BGST Yayınları, Sonbahar 2007 sezonunda “Bilim, Rasyonalite ve Postmodernizm Tartışmaları” başlığını taşıyan iki kitaplık dizinin ilkini yayımlıyor. Diğer kitap, Şubat 2007’de yayımlanacak. İlk kitap, “Postmodernizm ve Sol” alt başlığını taşıyor. Michael Albert, Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın yazılarından oluşan bu çalışma, postmodernizmin sol aktivizm üzerindeki tahripkâr etkisini inceliyor ve alınabilecek olası önlemleri tartışıyor. Aşağıda, kitapta yer alan ve postmodernist düşüncenin eleştirisinde bir kilometre taşı sayılabilecek ünlü Sokal Vakası’na ilişkin Michael Albert’in iki makalesini okurlarla paylaşıyoruz.

İlk bölüm için tıklayınız..

Son sayıda,

(1) bilimin birçok kez kötüye kullanılmasından ve bazı bilim insanlarının kötü davranışlarından kalkarak bilimin, rasyonalitenin ve hatta hakikatin bile özünde baskı ürettiği iddiasında bulunmanın gayrimeşruluğunu; ve

(2) böyle bir iddiada bulunmanın kötü etkilerini ele aldım.

Bilim insanlarının ve bilimsel projelerin bazen maço, ırkçı, sınıfçı, aşırı ölçüde indirgemeci ve hükmedici olduğunu belirttim. Bilim insanlarının yaygın ticari ve ideolojik ihanetini kınadım. Ama aynı zamanda bilimin reddedilişini reddetmek için birçok neden sundum.

Bütün bunları öne sürerken şunu yazmıştım: “Postmodernizmin büyük bölümü, hepsi tutarsızca birbiri içine karıştırılarak bir araya getirilen ve bir bilgelikmiş gibi gözükmesi için özenle süslenen (a) lise ikinci sınıf öğrencisinin bilebileceği türden bildik doğruları, (b) aşikâr yanlışları ve (c) anlamsız, zorlukla okunup yazılan ifade tarzını gizlemekte kullanılan, gereksiz yere karmaşık hale getirilmiş bir dil bataklığıdır. Elbette postmodernizm geniş başlığı altında yapılan bazı ciddi çalışmalar da vardır; ancak bu çalışmalar postmodernizm düşünce okulunun genel gidişatına aykırı ve esas vurgu noktasının dışındadır.” Sanıyorum bu ifade biçimi birçok insanı incitti.

Çok mu serttim? Belki de kültür, iletişim ve toplumsal cinsiyet konusunda postmodernistlerin birçok önemli ve yararlı kavrayışları olduğunu daha kesin bir biçimde belirtmeliydim. Eğer bu önemli ve yararlı kavrayışlardan herhangi biri, yukarıda “b” ve “c” altında topladığım özelliklerin birinden türetiliyorsa, o zaman eleştirel biçimde “b” unsurlarını yanlış ve “c” unsurlarını da gereksiz yere karmaşık olarak nitelememin yanlış olacağını elbette kabul ediyorum. Ama eğer kavrayış içeren postmodern çalışmalar yalnızca bildik doğrulara ve postmodern okulun dışından gelen kavrayışlara dayanıyorsa ve tüm “b” ve “c” maddelerinden bağımsızsa, hatta bunlarla çelişiyorsa, işte o zaman hiç de sert olduğum söylenemez. Bu durumda, “b” ve “c” bölümleri atılmalıdır. Ama aldığımız mektuplara yanıt vermem gerekiyor.

Steve’le Heidi, “biz postmodern toplumsal teorinin büyük bölümünün hakikatin olmadığını söylediğini düşünmüyoruz, bunun yerine birçok hakikat vardır dediğini düşünüyoruz” diye yazmışlardır. Bu söylediklerini açmak için de Marksizmin, feminizmin, milliyetçiliğin vs. baskıyla ilgili birçok hakikati ortaya çıkardığını, ama bu bakış açılarının hiçbirinin tek başına doğru olmadığını belirtiyorlar.

Haklılar; yalnızca tek değil, birçok hakikat vardır. Ama bu herkesin gayet iyi bildiği bir doğru (bir “a” maddesi) değil midir? Steve’le Heidi şunu eklemişler: “Postmodern toplumsal teori sadece dünyayı kültürel bir dolayıma sahip görme, sınama, koklama ve duyma biçimleriyle gördüğümüzü kabul etmektir; en saf haliyle de olsa pozitivizmin de bundan bağışık olmadığını kabul etmektir.” Ama bunun farkına varmak, ağır bir teoriyi ya da hakikatin, bilimin ve rasyonalitenin yadsınmasını gerektirmez. Elbette insanlar dünyayı, hayatları boyunca toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi bağlamlarda edindikleri özellikler dolayımıyla görürler. Bu da başka bir “a” maddesidir.

Jack, “Postmodernistlerin asıl önemli katkısı … rasyonaliteyi ıskartaya çıkarmak amacıyla giriştikleri yanlış yönlendirilmiş çabaları değil, rasyonalitenin ve bilimsel yöntemin dünyayı ve deneyimlerimizi anlamamızda yalnızca çok sınırlı araçlar olduğunu göstermek konusundaki azimli çabalarıdır” diyor. Eğer “rasyonaliteyi ıskartaya çıkarma çabası” tâli bir öğeyse, atıverin gitsin. Bilimsel yöntemin sınırlarını açığa çıkarmaya gelince: Doğru, bilim yoluyla bir oğlu ya da anneyi sevip sevmediğimizi ya da çimenler ayaklarımıza değdiğinde duyumsadığımız şeyi ya da dürüstlüğün ne olduğunu ve bu konuda neler düşündüğümüzü bilemeyiz. Hiçbir bilim insanı da zaten bunu inkâr etmeyecektir. Buna karşın, bilim insanları (1) kanıtları, deneyleri ve mantıksal tutarlılığı etkili bir biçimde kullanabileceğimiz sınırlı araştırma alanlarının olduğunu söyleyeceklerdir – örneğin, kurşunlu boyanın çocuklar üzerindeki etkisini değerlendirirken ya da Ayın yörüngesini veya sülfür atomlarının bileşenlerini incelerken olduğu gibi. Ve (2) eğer bu yöntemler adıgeçen alanlarda açık seçik bir bilgi sağlıyorsa, o zaman bu alanlarla ilgili bilgi olmasını istediğimiz ya da umduğumuz şeylere ya da öyle olduğunu hissettiğimiz veya hayal ettiğimiz şeylere ya da yalnızca aşikar (fakat dikkatli bir biçimde sınanmamış) deneyimin bize gösterdiklerine göre öncelik taşımalıdır. Hangi alanların yararlı ve bilimsel olarak ele alınabileceği ya da bazı bilim insanlarının sınırları fazlasıyla aşıp aşmadığı ya da iyi bir iş çıkartıp çıkartmadığı, hatta bilimsel davranıp davranmadığı gibi konuları ele almak; ya da elde edilen bilgiyle ne yapılması gerektiğine kimin karar vereceğini tartışmak kuşkusuz arzulanır bir durumdur. Ama ortada yalnızca birbiriyle eşit düzeyde iddialarda bulunan hikâyeler olduğunu ve bu nedenle bilimin de bir başka hikâye olduğunu söylemek, bir “b” maddesidir.

Aynı noktayı bir de şöyle anlatayım. Eğer postmodernizm aşk, nefret ya da bir gökkuşağını huşu içinde seyretmemiz konusunda Newton, Curie ya da Feynman’a göre Dostoyevski, Poe ya da Plath’ın çok daha bilgilendirici okumalar olduğunu söylüyorsa, zaten bildiğimiz bir şeyi söylüyor. Ama eğer postmodernizm uygulanabildiği alanlarda Newton, Curie ve Feynman’ın iddialarının bilimsel olmayan iddialara göre öncelikli olduğunu inkâr ediyorsa, o zaman yeni bir şey söylüyor; ama bu söylediği tümüyle yanlıştır.

Linda kutuplaşmayı kınıyor ve Sokal’ın “hilesinin”, “akademisyenlerin, bu tür bir girişimin içerdiği risklere rağmen uzmanlıkları dışındaki konularda yazı yazma cesareti gösterdikleri” bir dergiye karşı “belden aşağı vurmak” olduğunu söylüyor. Ama bu akademisyenler bilimi ve rasyonaliteyi de fazlasıyla eleştiriyorlar. Eğer bu konu hakkında aptallıkla kavrayışı birbirinden ayıramayacak kadar az şey biliyorlarsa – ki Sokal tam da bunu göstermişti – bu durum, onca bilgiçlik taslamanın ardında dosdoğru bir hakikatin olduğunu göstermiyor mu?

Roger diyor ki: “Aynı anda hem bilimin tamamını birkaç örneğe dayanarak mahkum etmeye karşı ihtiyatlı davranan, hem de sıra edebiyat teorisine gelince tam da bunu yapan bir makalenin mantığını izlemek zordur.” (Ayrıca Jack de, benim bilimin en iyi yönlerini insafsızca postmodernizmin en kötü yönlerinin karşısına çıkardığımı düşünüyor.) Eğer yaptığım buysa, bunun büyük bir tutarsızlık olacağını kabul ediyorum. Belki de kendimi iyi ifade edemedim. Bir kez daha deneyeyim.

Bir yanda bilim ve bilim insanları var. Birçok bilim insanı da kötü şeyler yapıyor. Bir yanda da postmodern fikirlerle görüşler ve postmodernistler var. Ve birçok postmodernist de kötü şeyler yapıyor.

Belli bir grubun üyelerinin beğenmediğimiz bazı davranışlarından hareket ederek doğrudan bu grubun kullandığı temel entelektüel araçları yadsımaya geçebilir miyiz; yani, bilim insanlarından bilime, profesörlerden postmodernizme meşru bir biçimde sıçrayabilir miyiz?

Roger’la aynı fikirdeyim. Elbette sıçrayamayız. Temel olan kısmı eleştirebilmek için, temel olanın yapılan kötü şeylerle güçlü bir bağlantısı olduğunu göstermeliyiz. Örneğin, İngilizce ile İngilizce konuşan insanların işledikleri suçlar arasında böyle bir bağlantı kuramayız. Peki ya bilimle ilgili olarak? Bilimin entelektüel araçlarını kullanmaları, bilim insanlarını bomba ya da montaj hatları tasarlamaya mı itiyor? Peki ya postmodernizmle ilgili olarak? Postmodernizmin entelektüel araçlarını kullanmaları, profesörleri zararlı yanlışları desteklemeye ve aktivizmden kaçınmaya mı itiyor? Hakikatin olmadığı, yalnızca birbiriyle çekişen birçok hikâyenin olduğu yolundaki bazı temel görüşlerin yandaşları arasında yaygın olan siyasi çıkmazlara ve kafa karışıklıklarına nasıl doğrudan yol açtığını gösterdiğimde, postmodernizmle ilgili olarak böyle bir kanıt öne sürmeye çalışmıştım. Bunu başarabildim mi? Belki de başaramadım. Peki ya postmodernistler bilime saldırırken bu tür kanıtlar öne sürmeyi deniyorlar mı? Birincisinin özü itibariyle ikincisini nasıl ortaya çıkardığını göstererek, rasyonel olmayı ya da mantık veya kanıt kullanmayı hükmedici ya da maço olmakla ilişkilendiriyorlar mı? Böyle bir şey varsa, bunu kesinlikle görmek isterim.

Jack şunu ekliyor: “Postmodernizmin karışık, muğlak ve zor anlaşılır ifade tarzına ve antirasyonel yönüne yoğunlaşarak bazı postmodern analizlerin ardındaki güçlü fikirlere çok büyük haksızlık ediyorsunuz.”

Birçok insan benzer bir duygu içerisinde gibi görünüyor; bense bunu anlamıyorum. Saçmalığı eleştirmek, daha iyi ve güçlü fikirlerin öne çıkıp daha etkili olmaları için onlara yer açan yapıcı bir eylem değil midir?

Birinin Stalinizmle ilgili bir eleştiri söz konusu olduğunda, Stalinizmin otoriteciliğine yoğunlaşmanın, kapitalizmin sınıf temeliyle ilgili Stalinist analizlerin “ardındaki güçlü fikirlere” karşı “ağır bir haksızlık” olduğunu söylediğini varsayalım. Bu görüş yanıltıcı olurdu, çünkü eleştirilmesi gerekenler tam da zayıf, yanıltıcı ve yanlış fikirlerdir. Eğer hatalı fikirler okul için tâli önemde ise, yok olmaları iyi olur, kaybımız büyük olmaz ve proje devam eder. Yok eğer hatalı fikirler yaklaşımın özündeyse, olduğu gibi kaldırıp atın ve iyi fikirler yeni biçimlere bürünerek yeniden yüzeye çıksın.

Postmodernistler bazı bilim insanlarının baskıcı eylemlerine saldırıyorlar; ben de bunu yaparlarken onlara katılıyorum. Buna karşılık, ben de bazı postmodernistlerin yanlış iddialarına saldırıyorum. Duyarlı postmodernistlerin de heyecanla bu eleştiriye katılmaları gerekmez mi? Özeleştirel postmodernistler postmodernizmin özünü oluşturan bazı inançları savunmak istiyorsa ve kendilerini eleştirirken çok ileri gittiğimi söylüyorsa – tıpkı benim bilimsel yöntemin özünü savunmak isteyip onların da eleştirilerinde çok ileri gittiğini söylemem gibi – o zaman sorun yok. Yanlış görüşleri çöpe atarken, onunla birlikte çöpe atmamam gereken değerli görüşleri hemen dinlemek isterim. Sanırım, Jack’in son derece akla yakın duruşu da bunu söylüyor; ama çöpe attığım o temel inançların neler olduğunu göremiyorum. Postmodern yazılarda gördüğümüz yararlı fikirlerin – örneğin kültürün bizi etkilediği çeşitli yollar hakkında ileri sürülen fikirler gibi – istisnasız şekilde saldırdığım şeylerden bağımsız olarak savunulabileceği, dolayısıyla çöpe atılma tehlikesine maruz kalmadıkları gösterilebilir diye düşünüyorum.

Jack şunu ekliyor: “Bilimin yalnızca bir başka hikâye olduğu iddiası, bilimsel araştırmanın da – hikâye anlatmanın başka herhangi bir türü gibi – bir durumun belirli yönlerini seçerek ele aldığını ve anlatıya dair belirli uzlaşmaları ve değerlendirme ölçütlerini izlediğini göstermeye hizmet ediyor …”

Doğru, bilim “belirli yönler seçer” ve “belirli uzlaşmaları ve ölçütleri izler”; yine de bilim insanlarının rahatlıkla kabul ettikleri bir şeyi anlamak için niçin hikâye anlatımına referans yapmamız gerektiğini anlamıyorum. Bu durum da yine bir başka “a” maddesidir.

Jack sözlerini şöyle sürdürüyor: “… Bilimin bir edebiyat türüne benzediğine işaret etmek, modern bilimin nedenselliğe, yinelenebilirliğe ve öngörülebilirliğe ilişkin vurgusunun bazı (genellikle hükmedici ve eril) hedeflerle – yani hem sömürgeciliğin hem de kapitalizmin merkezi işlevi olan dünyaya hükmetme hedefiyle – bağlantılı olduğunu gösterir.”

Ne demek şimdi bu? Birincisi, şiir yazmak (bir başka edebiyat türü) emperyalizm ve erillikle mi ilişkilidir? İkincisi, bombalar atmanın ya da bomba tasarlamaya vakit ayırmanın toplumun hükmedici ve cinsiyetçi dinamiklerinden etkilendiğini söylemek ayrı bir şeydir. Ama Jack’ten yaptığım alıntı nedenleri anlamaya, yinelenen durumları fark etmeye ve öngörmeye çalışmanın da hükmedici veya eril olmaya yol açtığını söylüyor sanki. Kuşkusuz birçok postmodernist de buna berzer şeyler söylüyor. Ama gerçekten böyle mi? Bu gezegen üzerinde herhangi bir yerde, fırsatını bulduğunda nedenlere ilişkin – ve kısmen yinelenen durumlarla ilgili deneyime dayanan – bilgileri temel almadan ve öngörme yeteneğini kullanmadan hareket eden bir kişi gösterin bana. Bunu yapan herkes hükmedici ve cinsiyetçi midir? “Gerçek bir kadın” olmak, nedenler aramayı kötülemek anlamına mı gelir? Aynı bapta, hangi bilim insanının (iyi tarafından bakıldığında) meraktan ve (kötü tarafından bakıldığında) para veya kişisel statüden ziyade dünyaya egemen olma arzusuyla hareket ettiğini merak ediyorum. Ekolojistler mi? Biyologlar mı? Fizikçiler mi? Jack’in mektubu, postmodernizmin “atılması gereken” “b” tarafının kendini gösterdiği bu tek bölüm dışında, sanırım ölçülü ve mantıklıydı.

İngilizcenin sık sık ırkçı ve sınıfçı bir şekilde konuşulduğu gerekçesiyle İngilizce konuşan bir kişinin ırkçı ya da sınıfçı olduğunu söylemenin saçma olacağını hepimiz biliyoruz. Sömürgeci ve cinsiyetçi amaçlara hizmet etmekte sıkça kullanılan kanıtı, mantığı, yeniden üretilebilirliği ve öngörüyü kullandığı için bir kişinin hükmedici veya cinsiyetçi olduğunu söylemenin de aynı şekilde saçma olduğu açık değil midir?

Son olarak Steve ve Heidi şöyle yazıyor: “Üniversitede aktivizm olmamasının nedenlerinden biri olarak da postmodernist akademisyenleri suçlamak bizce çok kuşkulu, temelsiz ve hatta gericidir. İşletme derslerine karşılık kaç öğrenci gerçekten postmodernizmle ilgili derslere giriyor ki?”

Üniversitelerdeki asıl polisin iktisat ve siyaset bilimi bölümleri olduğunu ve bu bölümlerde, örneğin şirket yapısının niteliği ve insani sonuçları konusundaki araştırmaları engelleyen gayet güçlü ve rezilce kısıtlamaların mevcut olduğunu elbette ben de biliyorum. Üniversitedeki esas aktivizm-karşıtı dürtünün, baskıcı bir biçimde tasarlanıp işletilen bir bağlamın dayattığı toplumsal normlara uygun davranmaktan, yozlaşmış roller elde etmek için rekabet etmekten vs. kaynaklandığını da biliyorum. Ama postmodernizm ve aktivizmle ilgili bir tartışmada öne çıkan başka şeyler de var.

Üniversitelere birçok genç gelir. Bazıları, artık hangi nedenlerle kim bilir, toplumsal meselelere ve sol anlayışa ciddi bir eğilim gösterir. Bunlar çoğunlukla üniversite aktivizmini başlatan ilk enerjiyi ve gücü sağlayan öğrencilerdir. Peki, günümüzde bu gençlerin başına ne geliyor?

Bence birçok üniversitede bu gençler, kendilerine solcu diyen ve solcu değerleri benimseyen öğretim üyelerini bulup, onların derslerine giriyor ve onlarla dost oluyorlar. Benim kuşağım bu deneyimi, Howard Zinn, Noam Chomsky gibilerle ve daha az bilinen, ama benzer yönelimleri ve bağlılıkları olan başka birçok kişiyle yaşadı. Ama bugünlerde birçok yerde, solcu öğretim üyeleriyle bağlantı kurmanın postmodernizmin içine atlamak anlamına geldiğini düşünüyorum. Postmodernizmi korkunç derecede anlaşılması zor, ilgisiz ve seçkinci gören ve iğrenerek solu terk eden bu öğrencilerin çoğu için bunun çok cesaret kırıcı bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Ayrıca kalıp postmodernizmle ilgilenen öğrencilerin birçoğunun gerekli jargonu öğrenirken soğuk terler döktüklerinden ve başarılı olma sürecinde, daha önceki yazımda dile getirdiğim nedenlerin bir kısmı yüzünden aktivizmi “aştıkları”ndan kuşkulanıyorum. Bunun yanlış bir algılama olabileceğini kabul ediyorum. Ama birçok öğrenci bana böyle şeyler söyledi. Belki üniversiteli gençler bu durumun gerçek olup olmadığını anlatmak için bize yazarlar. Bu çerçevede, çoğu solcu postmodernist öğretim üyesi sınıflarda yapılan yapı bozumları ve postmodernizm konferansları dışında, Yeni Parti’ye Yeşillere ve İşçi Partisine, yerel örgütleme projelerine, işçi mücadelelerine, yine bu bapta siyasi olan herhangi bir şeye zamanlarının bir kısmını ayırıyor mu? Umarım öyledir. Bunu duymayı çok isterim. 

İlk bölüm için tıklayınız..