Yaz aylarında “normalleşme” ya da “yeni normal” denilerek Covid-19 salgını ile mücadelenin sulandırılması, sonbaharla birlikte salgının yeniden yükselişe geçmesi, başta doğrudan tehdit altındaki sağlık çalışanları olmak üzere vatandaşlar nezdinde büyük hayal kırıklığı yarattı. Salgının minimum seviyelere çekileceği kısa süreli bir olağanüstü hal döneminin ardından kontrollü bir normalleşmeye geçme stratejisi uygulanamamış oldu.

Belirtmek gerekir ki, bu tek başına Türkiye’ye özgü bir mesele değil. Halk sağlığını tehdit edecek şekilde kalabalıkları seferber ederek Atatürkçü laikliğin bir sembolü olan Ayasofya Müzesi’ni fethetmek gibi absürtlükler ya da Sağlık Bakanlığı’nın açık veri yalancılığı hesaba katılsa dahi, Türkiye küresel başarısızlık tablosunun orta büyüklükteki bir parçası. Dünya devletlerinin hâl ve gidişatına bakıldığında, bazı istisnalar hariç, en başta Trump liderliğindeki ABD’nin başını çektiği küresel bir skandal yaşanıyor. Gerçekte, Türkiye’nin de dâhil olduğu uluslararası bir suç ortaklığı yaşanmaktadır.

Birleşmiş Milletler ve özelde Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) kararlı bir şekilde bu suçun üzerine gitme yeteneği yok. DSÖ, tanım gereği “ulusal çıkarlar” değil de insanlık adına pozisyon almak zorunda olsa bile, dünya devletlerine bağımlı bir yapıya sahip. Öyle olmasa, Trump yönetimi DSÖ’yü bir yandan ABD parası yiyip diğer yandan Covid-19’u ABD’nin de başına bela eden Çin’le arasını iyi tutmak ve Amerikan ulusal çıkarlarına aykırı hareket etmekle itham edemez, bununla da kalmayıp ABD’nin üyeliğini (dolayısıyla mali yükümlülüklerini) sonlandırmakla tehdit edemezdi.

DSÖ haklı olarak salgının ciddiye alınması ve önleyici uygulamalara gereken önemin verilmesi gerektiğini vurguluyor. Fakat BM, mesela asgari olarak dünya çapında irili ufaklı savaşların durdurulması, ülke bütçelerinin ağırlığının silahlanmaya değil halk sağlığına kaydırılması yönünde kararlar alamıyor. Dolayısıyla “Korona Günlerinde Barış” değil de “Korona Günlerinde Savaş” başlığını hak eden bir dönem yaşanıyor. DSÖ, savaşların salgınla mücadeleyi olumsuz etkilediğini anlayabilecek kurumsal zekâya sahip olsa bile, bunu ifade etme fırsatını bulamıyor.

Bu, Türkiye’den bakıldığında apaçık görünen bir durum: Saray’ın Ortadoğu, Akdeniz, Kuzey Afrika’daki gerilim ve çatışma bölgelerine, son olarak Kafkasya’da Azerbaycan-Ermenistan çatışmasına yatıştırıcı ve barışçı değil de fırsatçı, tarafgir ve savaş kışkırtıcısı olarak müdahil olma gayreti şaşırtıcı değil. Neo-İttihatçı emperyal açılım saplantısının bir gereği olarak ithalata dayalı silahlanmanın yanı sıra silah sanayini geliştirmeye, mümkünse uluslararası silah ticaretinin yükselen yıldızı olmaya şartlanmış bir devletten beklenebilecek bir şey. Şaşırtıcı görünen, salgının yarattığı baskıya rağmen, militarist devlet politikaları karşısında uluslararası camianın bir duyarlılık geliştiremiyor olması.

Hâlihazırda dünyada salgınla mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğine ilişkin bütünlüklü ve tutarlı bir çerçevenin oluştuğu söylenemez. Ulusalcı güdülenmeden uzak durmak, yerel olana odaklanırken küresel olanı ihmal etmemek, bu çerçevenin oluşturulması için atılması gereken bir adım. Atılması gereken bir diğer adım, kısmen aşağıda değinileceği gibi, gerçekte nasıl bir tehditle karşı karşıya kalındığı konusunda meydana gelen kafa karışıklığının giderilmesiyle ilgili.

İstatistiklere bakıldığında, ilk bakışta Covid-19’un öldürücülüğü küçümsenebilir gibi görünüyor. Dolayısıyla, salgının gerekçe gösterildiği OHAL uygulamalarıyla özgürlüklerin ortadan kaldırılmasının hedeflendiğini iddia etmek de mantıklı görünüyor. Dünyada Covid-19 bahanesiyle insanlığın baskıcı bir distopya evrenine hapsedilmek istendiği ve buna karşı durulması gerektiği mesajının verildiği protesto gösterilerine rastlamak, bunlara hak vermek de mümkün. Elbette salgının tehlike yaratmadığını varsayan bir irrasyonellikle sonuçlanmıyorsa.

Bilim insanları yalan söylemiyor ve küresel bir komplonun ajanları gibi hareket etmiyorlarsa, yeri geldiğinde bazı özgürlüklerin kısıtlanması gayet makul görünüyor. Çünkü virüsün toplumsal hayatı altüst etmesi, bulaşıcı olmayan hastalıklardan muzdarip kalabalık risk gruplarını tehdit etmesinden kaynaklanıyor. Bu risk grupları sabit ya da düzenli olarak azalan bir toplamı oluşturmuyor, aksine hem salgının hastalar üzerinde yarattığı tahribat nedeniyle hem de salgından bağımsız olarak çoğalma eğilimini sürdürüyor.

Covid-19 şu mesajı veriyor: Kısa dönemli acil önlemlerin yanı sıra, esas olarak ve uzun vadeye yayılacak şekilde, salgını ölümcül hale getiren ve her yaş grubunu etkileyen nedenlerin üzerine gitmek lazım. Devletlerin kabullenemedikleri nokta bu; kabullenseler, salgınla mücadele ile sınırlanamayacak toplum sağlığı politikaları geliştirilmesi gerektiğini itiraf etmek zorunda kalacaklar. Maske takmak ve sosyal mesafeye dikkat etmek yetmez, çünkü insanların soludukları havadan beslenme rejimlerine çok sayıda alanda önlem alınmadan tehlike altındaki risk gruplarının küçültülmesi hedeflenemez. Covid-19 kendiliğinden ortadan kaybolsa ya da salgını durduracak aşı geliştirilse de, bataklık varlığını sürdürecek. Bataklık zaten başlı başına bir sorun olmaya devam ederken, yeni bir virüsün bu bataklıkta yayılma imkânı bulmayacağının da bir garantisi yok.

Şu ana kadar görünen o ki, devletler Covid-19 uyarısından gerekli sonuçları çıkarabilecek bir aklın ve ahlakın sahibi değil. Bu devletler topluluğuna, örneğin 1,5 milyara yakın nüfusuna ve salgının başladığı bölgeyi içinde barındırmasına rağmen istisnai bir başarı göstermiş gibi görünen Çin Halk Cumhuriyeti de dâhil edilebilir. Çünkü salgını çarpıcı bir şekilde geriletme başarısına ek olarak bataklığın nasıl kurutulacağına ilişkin bir yol önerebilmiş değil.

Rasyonel olarak, buraya kadar anlatılanlardan çıkarılması gereken sonuç şu: Salgınla mücadelenin 1) denetim yetkisine de sahip etkili bir küresel koordinasyonla, 2) bölgeden bölgeye değişebilen kısa ve orta vadeli tedbirlerle, 3) uzun vadeli, salgının beslendiği bataklığı kurutmayı hedefleyen tedbirlerle yürütülmesi gerekir. Ana hatlarıyla meseleye böyle bakıldığında, ulusal ve uluslararası resmi yapılar aracılığıyla yürütülen birinci ve ikinci başlık altındaki mücadelenin son derece sorunlu seyrettiği, üçüncü başlık altındaki mücadelenin ise neredeyse hiç gündem olmadığı görülecektir.

Hükümetler karşısında muhalif yüksek siyaset yapıcı bir seçenek üretebilir mi?

Toplumla organik bağları zayıf kaldığı ve yükseklerde bir yerde (örneğin parlamentoda) sıkışıp kaldığı sürece üretemez. Öncelikle, resmi yapılar üzerinde etki edebilecek mekanizmaları üretme ve politika değişikliği taleplerini toplumsal dayanışmanın konusu haline getirme kapasitesine sahip girişimlerin şekillenmesi gerekir. Türkiye’de muhalif yüksek siyasetin toplumla organik bağ kurma çabasını önemsizleştirmesi, düzenli olarak baskı ve engellemeleriyle karşılaştığı Saray’ın yıpranma sürecinin doygunluğa erişmesini beklemesi, nihayetinde eylemliliği seçim sandığında oy kullanmaya indirgemesi, bu eksiklikle doğrudan ilişkilidir. Salgın seçimleri beklemediği ve acil müdahalelere de ihtiyaç duyan bir ekonomik ve sosyal krizi tetiklediği için, muhalif yüksek siyaset de meydana gelen çözümsüzlüğün bir parçasına dönüşmüştür. Tek avantajı, Saray’ın kendi varoluşunu teminat altına almak için nobran bir bastırma siyaseti geliştirmek zorunda kalması, ama bu defa da muhalif yüksek siyaseti suç ortağı haline getirme zanaatını icra edemez hale gelmesidir. Oysa 2016 yılında, 15 Temmuz krizinde bu zanaatı gayet güzel icra etmişti. Galiba bu “kontrollü darbe” imiş denildiğinde ise, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti.

Salgın 15 Temmuz’dan farklı bir kriz: Kontrol dışı, süresi belirsiz ve son 5 yıldır belirgin hale gelen sistemik çöküşe ivme kazandırma işlevine sahip. Dünyanın da gidişatına bakıldığında, Covid-19 kıyametin eşiğinde meydana gelen bir uyarı mı, şüphe duymamak elde değil. Neyse ki kıyametin yanı sıra bir de bilinmezliğin eşiğinde meydana geldiğini iddia etmek gerekmiyor. Henüz “İşimiz Allah’a kaldı” aşamasına geçilmiş değil.