Avrasya eksenine doğru bir yönelim içinde girdiğine ilişkin kaygıların dile getirilmesine neden oldu.

Türkiye’nin “diplomatik atağı” ciddi bir eksen değişikliğine gitmekten çok kendi tezlerini hayata geçirmek için diplomatik ayak oyunlarına başvurarak kendisine alan açmak olarak nitelenebilir. Türkiye, hem Osmanlı Devleti hem de modern Türkiye tarihinde birçok defa başvurduğu bir oyuna başvurarak Batı’dan uzaklaşıyor ve Rusya ile yakınlaşıyor gibi yaparak ABD’den Suriye’ye müdahale konusunda taviz kopardı.

İran ve Rusya ile Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu vizyonları arasında kapatılamaz bir mesafe vardır. Rusya için Esad’ın iktidarda kalması ve Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki üssünü ve Ortadoğu’daki en önemli müttefikini kaybetmemesi birinci önceliktir. Türkiye ve İran’ın stratejik bir işbirliğine gitmesi ise özellikle Suriye konusunda Türkiye’nin ABD, Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail ekseninden uzaklaşması anlamına geliyor. Türkiye’nin böylesi radikal bir eksen değişikliğine gitmesi mevcut İslamcı iktidarın mezhepsel takıntısı ve Körfez ülkelerinden sağladığı ekonomik kaynaklar nedeniyle de mümkün değildir. Esad, İran’ın Ortadoğu’daki en önemli müttefikidir ve Lübnan’da Hizbullah ve Irak’taki Şiilerle birlikte “direniş ekseninin” en önemli unsurudur. [[dipnot6]]

Türkiye aslında Cerablus’u ÖSO ile birlikte IŞİD’in elinden alarak ve Rakka ve Musul operasyonları konusunda hevesini açık bir şekilde belli ederek sahada YPG’den daha güvenilir bir kara gücü olacağını vaat etmektedir. Türkiye’nin birinci önceliği, YPG’nin Afrin ve Kobani kantonlarını birleştirmelerini önlemek ve mümkünse Kürtlerin kazanımlarını yok etmektir. Türkiye’nin ikinci derecedeki önceliği ise Suriye’de Esad’sız bir çözüm çerçevesinde Sünnilerin iktidara gelmesidir. Ancak son gelişmeler Türkiye’nin bu konuda çok da ısrarcı olmadığını göstermiştir.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra Washington’ın gözünde Türkiye’nin önemi ve iktidarın meşruiyeti konusunda da bir değişiklik olduğu görülüyor. 15 Temmuz öncesinde ABD için önemli olan Türkiye’nin vekilleri ile dahil olsa da kendi ordusuyla bizzat bir operasyon yapmadan Suriye denklemi dışında kalıp ülkedeki mevcut kaosa fazladan bir katman eklememesi idi. TSK içinde özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ile büyük ölçüde tasfiye edilen Atlantikçi kanadın da TSK’nın Suriye’ye müdahalesine bu nedenle karşı olduğunu düşünebiliriz. Ancak 15 Temmuz sonrasında TSK’da hâkimiyetini pekiştiren ulusalcı/Avrasyacı kanadın özelde Suriye ve genelde Ortadoğu’da daha savaşkan ve maceracı bir politika izleme politikasına destek verecekleri söylenebilir.

Ayrıca 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Erdoğan çevresinde sağlanan “milli mutabakat” ve HDP dışında kalan “milli ve yerli muhalefetin” bu mutabakata verdiği kayıtsız şartsız destek de hem Erdoğan’ın Batı nezdinde son yıllarda oldukça yıpranan meşruiyetini pekiştirmiş hem de Türkiye’nin başta tampon bölge olmak üzere Suriye ile ilgili tezlerini güçlendirmiştir. Üstelik “milli ve yerli muhalefetin” Rojava Kürtlerinin kazanımlarının durdurulmasına ve yapılabilirse bertaraf edilmesine ya iktidardan daha hevesli olduğu veya zımni destek verdiği düşünülürse bu kanı daha da güçleniyor.

CIA Başkanı Brennan, 10 Eylül tarihinde yaptığı bir konuşmada “Suriye ve Irak’ın yeniden bir araya getirilip getirilemeyeceğini bilmiyorum. Her iki ülkede de adil bir şekilde yönetecek merkezi hükümet oluşturulabilir mi emin değilim. Merkezi hükümet ve özerk bölgelerden oluşan federal bir yapı olabilir. Bu tabii ki önümüzdeki 3-4 yıl içinde neler olur, ona bağlı” diyor. Suriye ve Irak’ta halkların birlikte barış içinde yaşaması yönünde kültürel çoğulcu güçlü bir siyasi irade ortaya çıkmazsa gidişat her iki ülkeyi de parçalanmaya götürüyor. Bu gidişat içinde Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki Sünnilerin hamiliğine soyunmak istediği biliniyor. Muhtemelen Suriye operasyonu bu parçalanma sürecinde Türkiye’nin sahada var olma isteğini de açığa çıkartıyor.

4) Darbe girişiminin ardından geçen iki ayda OHAL rejimi altında insan hakları ihlalleri konusunda neler yaşandı? Üniversitelerde, eğitim kurumlarında, sanat ve kültür faaliyetlerinde ne tür baskılarla yüz yüze geldik? Baskılar, darbe girişiminin sorumlusu kabul edilen Fethullah Gülen Cemaatini’ne dönük tasfiyelerin ötesinde kimlere uzandı?

 

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaşanan hak ihlalleri konusunda net bir bilançoya ulaşmanın kolay olduğu söylenemez. Dijital iletişim çağında, bu gibi ihlallerin, insan hakları üzerine çalışan kurumların web siteleri üzerinden rahatlıkla takip edilebilmesi gerekir. Ancak bu kurumların web siteleri 15 Temmuz sonrasında yaşanan gelişmelerle ilgili vatandaşları yeterince bilgilendirme işlevi görmüyor. Başka bir deyişle, parlamentonun askıya alındığı ve ülkenin kanun hükmünde kararnamelerle yürütüldüğü bu olağanüstü dönemde insan hakları örgütlerine OHAL gelmediğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır.

Mesela, “Darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz gecesi kaç kişi hayatını kaybetti kaç kişi yaralandı?” sorusunun cevabı gazetelerde farklı rakamlarla ifade edilirken bu konuda ne İçişleri Bakanlığının web sitesinde ne de çeşitli insan hakları örgütlerinin web yayınlarında net bir bilgiye ulaşılamıyor [[dipnot7]]. Yine de yaşanan hak ihlallerini Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’nın yayınladığı Günlük İnsan Hakları Raporları sayfası üzerinden bir nebze de olsa takip edebilmek mümkün. Sadece 15 Temmuz gecesi yaşananlar sonrasındaki can kayıpları ve yaralı sayıları bile açıklamalarda farklı şekillerde yer alırken 15 Temmuz’un üzerinden iki ay geçtikten sonra neler olup bittiğine dair net rakamlara ulaşmak kolay olmayacaktır. Bu nedenle, İçişleri Bakanlığı gibi devlet kurumlarının, özellikle de insan hakları üzerine çalışan sivil toplum kurumlarının vatandaşlara olan bitene dair detaylı bilgilendirme yapmalarının önemi açıktır.

Bilindiği gibi darbe girişiminin bastırılmasının ardından bu kalkışma içinde olan askerlere yönelik gözaltı operasyonları başladı ve bu askerlerin büyük bir kısmının Fethullah Gülen cemaatine bağlı olduğu ortaya çıktı. 80’li yıllarda beri devletin her kademesi içinde örgütlenmesinin asker ve siyasetçiler tarafından önü açılan Gülen Cemaati, 17-25 Aralık sonrasında Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) olarak anılmaya başlandı. 15 Temmuz sonrasındaki operasyonlar ise sadece darbe girişimine dahil olan askerle sınırlı kalmadı. Darbe girişimine dahil olmuş olanlarla bu suça bulaşmamış cemaat üyeleri arasında herhangi bir ayrım yapılmadı, bir şekilde cemaatle ilişkilenmiş tüm kesimler operasyonların hedefi oldu. “Kurunun yanında yaş da yanmasın”, “at izi it izine karışmasın” sözlerini sık sık duyarken etik olarak tartışılması gereken pek çok konu da ortada duruyor: Öncelikle bu askeri kalkışmaya bulaşmamış hatta darbe girişiminden haberi olmamış kişilerin -inançlarını beğenelim beğenmeyelim- cemaate inandıkları için işlerinden atılması, cemaatle ilişkili kurumların kapatılıp mal varlıklarına el konulması hukuken ve etik olarak kabul edilebilir mi?

Olağanüstü Hal ilanı ve çıkarılan KHK’lerle birlikte TİHV raporuna göre, 16-22 Temmuz tarihleri arasında, 7 bin 423’ü asker toplam 10 bin 410 kişin FETÖ/PDY ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. 4060 kişinin tutuklandığı bilgisine ulaşıldı. Gözaltı ve tutuklama operasyonları devam ederken kamu kurumları da aynı gerekçeyle uzaklaştırma, meslekten çıkarma, açığa alma kararları vermeye başladı. Yaklaşık 22.000’i Milli Eğitim Bakanlığı personeli olmak üzere 57 bin kamu personeline uzaklaştırma, açığa alma gibi yaptırımlar uygulandı. Danıştay, Yargıtay, HSYK ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organı üyelerinin darbe girişimi soruşturması kapsamında ya üyelikleri düşürüldü ya da bu yaptırımın yanı sıra tutuklandılar. Ayrıca MEB, Fethullah Gülen cemaatiyle ilişkisi olduğu ileri sürülen 626 eğitim kurumunun lisanlarını iptal ederek bu kurumları kapattı. Bu kurumlarda görevli 21 bin öğretmenin lisansı da iptal edildi. RTÜK ise yine aynı gerekçeyle 24 radyo ve televizyonun lisanslarını iptal etti ve bu kanalları kapattı. Yükseköğretim Kurulu (YÖK), devlet ve vakıf üniversitelerinde 1577 dekanın istifasını istedi. İstifa dilekçeleri hafta boyu YÖK’e verildi. [[dipnot8]]

TSK içindeki tutuklamalar devam ederken Temmuz ayında Uluslararası AF Örgütü’nün gözaltına alınan askerlere işkence uygulandığı, bazı durumlarda tecavüzü de içeren işkencenin de görüldüğünü yönünde iddiaları gündeme geldi. Adalet Bakanlığı’nın gözaltına alınanlara işkence yapılmadığı yönündeki açıklamasından sonra konu kapandı. 

İdam talebinin damgasını vurduğu demokrasi mitinglerinin düzenlendiği pek çok şehirde sivillere yönelen tacizler ve saldırılar gerçekleşti: Eylemlere katılmayan fakat eylem alanlarından geçmek zorunda kalan özellikle kadınların darp edildiği, Hatay ve Malatya’da Alevilerin yaşadığı mahallelerin saldırıya uğradığı, yine bazı kentlerde ise Suriyelilerin saldırıya uğradıkları gündeme geldi. Pek çok kentte Fethullah Gülen cemaatine ait okullar da kundaklandı. Artvin’in Hopa İlçesi’ndeki linç girişimlerine tepki gösteren 9 kişi ise “darbeyi destekledikleri” iddiasıyla 16 Temmuz 2016’da tutuklandı. Yine darbe girişimini protesto gösterileri devam ederken bazı gruplar da HDP binalarına saldırdı. HDP’nin Osmaniye, Hatay’ın İskenderun İlçesi, İstanbul’un Sancaktepe İlçesi, Kocaeli binalarına yönelik saldırılar düzenlendi. [[dipnot9]] 

 Açıklanan KHKler ile birlikte OHAL döneminde gözaltı süresi 30 güne çıkarıldı. Bu KHKler ile 35 sağlık kuruluşu, 934 okul, 109 öğrenci yurdu, 104 vakıf, 1125 dernek, 15 üniversite ve 19 sendika kapatıldı [[dipnot10]]. Çoğunun mal varlığına el konuldu. 45 gazete, 16 televizyon, 15 dergi, 3 haber ajansı, 23 radyo ve 29 yayınevi kapatılırken KHK ile “milli güvenliğe tehdit oluşturduğu” tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine “aidiyeti, iltisakı ya da bunlarla irtibatı olan” basın ve yayın kuruluşlarının kapatılması ile ilgili karar verme yetkisi ilgili bakana verildi. [[dipnot11]]  Darbe girişimiyle ilişkili olduğu söylenerek pek çok gazeteci gözaltına alındı ya da tutuklandı.

OHAL’in ikinci ayında, 100 binin üzerinde kişi memurluktan çıkarılırken işe geri dönmelerinin önü de kapatıldı. Başbakan Binali Yıldırım, neredeyse yaptığı her açıklamasında OHAL’in millete değil devlete ilan edildiğini söylese de işten çıkarılanlar aileleriyle birlikte düşünüldüğünde bu durumun 500 binin üzerinde insanın hayatını etkileyeceği görülebilir.

OHAL’in yarattığı baskı ikliminde sanatçılar da nasibini aldı. Örneğin 7 Ağustos mitingine katılmayacağını açıklayan müzisyen Sıla kamuoyunun hedefi haline gelirken pek çok belediye de Sıla’nın önceden organize edilmiş konserlerini iptal etti. Uzun süredir hükümete karşı açıklamalarıyla gündemde olan Müzisyen Atilla Taş da darbe girişimiyle ilişkilendirilerek tutuklananlar arasında yer aldı.

OHAL baskılarının yöneldiği geniş bir kesim de Kürt meselesinin çözümünde barıştan yana olan çevrelerdi. Özgür Gündem Gazetesi kapatılırken gazetenin yayın ve danışma kurulunda yer alan kişiler gözaltına alındı ya da tutuklandı. Tutuklananlar arasında yazar Aslı Erdoğan ve dilbilimci Necmiye Alpay da vardı. Dicle Haber Ajansı, Jin Haber Ajansı ve Özgür Gün TV’nin internet sitelerine erişim engeli getirildi. PKK ile ilişkili oldukları gerekçesiyle 11.500 öğretmen açığa alındı.  Üniversitelerde görevine son verilen öğretim üyelerinin içinde Barış İçin Akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan pek çok öğretim üyesi de vardı.

Darbe girişimi sonrası oluşan baskı iklimi daha önce devreye sokulmaktan imtina edilen pek çok uygulamanın önünü açtı. Bir süredir gündemde olan belediyelere kayyum atanması kanunu meclisten geri çekilmiş olsa da KHKlerle uygulamaya kondu. DBP ve HDP’li 24 belediyeye kayyum atandı. Seçimle, sandıkla kazanılamayan belediyelerin KHK’lerle rehin alınmasının zemini oluştu.

Gelinen aşamada FETÖ/PYD ile mücadele edildiği bahanesiyle yapılan operasyonların hedefi değişmiş, hükümete muhalif alan demokrat, laik ve barış taraftarı kesimleri kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu şekilde Türkiye’de eskiden beri sınırlı olan ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanı gittikçe daraltılmıştır. Darbelere karşı olarak yola çıkanlar 12 Eylül döneminin darbe hukukuna yaslanarak darbe girişimini bertaraf etmeyi hükümete muhalif olan tüm kesimleri bertaraf etme operasyonuna çevirmiştir.