Anavarza Kalesi Ana Giriş

“Aladağın ardında, uzun bir koyak var. Koyak baştan ayağa ormanlık. İçinden yüzlerce pınar kaynıyor. Dört yanları naneli, pürenli, içleri çakıl taşlı, soğuk, aydınlık pınarlar. Pınarlardan su yerine aydınlık kaynıyor, oluklardan su yerine ışık şakırdıyor….” (Binboğalar Efsanesi,Yaşar Kemal)

Binboğalar Efsanesi kitabının kapağını açar açmaz Yaşar Kemal’in ışıklı büyüsü bu cümlelerle yüzünüze vurur ve siz kitaba kilitlenir kalırsınız. Sayfaları baştan sona bir ışık seli içinde okursunuz. Bu ışık, Toros dağlarının, ormanların, bozkırların ışığı mıdır? Hayır. Hele de güneş batmaya görsün, zifiri bir kör karanlık kaplar hepsini. Korkunç bir karanlık. Oysa Yaşar Kemal’in kitaplarındaki Binboğalar ve Anavarza, bir ışık cennetidir. Bu ışık, elbette Yaşar Kemal’in ışığıdır. Kör karanlıkların içinde görülen o ışık, cesaretin, mücadelenin ve umudun ışığıdır…

“Sesleriyle, Renkleriyle Bir Evren: Yaşar Kemal’in Çukurovası” paneli

“Sesleriyle, Renkleriyle Bir Evren: Yaşar Kemal’in Çukurovası” paneline, “Yaşar Kemal’in Kardeş Türküler’i, Kardeş Türküler’in Yaşar Kemal’i” başlığındaki sunumuyla katılacak olan Feryal Öney’le beraber, ben de iki günlüğüne Adana’daydım.

Yaşar Kemal Vakfı Başkanı Ayşe Semiha Baban, bu etkinliklerin asıl amacının sadece yazarı anmak değil, onun yapıtlarından yola çıkarak, gençlerimizle birlikte ufkumuzu genişletecek yeni keşifler yapmak olduğunu söylediğinde bu buluşmanın da gayesi ortaya çıkıveriyordu aslında. Biz de, Kardeş Türküler müzisyenleri olarak hem bildiklerimizi paylaşmak hem de yeni keşiflerle ufkumuzu genişletmek için buradaydık.

İlk gün, bizi Anavarza’ya götürecek olan servis aracı kapının önündeydi. Prof. Dr. Muhsine Helimoğlu Yavuz, Mahmut Temizyürek, Şebnem Ragıpoğlu, Bayram Top, Hikmet Sarıoğlu da kafilemizdeydi ve bize rehberlik edecek olan fotoğrafçı, yazar ve aynı zamanda tıp doktoru Halûk Uygur’la da burada tanıştık. Derken, Anavarza yolculuğumuz başladı.

 

Feryal Öney, Ayşe Semiha Baban, Fehmiye Çelik, Prof. Dr. Muhsine Helimoğlu Yavuz

 

Bugün, MÖ ikinci bin yıla tarihlenen Kizzuwatna topraklarına gidiyoruz, diyerek söze başladı Halûk Bey. Halkı, “Hatti” ya da “Luvi” olarak da biliniyor. Adaniya, Kizzuwatna ülkesinin en önemli yerleşimlerinden. Kizzuwatna krallığıyla Hitit krallığı aynı dönemlerin krallıkları ve Kizzuwatna, sahip olduğu liman kentleri nedeniyle Hititlerin denize açılmasının anahtarı. Peki tek önemi bu mu? Hayır. Kizzuwatna, daha pek çok anahtarı elinde tutuyor ve Yaşar Kemal’in eserlerindeki epope’yi anlayabilmek için önce Kizzuwatna’yı anlamamız gerekiyor.

Kizzuwatna’nın, bugünün Vatikan’ı gibi bir yer olduğunu yine Halûk Bey’den öğreniyoruz. Ne askeri, ne polisi var ama hiç kimsenin bulaşmayı göze alamayacağı bir statüde, çünkü Kizzuwatna, kültürel açıdan yüksek değerlere sahip önemli bir mistik merkez. Hitit imparatorluğunda bir yarası, bir sayrısı olan herkes şifa bulmak için akın akın buraya geliyor. Bilinen en eski devirlerden beri kentin yöneticileri doktor-rahiplerden oluşan bilge insanlar. Nereden geliyor bu bilgelik? İşte Yaşar Kemal’in Anavarza’sı ve Binboğaları tam da bu noktada devreye giriyor.

Antikçağ hekimlerinden Dioskorides, Anavarza’da doğmuş. Dioskorides ne ilk şifacı ne de ilk hekim… Onun şöhreti, Anavarza’nın bin bir türlü çiçeğinden geliyor. Nasıl mı? Bu çiçeklerle ilgili muhteşem elyazması kitabı “De Materia Medica”dan… Bu kitap, antik çağın en önemli farmasötik kitaplarından. Dioskorides, De Materia Medica’da her bitki için bitkinin adı, botanik tarifi, detaylı çizimi, ilaç özelliği, yan etkileri, dozajı, yetiştiği bölge, toplanma dönemi, toplama, hazırlama ve saklama yöntemleri gibi detaylı ve çok sayıda bilgi veriyor. Dioskorides’in bu kitapta anlattığı reçetelerden 450 tanesinin sadece Anavarza’da yetişen endemik çiçeklerden elde edildiğini biliyor muydunuz? Çukurova’nın bu zengin florasının sadece Çukurova’da değil tüm Anadolu’da da bir efsane olan Lokman Hekim efsanesinin de kaynağı olduğu rivayetler arasında. Belki de Lokman Hekim, Dioskorides’ten başkası değildir, kimbilir…

1500 yılı aşkın bir süre tıp doktorlarının ve eczacıların tartışmasız kutsal kitabı kabul edilen De Materia Medica’nın orjinal elyazması, en son Kanuni’nin başhekimi Musa bin Hamun’un oğlunun eline geçiyor. Hamun’un kitabı, 1569’da Avusturya İmparatorluğunun büyükelçisine 100 düka altın karşılığında satılınca De Materia Medica’nın bu topraklardaki macerası sona eriyor. Kitap bugün Viyana Ulusal Kütüphanesi’nde.

Bu esnada Halûk Uygur, kendisinin de emeğinin geçtiği bir kitaptan söz ediyor bize: “Toroslar ve Nadide Çiçekleri”. Halûk Bey’in, “bilim ile fotoğraf sanatının birbirini desteklediği bir çalışma olarak düşündük” dediği bu kitabın varlığı, Viyana’ya kaptırdığımız De Materia Medica’nın yokluğunun acısını bir parça dindiriyor gibi.

Tarihin bilinen en eski barış antlaşması olan Kadeş, Mısır firavunu II. Ramses’le Hitit kralı III. Hattuşili arasında imzalanıyor ve bu belgede bir imza daha var ki, iki kralın imzasından çok daha itibarlı: Hitit kraliçesi Puduhepa’nın imzası. Bu imzadaki itibarın sebebine gelince… Puduhepa, Kizzuwatnalı bir rahibe-hekim ve onunla evlenmek, Hitit kralı Hattuşili’nin statüsünü daha da yükseltiyor.

Kizzuwatna ülkesi olan Anavarza’nın sürprizleri daha bitmedi. Adana’nın bir kıyı ilçesi olan Yumurtalık, Yüreğir ovasının denize açıldığı yer. Eski ismi Ayas ve 2500 yıllık bir tarihi var. Bunca ünlü şifacının yaşadığı bir bölgeden söz ederken, tarihte bilinen ilk organ naklinin Yumurtalık’ta kurulan bir Eskilepyon’da gerçekleşmiş olması, bunca sürprizi olan bir bölge için doğrusu şaşırtmıyor artık bizi.

Yaşadığı ispatlanmış gerçek bir kişi olan Hipokrat ki, annesi ünlü bir şifacı olan Hiegea (Hijea)’dır, hijyen kelimesi de buradan gelir, Yumurtalık’ta bir tıp okulu ve hastanesi kurmuş.  Hipokrat’ın kurduğu bu hastane ve tıp okullarına Eskilepyon (sağlıkevi) adı verilmiş. İşte Yumurtalık’ta, tarihin bilinen en eski Eskilepyon’larından birinde, bir siyahinin bacağı kesilerek bir beyaza takılmak suretiyle dünyanın ilk organ nakli gerçekleştirilmiş. Peki neden bir siyahinin bacağı? Elbette bunun cevabını tam olarak bilemeyiz. Fakat ne yazık ki günümüzde de pek çok örneğine rastladığımız ırkçılığın o çağlarda da yaşanma ihtimali oldukça yüksek ve siyah bir köleyseniz eğer, rızanızın olup olmadığını sormak şöyle dursun, siz daha neye uğradığınızı bile anlamadan sağlıklı bacağınızın kesilip alınması an meselesi.

Çukurovada doğup büyüyen, burada yirmi yedi yıl yaşayan Yaşar Kemal, bir söyleşisinde “Çok iyi bilirim Çukurova’yı. Çukurova’nın o büyük şiirini, doğa şiirini, insan şiirini yüreğimin kökünde duyarım.” diyor. Aynı söyleşide, Çukurovayı anlattığı romanlarında Demirci motifini neden bu kadar sık kullandığı da soruluyor: “Çocuklukta en çok gördüğüm insan tipi bu. Toroslarda çok demirci vardır. Bu bir ocaktır, demirciler ocağı. Tarihin en eski dönemlerinde, demir ortaya çıktığından beri, kılıççılar, bıçakcılar, demirciler ocağı vardır. Pîri olan bir ocaktır, köklü bir ocaktır demirciler…” yanıtını verir. Yapılan araştırmaların Hitit devrinde Kizzuwatna’nın demirciliğin merkezi olduğunu göstermesi, bugün Anavarza’nın bize sunduğu bir başka ilginç sürpriz.

Yol boyunca ilerlerken Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Dilekkaya Köyü’ne ulaşıyoruz. Türkiye’deki en büyük antik kentin Efes olduğunu bilirdik ama, antik Anavarza kentinin tarihi giriş kapısının önüne geldiğimizde çok daha büyük bir yerleşimle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

Anavarza Kalesi Ana Giriş

Giriş kapısının tam karşısındaki dağın tepesinde Anavarza Kalesi bizi tüm ihtişamıyla selamlıyor. Seyhan ve Ceyhan ırmaklarının debisinin yüksek olduğu zamanlarda bölgede sık sık büyük su baskınları, büyük sel felaketleri yaşandığı için bölge halkı yerleşkelerini yüksek yerlere inşaa etmek zorunda kalmış. Kazılar tamamlandığında Anavarza antik kenti Efes’in birkaç katı büyüklüğünde bir antik kent olarak ortaya çıkacak gibi görünüyor. Peki, bölge halkı bunun ne kadar farkında? Eminiz farkında olanlar çoktur ancak antik yapılar arasında otlayan koyun sürülerine bakılırsa, olmayan da bir hayli fazla…

Anavarza antik kenti, Romalıların eline geçtiğinde tarihin bilinen en önemli ordugâh şehirlerinden biri oluyor. Giriş kapısından başka, hemen girişin karşı istikametinde Zafer Takı olarak inşa ettirilen diğer bir kapı, Pers ordularını yenen Romalılar tarafından bu zaferin anısına inşa ettirilmiş. Bu görkemli kapının restorasyon çalışmaları hâlâ devam ediyor.

Hititler, Persler, Romalılar, Bizans, Haçlılar, Abbasiler, Selçuklular, Kilikya Ermeni Krallığı ve Memlükler’e kadar birçok krallığa, birçok medeniyete ev sahipliği yapan Anavarza, bilim tarihinden sanat tarihine kadar birçok sırrı hâlâ koynunda saklıyor.

Bu sırlardan biri de Anavarza’da, bugün toprağın altında yüzeye çıkarılacağı günü bekleyen amfi tiyatro. Antik dönemlerde tiyatro ile amfi tiyatronun farkına gelince: Arkada yatay yükselen bir arazi, yani doğal bir  yamaç varsa ve bu yamaca basamaklar inşa edilmesi suretiyle yarım daire bir yapı elde ediliyorsa buna tiyatro deniyor. Fakat, arkasında herhangi bir doğal yamaca yaslanma zorunluluğu olmadan, insan eliyle inşa edilmiş temeller üzerinde yükselen bloklara oturtularak elde edilen yuvarlak yapılara amfi tiyatro deniyor ki bunlar çok daha zahmetli ve maliyetli yapılar. Amfi tiyatroları ancak büyük krallıkların ya da imparatorlukların inşa ettirebildiği bilgisi, Anavarza’daki zengin uygarlığa dair hepimize bir fikir veriyor.

Anavarza’nın dayandığı tarihi şehrin tepelik bir bölgesi adeta orta yerinden ikiye kesilmiş ve diğer tarafa geçmek için yol açılmış gibi. Buna halk arasında “Ali Kesiği” deniyor. Rivayet o ki, Hz. Ali buradan geçmek için kılıcı zülfikârla kayaları kesip yol açıyor. Bu yolu Hz. Ali kılıcıyla mı açtı bilinmez ama, ortada büyük bir emek ve hayranlık uyandıran mimarî bir başarının olduğu açık.

Antik dönemlerden kalma kalıntılar arasındaki hamam, kilise, büyük sütunlu yol ve ihtişamlı kaleyi arkada bırakarak Dilekkaya köyüne doğru ilerledikçe derin bir tarihin içinde gezindiğiniz duygusu daha da kuvvetleniyor. Ve her attığınız adımda yanınızda Yaşar Kemal…

Köy, koca bir açıkhava müzesi gibi. Yol kenarlarında, hatta köy evlerinin bahçelerinde birçok tarihi kalıntıyı görmek mümkün. Halûk Bey bizi iki katlı eski bir köy evinin bahçesine getirip de, “Bu ev, İnce Memed’in yazılmaya başlandığı evdir.” demesiyle şaşkına dönen ekibimizden “Yaaa…” sesi yükseliyor. İnce Memed bu halimizi görseydi o da bize bir “alloooşş!” çekerdi, diye düşünüp gülüyorum içimden. Sonra da işin aslını anlatıyor Halûk Bey: “İnce Memed, Anavarza’nın tasviriyle başlar ya, bir buluşmamızda Yaşar Kemal’e sordum. ‘İnce Memed’i bu evde mi yazmaya başladınız?’ diye. Yaşar Kemal gülümseyerek cevap verdi. ‘Tam olarak öyle değil; ama bırakalım da öyle olsun!’ ”

Hatun Dilci’nin Evi

Bu ev, bugün artık hayatta olmayan Hatun ve Kanber Dilci çiftinin evi. Evin bahçesi, üzeri kabartmalarla süslü lahitler ve antik eserlerle dolu. Bahçenin orta yerinde bir de muhteşem bir yapıt var ki bize çağlar öncesinden bir efsaneyi anlatıyor: Tethys Mozaiği.

Hatun ve Kanber Dilci, Avşar yörüklerinden. 1960 yılında kendilerine başlarını sokacak bir ev yapmak için temel kazarken Balıklı mozaiği buluyorlar. İki tavuklarını satıp yol parası ederek gidip Adana’daki yetkililere haber veriyorlar. Bunun üzerine mozaik ortaya çıkarılıp müzeye taşınıyor. Haber verdikleri için Hatun ve Kanber Dilci’ye evlerini biraz ileriye inşaa etmeleri için izin çıkıyor. İkinci yere temel kazarken bu kez Kral Kızı mozaiğini buluyorlar. Yine gidip haber veriyorlar ve bu mozaik de gün yüzüne çıkarılıp sergilenmek üzere bu kez aynı yerde bırakılıyor ve başına da Hatun-Kanber Dilci çifti bekçi olarak atanıyor. Çift, evlerini de aynı yere yapıyor ve ölene dek de burada yaşıyorlar.

Hatun Dilci, zaman içinde bekçilik sorumluluğunu öylesine yürekten sahiplenmiş ki, yaşadığı müddetçe sadece bahçedeki arkeolojik eserlere değil, tüm Anavarza’ya bekçilik etmiş: “Bu tarihi kent için hayatımı verdim ben.” dermiş, “Bu kent yüzünden başıma gelmedik kalmadı. Aldığımız maaşın helâl olması için hiçbir kaçakçıya, hiçbir defineciye göz yummadık. Kaçakçıdan kazıcıdan aldık, getirip bahçeye koyduk. Kovaladığımız kaçakçılar, defineciler evimi yakmaya kalktı, hayvanlarımı zehirledi. Uyarılarımız yüzünden köylüler bizden hoşlanmaz oldu. Her ne yaptılarsa yılmadım, gece sabahlara kadar o pencereden bu pencereye gözetler dururum. Kendi oğluma bile güvenmem.” diyen Hatun Dilci’nin bekçiliği hakkında anlatılan hikâyeleri dinlerken Yaşar Kemal romanlarının sayfaları arasından kadınlar, adeta süzülerek birer birer çıkıp geliyor: Hürü Ana, Kamer Hatun, Meryemce, Iraz Ana…

Derken Hatun Dilci’nin kızı Şükriye Hanım güler yüzüyle yanımıza geliyor. Sohbet etmeye başlıyoruz. “Bizim Avşar yörükleri göçebe olarak yaşarlarmış, macırlarmış.” diyor Şükriye Hanım, “Yazın yaylaklarda ottan ev yaparlarmış, kış gelince yakıp kışlağa geçerlermiş.” “Peki Yaşar Kemal?”diyorum, “Yaşar Amca çok iyi, çok cömert bir insandı. Buraya gelince muhakkak bizde kalırdı. Yazarken hiç konuşmazmış, sigara bile içmezmiş, rahmetli anam öyle anlatırdı. Şu köşede oturup kara kalemiyle yazmaya başlayınca otuz-kırk sayfa birden yazarmış.” diyor.

 

Hemite Köyü İnce Memed Heykeli

 

Dilekkaya köyünden sonra son durağımız, Yaşar Kemal’in doğduğu Hemite köyü. Köy muhtarı Döndü Gürbüz bizi güleryüzlü şakalarıyla karşılıyor. Ceyhan ırmağı kıyısında hazırlanmış yemek masasında manda yoğurdundan yapılmış ayranımız ve taze soğanlı peynirli sıkmamız da hazır. Muhtar Döndü hanım masaya otururken, “Ev sahibinin delisi baş köşeye otururmuş, hiç susmadan da konuşurmuş.” şakasıyla başlayan sıcak sohbetini ve “Emmimoğlu” diye hitap ettiği Yaşar Kemal’le olan anılarını bizlerle paylaşıyor.

 

Hemite Köyü’nden Bir Manzara

 

Dönüş yolunda arabanın camından son kez Anavarza’ya bakarken Kral Kızı mozaiğinin hikâyesini düşünüyorum: “Anavarza kralının kızı, öyle güzel bir kızmış ki, aya ‘sen doğma ben doğayım’ dermiş. Mozaikte kızın sağında yer alan erkek Kozan kralının oğlu, solundaki erkek Misis kralının oğlu. Her iki kralın oğlu da bu kıza talip olmuş. Misis kralı, eğer kızı almazlarsa Anavarza şehrine savaş açacaklarını söylemiş. Bunun üzerine kız, babasına bir çözüm teklifinde bulunmuş: ‘Sevgili babacığım, malum Anavarzamızın tatlı su sıkıntısı var. Şehrimize ilk önce hangi talibim su getirirse ben de onunla evleneyim, böylece hem şehrimiz suya kavuşur hem de savaştan kurtulmuş olur.’ demiş. Kız bunu demiş demesine ama kızın gönlü Kozan kralının oğlunda. Fakat Kozan kralının oğlu, suyu değerli taşları mozaik gibi işleyerek yerin altından getirmeye uğraşırken, Misis kralının oğlu kötü taşlarla suyu yüzeyden taşıyarak Anavarza’ya getirmeyi başarmış. Verilen söz üzere kızın Misis kralının oğluyla evlenmesi gerek, fakat kızın gönlü yok. Sözünden döndüğü takdirdeyse Anavarza’ya savaş açılacak. Kız, çözümü intiharda bulmuş ve kendini Anavarza kalesinden aşağı atmış.”

Bu hikâyedeki Kral Kızı, Binboğalar Efsanesi’nde Karaçullu obasının en güzel kızı Ceren’i hatırlatıyor bize. Kitapta, kışı geçirecek yer arayan yörüklere, “Eğer Ceren’i oğluma verirseniz, ben de size arazilerimin bir köşesinde yer veririm.” diyen Ağa’nın Misis Kralı’yla benzerliğini düşünüp Yaşar Kemal’i besleyen o sonsuz kaynağı ve o kaynaktan kana kana su içip kendi sonsuz hayal gücünde damıtarak bizlerle paylaşan Yaşar Kemal’i düşünüp etkilenmemek mümkün mü?

Yaşar Kemal’in Ceren’i, mitolojiden çıkmışcasına büyüleyici olduğu kadar, okuyucuyu sarsan bir gerçekliğe de sahip. Zaten usta yazar, Binboğalar Efsanesi için, “en gerçekçi romanım!” demez mi? Romanın sonunda yörük çadırı yanıp kül oluncaya kadar bütün oba suskun ayakta dikilip bekler. Her şey yanıp kül olunca Ceren, bakışlarını, donmuş kalmış suskun kalabalığın üzerinde öyle bir gezdirir ve Halil’in tüfeğini omzuna vurup koyaktan yukarı, doruklara doğru öyle bir yürüyüp gider ki, kahır ve utanç içinde oldukları yerde çakılıp kalan oba halkı, Cerenin ardından bakmak için bile başlarını kaldıramaz.

İşte Anavarza böyle bir yer… Yaşar Kemal’in kimliğini şekillendiren, yazı evreninin temelini oluşturan bir hazine… Fakat Yaşar Kemal de, Anavarza için bir hazine, hem de paha biçilmez… Zira keramet sırf bu iklimde, çiçekte, böcekte, destanda, efsanede olsaydı, çağlar boyu milyonlarca insanın gelip geçtiği bu coğrafyadan milyonlarca da Yaşar Kemal çıkardı. Bunca zenginlik ve yoksulluk elbette yazarın bilinçaltını etkileyen, romanlarının haritasını belirleyen güzergâhlar. Fakat Çukurova’dan İstanbul’a uzanan roman coğrafyasında ağalık düzeninden sosyal eşkiyalığa, zorunlu göçlerden zorunlu iskânlara, mübadeleden yoksulluğa, emek sömürüsünden doğa sömürüsüne, savaşların toplumlara ve kişilere yaşattığı felâketlere kadar birçok konuyu bu denli çarpıcı dile getirmek, kör karanlıklardaki ışığı görebilmektir.