15 Temmuz sonrası, NTV, CNN Türk ve Habertürk kanallarının baş konukları, itirafçı Fethullahçılar ile birlikte Ergenekon- Balyoz olarak bilinen davalar sonucu içeri girmiş ve ordudan ayrılmış ulusalcı askerler oldu. Son bir ay içerisinde bu kanalları turlayarak dolaşan eski askerler, büyük bir heyecanla Cumhuriyetin kurucu değerlerinin ne kadar önemli olduğunu ve sonunda herkesin bunun önemini anladığını, bundan sonra tüm partilerin bu kurucu değerler etrafında birleşmeleri gerektiğini, AKP’nin de sonunda doğruyu yolu bulmuş olduğunu ve artık kurucu ayarlara geri dönülmesi gerektiğini anlatıp durdular. Özellikle seküler, ulusalcı, Kemalist kitleler büyük bir heyecan ve sitayişle bu programları gece yarılarına kadar izledi. Eski askerlere büyük bir içtenlikle, komutanım, paşam diye hitap eden sunucu ve gazeteciler ise halkımızın duygulu dakikalar geçirmesine neden oldu.

Elbette AKP de boş durmadı, AKP parti binalarına Atatürk posterleri asıldı, mehter marşının yanına yerleştirilen onuncu yıl marşıyla milli birlik ve beraberlik hissiyatı pekiştirildi. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere AKP’lilerin ağzından Gazi Mustafa Kemal övgüleri eksik olmadı, son olarak Yenikapı mitingiyle milli birlik ve beraberlik ruhu tüm dünyaya ilan edildi.

“Muhalefet” durur mu, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli koşa koşa Saraya çıkıp başkomutanın yanında olduklarını ve milli birliğin başkanının Erdoğan olduğunu kabul ettiler. Bu da yetmedi, ulusalcı cenahın sağ kanadında yer alan ve Erdoğan’ın bir zamanlar ‘Edepsiz’ diyerek kavga ettiği Metin Feyzioğlu toparlayabildiği tüm baro başkanlarıyla Saraya çıkarak milli birlik ruhuna ve Erdoğan’ın başkanlığına biatlarını açıkladı. Aynı akşam CNN Türk’e konuk edilen Feyzioğlu saatlerce, ‘söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ mealinde konuşmalar yaptı. Ne tesadüftür ki aynı akşam aynı saatlerde Habertürk kanalında da Doğu Perinçek Fatih Altaylı’nın konuğu olarak arz-ı endam ediyordu. Yine ne büyük bir tesadüftür aynı gün aynı saatlerde Özgür Gündem kapatılmış, binası basılmış, gazeteciler darp edilerek gözaltına alınmıştı.

Cemaate karşı seküler ulusalcıların desteğini almaktan başka çaresi olmayan AKP ile kuruluş ayarlarına geri dönülürse yanındayız diyen ulusalcı asker sivil bürokrasi, kuruluş ayarlarına dönüldüğünü ilan ederek ittifak kurmuş gibi görünüyorlar. Bu ittifakın ne zaman kadar süreceği ve sonun ne olacağı şimdilik belirsiz olsa da kuruluş ayarlarına dönüldüğü doğru gibi görünüyor.

Bu ülkenin kuruluş ayarlarının en başında, kurulmak istenen Türk-Sünni ulus devlet yapısı açısından büyük bir tehlike olarak görülen Kürtlerin ve Alevilerin imha, inkâr ve asimilasyonu yer alır. 93 yıllık Cumhuriyet tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bu nedenle ifadeyi biraz daha inceltmek gerekirse, Türkiye Kürt meselesi söz konusu olduğunda zaten hiç değiştirmediği kuruluş ayarlarını en şiddetli şekilde uygulamaya hazırlanıyor. Lakin ulusalcı ve İslamcı kitleyi en kolay birleştirecek düşman Kürtler ve Kürdistan gulyabanisidir.

Türkçü ve İslamcı kitleler açısından bu kavramlar tıpkı Ermeni ve Ermenistan kavramları gibi düşmanlık ifade etmektedir. Yenikapı mitingine rağbet göstermeyen, kurulan milli birlik ruhunu sokaklarda coşkuyla kutlamayan seküler ulusalcı kesimleri, PKK ve Kürdistan düşmanlığıyla bu mutabakatın aktif öznelerine dönüştürmek mümkün olacak mı göreceğiz. Ancak CHP’nin bu konuda harcamış olduğu çaba gerçekten dikkate değer.

Cumhuriyet kurulduktan sonra 1925- 1938 yılları arasında Kürtlere ve Dersim merkezli Kürt/Zaza Kızılbaşlığına karşı büyük bir imha programı izlenir. Şeyh Sait İsyanı ve Ağrı İsyanı sonucunda sadece isyancılar değil on binlerce Kürt katledilir, köyler kasabalar yakılıp yıkılır on binlerce insan sürgün edilir. Dersim’de ise isyan çıkmayacağını gören devlet, isyanı bizzat yaratır ve yine on binlerce  Kızılbaşı katleder, tüm Dersim uçaklarla bombalanıp yok edilir, on binlerce insanı sürgün edilir. 1938 yılında imha dönemini bitiren devlet hızla inkâr ve asimilasyon sürecine geçer.

Bu süreçte Kızılbaş/Alevilerin Ocakları kapatılır, tüm ibadetleri yasaklanır ve Aleviliğin eski Türk inançlarının bir devamı olduğu söylenerek tüm Alevilerin aslında ‘gerçek’ Türkler olduğu ilan edilir. Kürt diye bir milletin ve Kürtçe diye bir dilin zaten var olmadığı ve bugün kendisine Kürt denilen bu topluluğun aslında benliğini kaybetmiş Turanî kökenli bir topluluk olduğuna ilişkin tezler hazırlanır, üniversitelerde bu konu üzerine kitaplar yazdırılır. Yaşanan hiçbir gelişme ya da siyasi konjonktür değişikliği devletin bu kurucu ayarlarında milim değişikliğe yol açmaz.

1984 yılında Kürtler yeni bir silahlı isyan başlatınca devletin verdiği yanıt elbette 25-38 dönemindeki imha politikasını hayata geçirmek olur. 1999 yılında Öcalan ABD tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilene kadar binlerce Kürt köyü yakılıp yıkılır, on binlerce insan katledilir, ‘faili meçhul’ adı altında bizzat devlet tarafından binlerce insan infaz edilir, on binlerce insan hapishanelere atılıp işkence tezgâhlarından geçirilir.  Ancak bu kez imha politikası istenen sonucu tam olarak vermez, PKK tüm darbelere rağmen yok edilemez, hatta tam tersine bölgedeki kitle desteği her geçen gün artar ve gerillaya katılımlar engellenemez.  Savaş uzadıkça uzar, Türk ekonomisi çökme noktasına gelir. Sadece ekonomi değil ‘kurucu ayarların’ dizayn ettiği siyaset ortamı da artık tümüyle tıkanır.

1999 yılında Öcalan Türkiye’ye teslim edildiğinde, bugün artık açıkça anlaşılıyor ki ABD, 2000’li yılların başından itibaren Ortadoğu’da Irak ve Suriye’ye karşı başlatacağı operasyonun hazırlıklarına başlamıştır. Bu operasyonda Kürtler kilit bir rol oynayacaktır. Irak ve Suriye’nin parçalanmasının ardından kaçınılmaz olarak bölgede bir Kürt devleti kurulacaktır.

Türkiye’ye, ‘kendi Kürt meseleni demokratik yollarla çöz ve Ortadoğu’da kurulacak olan Kürt devletine de ağabeylik yap’ önerisi getirilir. Ancak bu öneri devletin kuruluş ayarlarına tümüyle terstir. Daha doğrusu bu önerinin anlamı, yıllardır sürdürülen imha, inkâr ve asimilasyon politikalarına son verin demektir. Kürtler, anadilde eğitim gibi, ulusalcıların tüylerini diken diken eden isteklere sahiptir. Ayrıca Güneyde kurulacak bir Kürdistan’ın ileride Türkiye’den toprak koparmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Ortadoğu’da kurulacak bir Kürt devleti Türkiye’nin kırmızıçizgisidir.

ABD, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bu projeye ikna edemez, 1 Mart 2003 yılında ABD’li askerlerin Türkiye üzerinden Irak’a girişine izin veren tezkerenin meclis tarafından reddedilmesi, Türkiye’nin ulusalcı sivil-asker bürokrasisinin açıkça bu projeye karşı çıktığının göstergesidir. Üstelik bu karşı çıkış ciddi bir kitle desteğine de sahiptir. ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesine çok haklı nedenlerle karşı çıkan milyonlar Türkiye’nin bu tavrını sevinçle karşılar.

Bu noktada cemaat kadrolarıyla tahkim edilmiş AKP hükümetini destekleyen ABD, ulusalcı kadroların en azından ABD karşıtı olanlarının tasfiyesinde önemli bir rol oynar ve AKP hükümetinin yanında yer alır. Buna karşılık 2007 yılındaki tasfiyeye kadar Kürt meselesindeki inisiyatif ordunun elinde kalır. İmha ve asimilasyon politikalarında ısrar eden ordu, 2004 yılından sonra yeniden ülkeyi bir savaş ortamına sürükler. Hükümetin tüm yumuşatıcı demeçlerine ve Öcalan ile görüşme yapılabilir imalarına rağmen ordu, PKK’ye karşı operasyonlarına hız kesmeden devam eder, 2004-2007 arasındaki savaş döneminde yüzlerce asker ve gerilla hayatını kaybeder.

2007 yılında Ergenekon ve Balyoz olarak adlandırılan davalarla ordudaki ulusalcı kanadın bir bölümü etkisiz hale getirilir. 2008 yılında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunur, Kürdistan Federe bölgesiyle ilişkiler her alanda geliştirilir. Türk medyasında kabile reisi, aşiret başı gibi ifadelerle küçümsenen Talabani ve Barzani artık resmi törenlerle karşılanan komşu liderlerdir. Yine anlıyoruz ki Oslo görüşmeleri olarak bilinen, Hakan Fidan’ın başını çektiği MİT görevlileriyle PKK arasındaki görüşmeler de bu süreçte başlatılır.

Aslına bakılırsa 4 Mayıs 2007’de, 27 Nisan e-muhtırasından sadece bir hafta sonra Yaşar Büyükanıt ile Erdoğan arasında yapılan Dolmabahçe görüşmesiyle beraber, ulusalcı subayların en azından bir kısmının tasfiyesi (özellikle Avrasyacı olarak bilinen grubun) konusunda anlaşmaya varıldığı ve üçlü bir iktidar yapısının oluşturulduğu anlaşılıyor. Yani söylendiği gibi Ergenekon ve Balyoz davalarıyla tasfiye edilen Ordu veya askeri vesayet değildir, Ordudaki bir gruptur. ABD ekseninde hareket eden bu üçlü devlet yapılanmasının yani Ordu-AKP- Cemaat ittifakının Kürt meselesinin çözümü ile ilgili politikası ise kısaca PKK’siz çözümdür. Ordu PKK’ye karşı operasyonlarını kesintisiz devam ettirir. Cemaat 2009’dan itibaren yargı ve polis marifetiyle KCK operasyonlarını başlatarak Kürt siyasi hareketinin legal ayağını bitirmeye çalışır, AKP’nin göreviyse ufak tefek tavizler karşılığında Öcalan’ı manipüle ederek silah bırakmaya ikna etmektir.

Bu şekilde Kürt siyasi hareketi üzerindeki baskı ve imha politikaları devam ettirilecek, Kürt siyasi hareketi zayıflarken uzun vadeye yayılmış asimilasyon politikaları işletilecektir. 2009 yılından itibaren başlayan KCK tutuklamalarını ve bunun yıllar içerisinde nasıl da büyüdüğünü, binlerce insanın nasıl içeriye alındığını hatırlayalım. Yine bu dönemde Fethullah Gülen’in yüzde beş açıklaması gelir, Gülen açıkça şunu söyler, “toplumun yüzde doksan beşi için gerekirse yüzde beşi ezer geçeriz”. Ezilecek yüzde beş Kürt siyasi hareketinin kadrolarıdır. Nitekim 2011 yılında artık PKK ile savaş yeniden başlamıştır, bu kez devletin dile getirdiği imha planı “Sirilanka modelidir”. Yani devlet artık PKK’yi tümüyle yok edebileceğini düşünmektedir.

Ancak Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın “terör örgütüne yardım etmek” suçlamasıyla Cemaat tarafından tutuklanmak istenmesi,  2007’de Dolmabahçe’de kurulan üçlü ittifakı bozar ve AKP Cemaat kavgası başlar. AKP’yi bizzat yerine getirmesi gereken görev üzerinden yani PKK’yi silah bırakmaya ikna etme çalışmaları üzerinden vurmaya çalışan Cemaat, büyük bir kavganın da fitilini ateşler. Kürt hareketinin açlık grevlerini başlatması, gerillanın sahada gösterdiği direnç ve Sirilanka modelinin uygulanamayacağının görülmesi ardından, Öcalan’la görüşmelere yeniden başlayan devlet’in Cemaatten kurtulmak ve Suriye’de ABD’nin en aktif partneri olmak gibi niyetleri vardır. Bu nedenle Kürt siyasi hareketini en azından şimdilik karşısına almak istemeyen AKP 2013 yılının başından itibaren Öcalan’la üst düzey görüşmelerin başladığını ilan eder. Ancak bu imha ve asimilasyon politikalarından vazgeçildiği anlamına gelmez. Zira Türkiye’nin bu dönemde farklı hayalleri vardır.

ABD’nin Suriye’yi parçalama operasyonuna dâhil olan, cihatçı grupların Suriye’ye girerek silahlandırılmasını bizzat organize eden Türkiye’nin en büyük beklentisi cihatçı grupların Suriye Kürdistan’ını ele geçirmesi ve PKK’nin en büyük yaşam alanlarından birinin yok edilmesidir. Suriye Kürtleri tasfiye edilecek, Türkiye’de Kürt siyasi hareketi iyice zayıflayacak ve Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması gibi işlevsiz tavizlerle uzun vadeye yayılmış asimilasyon programı devam ettirilecek, Irak Kürdistan’ındaki küçük Kürt devletinin ise ağabeyliği üstlenilerek ekonomiye ciddi bir girdi sağlanacaktır. Kazan kazan kazan durumu yaşanacaktır.

Gelin görün ki evdeki hesap çarşıya uymaz, Suriye Kürdistan’ı tasfiye edilmek bir yana, uluslararası bir destekle bölgenin en etkili aktörlerinden biri haline dönüşür. Türkiye’nin Güneyinde büyük bir Kürdistan ihtimali doğar. Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi zayıflamak bir yana daha da kitleselleşerek büyür, 7 Haziran seçimlerinde HDP .1 oy alarak barajı fazlasıyla aşarak devletin Kürtler için koyduğu barajını anlamsız hale getirmeyi başarır. Bu başarının Doğan Medya Grubu ve Batı merkezli yapılar tarafından desteklenmiş olması, Erdoğansız ve AKP’siz bir Türkiye mi isteniyor sorularını gündeme getirir. İşte bu noktada 2013’te başlatılan barış görüşmelerinin de artık bir anlamı kalmaz.

Irak ve Suriye’de operasyon gücü giderek azalan Türkiye, Güneyinde büyük bir Kürdistan’ın kurulmasına izin vermeyeceğini, bunun için gerekirse Rusya, İran ve hatta Esad’la bile masaya oturacağını resmi ağızlardan açıkça dile getiriyor. Ülke içinde ise Kürt siyasi hareketine karşı büyük bir imha operasyonuna hazırlanıldığına dair pek çok işaret görülüyor.

15 Temmuz’da orduda, sebebi halen çok aydınlanmamış olan ve Cemaatçi askerlerin öncülük ettiği anlaşılan isyan girişiminden sonra 2007 sonrası tasfiye edilen ulusalcı/Avrasyacı askerlerin büyük bir çoğunluğu rütbe artışıyla aktif görevlere getirildiler. Şüphesiz Kürtlere karşı yürütülecek imha operasyonunda yer almaktan memnuniyet duyacak bir komuta kademesi oluşmuş durumda. Zira son bir aydır her gün televizyonlara çıkan ulusalcı askerlerin ağzından düşmeyen şey, Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlikenin Güney sınırında kurulmakta olan büyük Kürt devleti olduğudur.

15 Temmuz sonrasında HDP’ye karşı takınılan tavır, HDP’nin milli birlik ve beraberlik şovlarının yanına bile yaklaştırılmaması, Özgür Gündem’in kapatılıp gazeteyle ilişkili tüm aydınların gözaltı ve ev baskınlarıyla susturulmaya çalışılması, Kürt siyasi hareketinin kadrolarına yönelik tutuklamaların sürdürülmesi, Öcalan’a uygulanan ağır tecrit, geniş çaplı bir savaş dönemine girileceğini gösteriyor. 2011 yılında savaş başlatılmadan önce benzer şeyler yapılmış, örneğin Büşra Ersanlı tutuklanmıştı. Bu gün de benzer bir şekilde Aslı Erdoğan tutuklanarak Türk aydınlarına uzak durun mesajı veriliyor. Yani Fethullahçılar içerde ama yüzde beş fikirleri iktidarda diyebiliriz, kısacası; Kürt siyasi hareketinin en aktif unsurlarını imha ederek geri kalan Kürtleri uzun vadede asimile etmeye çalışmak.

Dünyada ve Ortadoğu’da yaşanan bunca değişime ve dönüşüme rağmen devlet 1923 yılından beri uyguladığı imha ve asimilasyon politikalarından vazgeçmiyor. Devletin yetkili ağızları; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni gelecekte bekleyen en büyük tehlikenin Güneyde kurulacak büyük bir Kürt devleti olduğunu söylerken, Irak’ta bulunan federatif yapının küçük bir Kürdistan’a dönüşmesine ses çıkarmasalar da Suriye’de PKK kontrolünde bir Kürt yapılanmasına izin vermeyeceklerini her fırsatta dillendirmeye devam ediyor.

Özetle, 7 Haziran seçimlerinden sonra hendekleri bahane ederek (elbette bu bahanenin oluşmasına neden olanların sorumluluğu ayrı bir tartışma)Kürt illerine yönelik başlatılan imha ve yok etme politikasının genişleyerek devam edeceği anlaşılıyor. Güneyinde kurulması kesin olan Kürdistan’ın olabildiğince küçük ve etkisiz olması için elinden geleni yapacağını açıkça söyleyen devlet, kendi Kürtlerinin de kafasına balyozu indirmek istiyor. Son bir yılda yaşananlar gösteriyor ki büyük kitlesel katliamlara girişilmediği sürece Batılı devletler de bu imha operasyonunu ses çıkarmayacak.

Peki Kürt meselesini bu şekilde çözmek mümkün mü? Bu sorunun cevabı 93 yıldır yaşananlarda gizli. Bu meselenin, 93 yıldır sürdürülen imha politikalarıyla çözülemeyeceği çok açık. Üstelik yaşananlar bize gösteriyor ki, Türkiye bu meseleyi şiddet yoluyla çözmeye çalıştıkça, Kürt halkını ve taleplerini düşmanlaştırdıkça her açıdan zayıflayıp dışarıdan gelecek operasyonlara açık hale geliyor. Türkiye’nin ekonomisi, çok uzun yıllara yayılacağı kesin olan bu imha planını zaten kaldıramayacak durumda, ancak Kürtleri ve kurulacak olan bir Kürdistan’ı kendisi için en büyük tehlike olarak gören devlet zihniyeti değişmedikçe dönüp dolaşıp geleceğimiz yer maalesef savaştır. Savaşma kapasitesi ve toplumsal desteği 1990’lı yıllarla kıyaslanamayacak kadar büyümüş bir PKK ile yıllar sürebilecek bir savaş Türkiye’ye ne kazandırabilir? Yukarıda da belirttiğim gibi kazandırabileceği tek şey, düşmanlaştırılmış Kürtlere karşı bir araya getirilmiş Türkçü İslamcı kitleler ve bu gün kurulduğu ilan edilen ve geleceği fazlasıyla kuşkulu milli mutabakat gösterisidir.

Ortadoğu’da Türk ve Kürt halklarının demokratik yapılar kurarak birlikte yaşamasını öncelikle emperyalist devletler istemezler. Noam Chomsky’nin sık sık tekrarladığı gibi ABD Ortadoğu’da asla gerçek bir demokrasinin kurulmasını istemez. Çünkü gerçek bir demokrasi kurulduğunda halklar kendi aralarında savaşmaz ve kendi kaderlerini kendi çıkarları doğrultusunda tayin etmeye başlarlar.

Savaş politikalarında ısrar etmek Türk halkına da Kürt halkına da zarardan başka bir şey kazandırmaz. Bu savaşın kazananı nihayetinde sadece emperyalist devletler olur. Bu savaşı sürdüren, Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözülmesine karşı çıkan, Güneyde kurulacak Kürdistan’ı düşman ilan eden tüm çevrelerin emperyalizmin değirmenine su taşıdığını unutmamak gerekir. Bunun için son kırk yılı incelemeniz yeter. Gerçek bir anti-emperyalist tutum, Türk ve Kürt halklarıyla birlikte tüm Ortadoğu halklarının barış içinde, eşit haklara sahip olarak, demokratik yapılar altında birlikte yaşamasını savunmaktır. Ne ironiktir ki bu gün kendisini anti-emperyalist, ABD karşıtı ilan eden ulusalcılar Ortadoğu’yu halklar mezarlığına dönüştürecek milliyetçi, savaşçı politikaların savunuculuğunu yapmaktadırlar.

Kürtlere gelince, yüz yıldır bu topraklarda yaşadıkları katliamlara karşı yine direnmeye ve canlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Suriye’de gösterdikleri direnç ve mücadele Kürtleri önemli bir aktör haline getirmiş durumda. Ancak Kürtlerin geleceğini belirleyecek en önemli faktörün Kürt ulusal birliğinin kurulup kurulamaması olacağı görülüyor. Öcalan uzun zamandır bir ulusal kongre toplanması konusunda boşuna ısrar etmiyor. Bu kongre yıllardır toplanamıyor, belli ki Kürtleri kolayca manipüle etmek isteyen ABD de dâhil kimse bunun olmasını istemiyor. Sadece Türkiye’de değil, Suriye ve Irak’ta da kapsamlı saldırılara maruz kalacağı görülen Kürtlerin tek çaresi bir araya gelmektir. Biran önce bir ulusal Kürt kongresinin toplanması gerekmektedir. Elbette ki Ortadoğu’da hiçbir halk tek başına huzura ve demokrasiye kavuşamaz. Ancak bu gün Kürtler açısından oluşan durum “olmak ya da olmamak” pozisyonudur. Kürtler yaşam alanlarını korumak gibi hayati bir durumla karşı karşıyadır.

 Kürt siyasi hareketinin başta HDP olmak üzere enerjisinin önemli bir kısmını buna ayırması elzem görünüyor. Belirli kazanımlar elde edilmiş olsa da bölgenin en önemli iki devleti, Türkiye ve İran açıkça bu kazanımları kabul etmeyeceğini ve bölgede büyük bir Kürdistan’ın kurulmasına izin vermeyeceklerini açıkça belirtiyor. Suriye’de Esad rejiminin, kendisini güvenceye alması ardından Kürtlere saldırmayacağının hiçbir garantisi yok. Kürtler çok yönlü ve çok boyutlu saldırılarla karşılaşacakları bir döneme giriyor. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında görülen bölünmüşlük durumu tekrar ederse, bu gün elde edilmiş kazanımların ne kadarının korunabileceği çok tartışmalıdır. Elbette bahsedilen kazanımlar Irak ve Suriye Kürtleri için geçerlidir. Türkiye ve İran Kürtleri daha uzun bir süre imha ve asimilasyon politikalarıyla mücadele etmek zorunda kalacaklar gibi görünüyor.