Dünyada yaklaşık 40 yıldır izlenen neoliberal politikaların yol açtığı yoksullaşma ve yıkım, bir dizi ülkede kitlelerinin tepkisini manipüle etme becerisi gösteren aşırı-sağcı liderlerin seçilmesine yol açmıştı. Neoliberal politikalardan zerre kadar taviz vermeyen, otoriter yönetim meraklısı bu yeni tip liderlerin Kovid-19 salgını karşısında tutumları büyük benzerlik gösterdi: Salgını küçümsemek, insan sağlığını umursamamak, milliyetçi-şovenist söylemlere başvurmak ve krizi yönetme biçimlerini göklere çıkaran bir propagandaya başvurmak.

ABD Başkanı Donald Trump, uzun süre ısrarla Kovid-19 virüsünü “Çin virüsü” olarak tanımladı. ABD, Çin’den kaynaklanan bir tehditle karşı karşıyaydı. Salgının ortasında ABD ekonomisinin Paskalya Bayramı’na (12 Nisan) kadar eski haline getirilmesi gerektiğini söyledi. “İnsanların bir an önce işlerinin başına dönmesine istiyorum” dedi ve şöyle devam etti: “Araba kazalarında da her yıl Kovid-19’dan çok daha fazla insan kaybediyoruz. Ama otomobil firmalarına, üretimi durdurma çağrısı yapmıyoruz. Herkes işine dönmeli.”[i] Trump sonraki günlerde, bu kez ABD’nin salgın karşısında çok hazırlıklı olduğunu söyleyecekti.

Birleşik Krallık Başbakanı’nın başlangıçta “sürü bağışıklığı stratejisi” izlediğini biliyoruz. Olağanüstü önlemler alınmayacak, ekonomi durmayacak, ölen ölecek kalan sağlar bizim olacaktı. İşçi Partisi ve sivil toplumun baskısı karşısında çark etti. Bu yazı yazılırken İngiltere’de vaka sayısı artmaya devam ediyor ve Boris Johnson Korona pozitif tanısıyla yoğun bakımdan yeni çıkmıştı.

Yeni kuşak faşist liderlerden Brezilya Başkanı Jair Bolsonaro, Kovid-19’un yayılmasına karşı alınan önlemlere savaş açtı. Önlemlerin “histeri ve kuruntu”dan kaynaklandığını, çalışma yaşamının askıya alınmasının açlığa, sefalete yol açacağını ileri sürdü. “Normale dönmeliyiz. Toplu ulaşım yasağı ve kitlesel ev hapsi, koronavirüs tedbirlerine dahil edilmemeli” dedi ve önlemleri uygulayan bölge valilerine tepki gösterdi.[ii]

Türkiye’de de krizin yönetimi özünde farklı olmadı. Saray rejiminin Kovid-19 virüsüyle mücadele stratejisi temelde aşağıdaki unsurlardan oluştu ve şu  sonuçlara yol açtı:

  • “Ekonominin çarkları” dönmeliydi, böylece işçiler, emekçiler ile onların enfekte edebiceği yakınları gözden çıkarıldı. Böylece, açıkça söylenmese de geçinebilmek için işe gidip gelmek zorunda olan geniş kesimler ekonominin çarklarının dönmesi için kendilerini feda etmeye zorlandı.
  • Devlet yetkililerinin “her türlü tedbiri alıyoruz” retoriğine karşın, Kovid-19 salgınının halk sağlığı üzerindeki olası feci sonuçları yeterince ciddiye alınmadı. Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) ifadesiyle “Göz göre göre ülkenin enfekte olmasına göz yumuldu.”
  • Devlet yetkililerinin, Kovid-19 vakalarını ve özellikle ölümleri olduğundan az göstermek için bilinçli bir politika izlediği görüldü. Defin verileri ve TBB raporları bu yönde inandırıcı bulgular ortaya koydu.
  • Meslek örgütleri kriz yönetiminden dışlandığı gibi yerel yönetimlerin insani yardım amaçlı kampanyalarının bir kısmı da engellendi. Meslek örgütlerinin kriz yönetiminden dışlanması, hiçbir şekilde şeffaf olmayan, Bilim Kurulu’nun önerilerinin veto edildiği bütünüyle devlet merkezli bir sürece yol açtı.
  • Bütün süreç, gerçek durumun üzerini örtecek şekilde en üst düzeyde bir propaganda stratejisiyle yürütüldü. Türkiye son derece başarılıydı, salgın kontrol altına alınıyordu, can derdindeki halk rahatlatılıp pasifize edilmeliydi.

“Ekonominin çarkları dönmeli”

Türkiye’de resmi olarak açıklanan ilk korona vakasının görüldüğü 11 Mart’tan tablonun giderek kötüleştiği günümüze kadar salgın krizinin yönetimine değişmez bir tutum damgasını vurdu: Ne olursa olsun Türkiye üretmeye devam etmeliydi. Bu parolayla, orta ve üst sınıflar “evde kal” sloganıyla “kendi OHAL’ini ilan etmeye” çağrılırken işçi ve emekçiler doğal seçilim, yani sürü bağışıklığı sürecine sokuldular. Söz konusu tutumun altında iki belirleyici etken vardı. İlki, Saray rejiminin büyük bir ekonomik daralmayı kendi sonu olarak görmesiydi. İkincisi ise, zaruri mal ve hizmet üretimi dışında genel bir karantina ilan edilirse eve çekilecek işçi ve emekçilere gerçek anlamda bir gelir güvencesi sağlamak gerekiyordu. Her iki olasılık da Saray rejimi açısından kabul edilemezdi. Her koşulda üretime devam etmenin nasıl büyük bir dar görüşlülükten ve fırsatçı varsayımlardan kaynaklandığı belirtmekte fayda var. Temel varsayım, salgının kısa sürede kontrol altına alınması ve rejimin bu süreçten daha da güçlenerek çıkmasıydı. Böylece, Saray rejiminin zayıflayan popülaritesi kuvvetlenecek, Ocak-Şubat aylarındaki “ekonomik canlanmaya” kaldığı yerden devam edilecekti. Peki ya zorunlu karantina uygulanmadığı için salgın iyice yaygınlaşır ve beraberinde ekonomik bir çöküşü getirirse? Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumu “söz hakkı olmaması gereken bir sürü”den ibaret gören otoriter rejimler için bu soru anlamsızdır; zira politikalar orta-uzun vadeye göre oluşturulmaz, kısa vadede ortaya çıkabilecek fırsatlara bakılır. Bu nedenle, kamu hizmetine dönük kurumsal yapıların çökertilmesi söz konusu rejimler için tesadüf sayılmamalıdır.

Bununla birlikte, insan toplumu bir sürüden daha fazlasıdır ve haklarını savunmak için direnme eğilimindedir. Nitekim, Nisan başında koronavirüs tespit edilen Gebze’de Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu Sarkuysan, Makine Takım, İnform ile Petrol-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu DYO ve başka fabrikalarda işçiler üretimi durdurdular. Yasal hakları olan tehlikeden kaçınma haklarını kullandılar. Kocaeli Valiliği de 15 gün süreyle “iş bırakma” dahil tüm eylemleri yasaklama kararı aldı.[iii] Önümüzdeki süreçte bu tür direnişlerin artmasını bekleyebiliriz.

“Ülkemiz göz göre göre enfekte hale getirildi”

Bu ifade, Türk Tabipleri Birliği (TBB) Merkez Konseyi’nin 30 Mart tarihli açıklamasından alınma. TTB Merkez Konseyi salgının zamanında ciddiye alınmamasını şu örneklerle açıklıyordu: Salgının küresel bir karakter kazandığının bilinmesine rağmen İran’la sınır kapısı zamanında kapatılmamıştı. Avrupa’dan gelen 300 bini aşkın kişinin en fazla ateş ölçümü yapılarak ülkeye girişine izin verilmişti. AB’ye karşı bir şantaj aracı olarak kullanılan göçmenler araçlarla kitlesel olarak Yunanistan sınırına taşınmış, bir hafta sonrasında da yeniden, yine kitlesel olarak eski ikametlerine taşınmıştı. Umre’den dönen yaklaşık 20 bin kişinin ancak 6 bini karantinaya alınmıştı. Umreciler hemen her yere yayılmış, kutlamaları kabul etmişti. Okullar tatil edilmesine karşın eşzamanlı olarak askere alımlar/terhisler ve toplu ibadetler engellenmemişti.

Aynı açıklamada, “hastalık belirtisi olanların büyük bölümüne, temaslılara, sağlık kurumlarında hasta ve olası KOVID-19’lularla teması olan sağlık emekçilerine sistemli olarak test” yapılmadığı söyleniyor ve “olgular ve temaslılar neredeyse hemen her yerdedir” deniliyordu. Daha sonra da sağlıkçıların kendilerine sistematik test yapılmadığı, hatta yeterli koruyucu ekipman bile sağlanmadığı yolundaki şikayetleri yaygın şekilde devam edecekti. Nitekim İstanbul Tabip Odası (İTO) daha 30 Mart’ta İstanbul’daki kamu hastanelerinde enfekte olan hekim ve sağlık çalışanının 100’ü geçtiğini açıkladı.[iv] Salgınla mücadelede sağlıkçıların enfeksiyondan korunmasının ne kadar önemli olduğu bilinmesine karşın, en temel önlemler bile yaygın şekilde hayata geçirilmedi veya geç geçirildi.

Önlemlerin zamana yayılmış şekilde ve tedrici olarak alınması da rejimin salgın karşısında tutarlı bir strateji oluşturma iradesi ve becerisinden yoksun olduğunu ortaya koydu: 16 Mart’ta eğlence yerleri, barlar, kafeler, sinemalar kapatıldı. 21 Mart’ta 65 yaş ve üzerindekiler ile kronik hastalığı olanlar için sokağa çıkma yasağı getirildi. 27 Mart’ta şehirlerarası otobüs seferleri durduruldu. 4 Nisan’da 30 büyük şehre ve Zonguldak’a giriş çıkış yasağı getirildi. 5 Nisan’dan itibaren 20 yaş ve altında olanlara sokağa çıkma yasağı konuldu. Genel veya bölgesel karantina kararı bilinen sebeplerle alınmazken yukarıdaki önlemlerin zamana yayılması çok kritik bir zaman diliminde enfeksiyonun daha da yayılmasının önünü açtı.

Salgının yönetiminde gözlenen ciddiyetsizlik, 10 Nisan Cuma gecesi bizzat İçişleri Bakanlığı’nın aldığı bir kararla enfeksiyonun pek çok büyük şehirde çok kısa bir sürede ve hızla yayılmasına neden oldu. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 10 Nisan gecesi saat 22.00’de, aynı gece 24.00’ten itibaren geçerli olmak üzere 12 Nisan Pazar gecesi 24.00’e kadar iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini duyurdu. Yasak, 30 büyük şehri ve Zonguldak’ı kapsayacaktı. Birincisi, işçileri ve emekçileri hafta içi işe göndermekte gözlenen kararlılık, dünyada benzeri görülmemiş, pek de işlevsel olmayan, hafta sonuyla sınırlı iki günlük bir karantinaya yol açmıştı. İkincisi ve çok daha önemlisi, milyonlarca insanın yaşadığı bu şehirlerde kararın, yasağın başlamasından sadece iki saat önce duyurulması paniğe neden oldu. İnsanlar, marketlere ve fırınlara koştular, pek çok yerde “sosyal mesafeyi” ihlal ederek kalabalıklar oluşturup alışveriş yaptılar.

Bakanlık, Koronavirüs ölümlerini DSÖ’nün kodlarına göre raporlamıyor

Yukarıdaki alt-başlık da yine TTB’nin bir açıklamasından alınma. TTB, daha 16 Mart’ta bir basın toplantısı düzenlemiş, Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Sinan Adıyaman vaka sayısının bakanın açıkladığından daha fazla olduğu duyumları aldıklarını söylemişti. Adıyaman, negatif test sonuçları bir kez daha incelendiğinde, bakanlıktan “negatif” veya “pozitif” değil “yüksek riskli” gibi tuhaf cevapların geldiğini açıklamıştı. Diğer yandan İTO 30 Mart’taki açıklamasında, “PCR testlerinin gecikmesi ve bu testlerin yalancı negatifliğinin yüksek olması nedeniyle bilgisayarlı tomografi (BT) sonucuna göre tedaviye başlanan hastaların resmi açıklamada yer almadığını” duyurdu. Dolayısıyla sadece testi pozitif çıkanlar vaka dökümüne dahil ediliyor, vaka sayıları gerçekte olduğundan daha düşük görünüyordu.[v]

Korona virüs ölümlerinin gizlendiği konusundaki iddialar ise daha güçlü verilere dayanıyordu. TTB 8 Nisan’da yaptığı açıklamada, Türkiye’de açıklanan Kovid-19 ölüm sayılarının, başka ülkelerde doğrulanmış vaka ve ölüm sayıları arasındaki örüntüyle paralellik göstermediğini, Türkiye’de ölüm sayısının daha düşük olduğunu belirtti. Türkiye’de “bilgisayarlı tomografisi ve/veya klinik bulguları hastalığı desteklediği halde, PCR testi pozitif olmayan hastaların yaşamlarını yitirdiklerinde kayıtlara KOVID-19 olarak geçmediği, bunun yerine ‘viral pnömoni’, ‘doğal ölüm’ veya ‘bulaşıcı hastalık’ olarak geçebildiğini” açıkladı. TTB’ye göre bu uygulama, ölümlerin DSÖ’nün önerdiği kodlara göre raporlanmaması anlamına geliyordu. Dolasıyla böyle bir uygulama, ölüm sayılarının az gösterilmesine yol açmakta, “sorunun boyutunun tam olarak belirlenememesi ve alınması gereken halk sağlığı önlemlerinin yeterli düzeyde alınamaması riskini doğurmaktaydı.”[vi]

TTB’nin öne sürdüğü bulgular ve ulaştığı sonuç, KOVID-19 kaynaklı ölüm sayılarının olduğundan az gösterilmesi yönünde bilinçli bir politika izlendiğini güçlü bir olasılık olarak ortaya koyuyordu.

Meslek örgütlerinin dışlanması, muhalif yerel yönetimlerin insani yardımlarının engellenmesi

TTB başından beri Korona virüs salgınının önlenmesi için oluşturulan organlara dahil edilmesi çağrısında bulundu. 20 Mart’ta TTB, TTB Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu (UDEK) ve uzmanlık derneklerinin yaptıkları ortak toplantının sonuç metninde, şeffaf bilgilendirme yapılması, sürecin yönetimine TTB, Türk Eczacıları Birliği (TEB) gibi meslek örgütlerinin dahil edilmesi talep edildi.[vii]

Salgınla mücadeleye meslek örgütlerinin dahil edilmesi ve katkı sunmasına dair bütün bu çağrılar gözardı edildi. Buradaki asıl kaygı, elbette, halkın Saray rejiminin uygun gördüğünden daha fazlasını öğrenmesini önlemek, sürecin yönetimine ve alınan önlemlerin yetersizliğine ilişkin toplumda tepkilerin gelişmesinin önünü almaktı. 

CHP’li belediyelerin, salgın dolayısıyla yaşam şartları güçleşen kesimlere dönük insani yardımlarının engellenmesi ise tam bir skandal olarak tarihe geçti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) 30 Mart’ta salgın süresince İstanbul’da yaşayan ihtiyaç sahiplerine, yaşlılara, sağlık çalışanlarına ve hastalara yardım etmek için “Birlikte başaracağız” sloganı ile bağış kampanyası başlatmıştı. Bir gün sonra İçişleri Bakanlığı valiliklere yerel yönetimlerin bu tür bağış hesapları açamayacağını bildiren bir genelge gönderdi ve İstanbul Valiliği, İBB’nin Vakıfbank’taki hesabında toplanan yaklaşık 600 bin TL’yi bloke etti. Aynı uygulama Ankara Büyük Şehir Belediyesi’nin (ABB) 29 Mart’ta başlattığı “6 Milyon Tek Yürek” kampanyasına yönelik olarak da gerçekleştirildi. [viii]

31 Mart’ta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” adıyla devlet merkezli bir kampanya başlatmış, hesap numaralarını TV’den paylaşmıştı. Mesaj çok netti: “Dayanışma kampanyası olacaksa onu da Saray rejimi yapar, muhalefet yapamaz.” Bütün yeni nesil popülist, yeni-sağ iktidarlar gibi Türkiye’deki iktidar da her şeyi, hatta salgın sırasındaki yardım kampanyaları bile popülarite artırma/azaltma kriterine göre değerlendiriyordu. Bu tutum, yeni bir şovu sahneye koyma ve biz/onlar kutuplaşmasına oynayarak altta yatan, giderek de vahimleşen toplumsal gerçekliği gizleme amacı taşıyordu. Tabii iktidarı kaybetme korkusuyla boşaltılan Hazine’ye biraz kaynak yaratma amacını da güdüyordu. Toplumsal gerçekliğin gündeme oturmasının nereye kadar engelleneceğini hep birlikte göreceğiz.

“Türkiye bu küresel salgına ve krize en hazırlıklı ülkelerden biridir”

Salgının etkisini göstermeye başlamasından bu yana kriz yönetimi gerçeklerle hiçbir şekilde örtüşmeyen bir propaganda kampanyasına sahne oldu. Türkiye dünyada salgına en hazırlıklı ülkelerden biriydi; sağlık altyapısı ve “sağlık ordusu” diğer ülkelere göre daha iyiydi. Batılı ülkeler sağlık sistemleri yeteri kadar kapsayıcı olmadığı için bu duruma düşmüşlerdi, oysa Türkiye tüm tedbirleri alarak hastalığın ülkeye girişini geciktirmişti. Türkiye, Avrupa ve Amerika’ya kıyasla bu hastalığın yayılmasının üstesinden gelmeye en yakın ülkelerden biriydi.

Tayyip Erdoğan’ın yukarıdaki propagandatif açıklamalarına Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Türkiye’de pandeminin neredeyse kontrol altına alındığı mesajı veren açıklamaları eşlik ediyordu. Bakan 7 Nisan’da şu açıklamada bulundu: “Türkiye’de yoğun bakımlardaki doluluk oranımız yüzde 62-63’ü geçmedi. Böyle bir salgında, pandemide günler içinde aritmetik hatta geometrik artan doluluklar ve hasta sayılarıyla karşılaşırız. Bizde ise daha stabil giden, artış oranın giderek düştüğü ve önümüzdeki 1-2 haftanın son derece önemli olduğunu gördüğümüz bir tablo ile karşı karşıyayız.”[ix] Aynı gece A Haber kanalında “Koronavirüse karşı kritik süreç bittti mi?” altyazısı geçerken konuşan Bilim Kurulu’ndan Prof. Mehmet Ceyhan, vatandaşların bakanın açıklamalarını “artık vaka artış hızı durdu” diye anlamasından korktuğunu belirtme gereği hissetti. Ceyhan, vaka sayısının artmaya devam ettiğini, bu hızla artmaya devam etmesi halinde 100 binli vakalara gelineceğini, bunun hem sağlık sistemini zorlayacağını hem de ölü sayısında artışa yol açacağını” dile getirdi. Resmi yetkilileri ve medyayı izleyenler, Prof. Ceyhan’ın “bugün Türkiye, ABD ve Fransa’dan sonra en yüksek vaka açıklayan ülke oldu” açıklaması karşısında şaşırmış olmalıydılar.[x] Propaganda ve medya sansürü yüzünden geniş kesimlere ulaşamayan ertesi günkü bir başka habere göre de DSÖ Avrupa Bölge Ofisi, Türkiye’de koronavirüs vakalarında bir hafta önce kaydedilen hızlı artıştan endişe duyduklarını açıklamıştı.[xi]

Böyle kritik dönemlerde bir ülke halkına yapılabilecek en büyük kötülük, gerçek durum aksi yöndeyken, “her şey kontrol altında” türü mesajlar vermek olmalı. İktidarın sorunun üstesinden gelmede ne kadar başarılı olduğunu dillendirmesi, bunu da milliyetçi bir söylem eşliğinde yapması (“Avrupa ve Amerika’dan daha iyiyiz”) tehlikenin gerçek boyutları hakkında toplumsal bir bilinç oluşmasını sistematik olarak engellemeye yöneliktir. Amaç, içeride yeni yetme bir burjuvaziye ve her şeyin kaymağını yiyen rant çevrelerine, dışarıda ise savaş politikasına[xii] hizmet eden bir iktidarın ömrünü uzatmaktır. Bir nevi zaman kazanma ya da zamana karşı yarış çabası da diyebiliriz.

 

[i] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/trump-hayatin-12-nisandaki-paskalyaya-kadar-normale-donmesini-istiyor/1778167

[ii] http://siyasihaber4.org/brezilya-devlet-baskani-jair-baskan-bolsonaroya-beyaz-darbe-yapildi

[iii] https://www.evrensel.net/haber/401191/kocaeli-valiligi-tepkiler-uzerine-is-birakma-yasagi-sehven-yazildi-dedi

[iv] https://marksist.org/icerik/Haber/13673/Istanbul-Tabip-Odasi-100den-fazla-saglik-calisani-enfekte-oldu;-Onlemler-yetersiz

[v] https://www.ttb.org.tr/kollar/COVID19/haber_goster.php?Guid=1e5635b2-678c-11ea-9b1e-2ffd6a1940f6

[vi] https://t24.com.tr/haber/turk-tabipleri-birligi-bakanlik-koronavirus-olumlerini-dunya-saglik-orgutu-nun-kodlarina-gore-raporlamiyor,871495#_ftn1

[vii] http://bianet.org/bianet/saglik/221699-tip-uzmanlarindan-yetkililere-kac-kisiye-test-yapildi

[viii] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/03/31/ankara-ve-istanbulun-bagis-hesaplari-bloklandi/

[ix] https://haberglobal.com.tr/gundem/saglik-bakani-koca-can-kaybi-725-e-yukseldi-7-nisan-2020-koronavirus-verileri-38734

[x] https://twitter.com/sabah/status/1247618326701973506?s=12

[xi] https://www.dw.com/tr/dsö-türkiyedeki-tırmanıştan-endişeliyiz/a-53060991

[xii] Dünya ve Türkiye’nin tek gündemi Covid-19 salgınıyken Libya’da Türkiye’nin desteklediği İslamcı güçler, Hafter güçlerine karşı operasyon başlattı. İsmi “Barış Fırtınası” konan operasyonda Türkiye’den gönderilen İHA’lar kullanıldı ve operasyonu Türk komutanlar yürüttü. Suriye/İdlib cephesinde ise Türkiye, Rusya’yla yaptığı ateşkes anlaşmasını bir fırsata çevirme peşinde. “Savaş Etütleri Enstitüsü’nün (ISW) raporuna göre,1 Şubat-31 Mart arasında İdlib’de konuşlandırılan Türk askeri sayısı 20 bini geçti.” Fehim Taştekin, TSK’nın İdlip’teki konuşlanma biçiminin yeni bir hâkimiyet alanı yaratma çabasını gösterdiğini, bir süre sonra Suriye ve Rusya’yla askeri çatışmayı kaçınılmaz hale getirmek üzere planlandığını öne sürüyor. Bkz. “Bir İBAN, İki Sonsuz Savaş” https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/04/02/bir-iban-iki-sonsuz-savas/