
İstanbul Kafkas Kültür Derneği ile Buluşma
Büyük Çerkes Sürgünü’nde bir daha hiç görüşemeyeceklerini anlayan iki kız kardeşin birbirine verdiği söz, anayurtlarından koparılan, dünyanın dört bir yanına dağıtılan Çerkeslerin ortak toplumsal hafızasını ve hiçbir zaman silinemeyecek bağlarını simgeler. Dolunay, buluşması mahşere kalan iki kız kardeşi avutmakla kalmaz, tüm Çerkeslerin varlığına ve birliğine de şahitlik eder. Bu büyük ayrılığın üzerinden yüzyıllar geçse de Çerkes toplumları bugün hâlâ tarihlerini, kimliklerini korumak ve ayakta tutmak için büyük bir emekle çaba göstermeye devam ediyor.
90’lı yıllardan bu yana kültürel çoğulcu ‘‘Kardeş Türküler’’ konsepti çerçevesinde yürüttüğümüz çalışmalarda, yolumuzun kesiştiği halklardan birinin Çerkesler olması bu nedenle hiç de tesadüf değil. Bizler “Kardeş Türküler” çağrısıyla, bu topraklarda yüzyıllarca bir arada yaşamış, aynı havayı solumuş farklı kimlik ve kültürlerin arasından seslenmeye çalıştık her zaman. Kendimizi Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çingene, Süryani, Arap, Rum, Çerkes… olarak tanımlarken, bir yandan da Anadolu ve çevresinde yaşayan tüm bu kültürlerin mirasını taşıdığımızı, bugün Türkiye’de yaşayanlar olarak farklı kültürlerin harmanıyla oluşmuş kimliklere sahip olduğumuzu hep vurgulamaya çalıştık.
Kültürel-sanatsal yolculuğumuzun 90’larda başlamasının bir anlamı vardı elbet. 90’lı yıllar farklı dillerde şarkı söylemenin önündeki kamusal ve resmî engellerin kalktığı, kültürel çoğulcu çalışmaların arttığı, gün yüzüne çıkmaya başladığı bir dönemi temsil ediyordu. Bu coğrafyada yaşayan farklı dillerde müzik yapan gruplar kurulmaya, projeler oluşturulmaya, konserler verilmeye, albümler yayınlanmaya başlanmış; kültürel çoğulcu yayıncılık faaliyetleri gelişmişti. Dernekler kuruluyor, çoğulcu girişimler hızlanıyordu. Türkçenin yanı sıra Gürcüce, Çerkesçe, Ermenice, Süryanice, Boşnakça, Kürtçe, Lazca, Ladino vb. dillerde yapılan kültür-sanat çalışmaları kamusal ortamlarda boy göstermeye başlamıştı. İşte, Kardeş Türküler projesinin başladığı dönem de bu yıllara denk düşüyordu; Aras Yayınları’nın kurulması, Zuğaşi Berepe, Azmi Toğuzata, Knar, Metin-Kemal Kahraman gibi çoğulcu çalışmalar yapan isimlerin duyulması dönemin kültürel çoğulcu ruhunu oldukça güçlü şekilde yansıtıyordu.
Ne yazık ki, ilerleyen yıllarda, bu coğrafyada yaşayan farklı kültürlerin kendilerini rahatça ve herhangi bir engellemeye maruz kalmadan ifade edebildiğini, bütün engellerin kalktığını söylemek güç. Örneğin anadilinde eğitim halen yasal bir güvenceye kavuşmuş değil. Kültürel çoğulcu çalışmalar alanındaki kurumsallaşma beklendiği kadar hızlı gitmedi. Bu coğrafyanın zenginliğini oluşturan farklı kültürlere belki birer ‘‘alt kültür’’ olma hakkı verilmiş oldu; eşit kültürel haklar, eşit ifade hakkı, bu doğrultuda kurumsallaşma gibi başlıklarda yeteri kadar mesafe alınamadı.
Geride bıraktığımız 30 yıla baktığımızda, o dönem belki çok önemli bir kapı aralamış olsak da hâlâ önümüzde yapmamız gereken çok iş olduğunu gördük. Ciddi bir kurumsallaşma ihtiyacı duyduğumuz bugünlerde, birbirimizi daha çok anlamaya, birbirimizle empati kurmaya, kendimizi ve aslında birbirimizi ifade etmenin önündeki engelleri kaldırma yolunda birlikte hareket etmeye daha çok ihtiyacımız olduğunu anladık. Bu niyetlerle başlattığımız bu yeni çalışmamızda da benzer dertleri taşıyan, benzer mücadeleleri veren dostlarımızla temas kurmanın, dayanışma ve fikir alışverişi içinde bulunmanın önemine inanarak düştük yola ve başladık kapılarını çalmaya! İlk çaldığımız kapı, yazımızın başında da bahsettiğimiz üzere, Çerkes dostlarımızınki oldu…
İlk durağımız Bağlarbaşı…
İstanbul’un Üsküdar ilçesinde yer alan Bağlarbaşı semti, bugün zengin çokkültürlü tarihiyle dikkat çeken semtlerden biri. Osmanlı döneminden bu yana farklı din ve kültürlerden (Türkler, Ermeniler, Rumlar, Çerkesler, Gürcüler, Kürtler, Lazlar…) insanların bir arada yaşadığı, İstanbul’daki önemli çoğul yerleşim merkezlerinden biri olarak öne çıkan bir bölge.
Mahalle aralarında dolaşırken Osmanlı döneminden kalma tarihi camii, tekke ve dergâhların yanı sıra her an karşınıza Rum Ortodoks, Ermeni Gregoryen ve/veya Katolik toplumlarına ait bir kilise ya da okul çıkabilir. Özellikle Arnavut kaldırımlı sokaklar boyunca uzanan cumbalı konak, çeşme ve şadırvanlar; Rum ve Ermeni mimarisine özgü taş evler, Müslüman ve Gayrimüslim öğrencilerin birlikte eğitim aldığı Üsküdar Amerikan Lisesi gibi köklü eğitim kurumları yüzyıllara yayılmış bir çoğul yaşamın canlı tanıklarıdır.
“Bağlarbaşı” ismi, zamanında bölgede çok sayıda üzüm bağı olmasından gelmekte. Semtin serin havası, su kaynakları ve yeşil dokusu nedeniyle Osmanlı döneminde bahçecilik ve bağcılık çalışmalarının bu bölgede epey gelişmiş bir durumda olduğunu söyleyebiliriz.
Bağlarbaşı’nın çokkültürlü tarihi içinde Çerkesler de önemli bir yere sahiptir. Yazının başında da bahsettiğimiz üzere, 1860’lı yıllarda Çarlık Rusya’sının yürüttüğü soykırım ve etnik temizlik politikaları sonucunda anavatanları Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına sürülen yüz binlerce Çerkes için İstanbul, hem bir uğrak hem de bir yerleşim yeri oldu. Osmanlı Devleti tarafından Balkanlar, Anadolu ve Ortadoğu’ya dağıtılan bu toplulukların bir kısmı da İstanbul’un Üsküdar yakasındaki Bağlarbaşı gibi semtlere yerleştirildi.
Yeşillikleri, serin havası ve su kaynakları ile bilinen Bağlarbaşı, kırsal yaşama alışkın olan Çerkesler için uygun bir coğrafyaydı. Çerkeslerin (özellikle de Adige ve Abhaz nüfusun) Kafkas coğrafyasındaki yaşamlarına benzerliği açısından bu bölgenin tercih edildiğini söylemek yanlış olmaz. Çerkesler, burada yalnızca yeni bir hayat kurmakla kalmadı; aynı zamanda kendi kültürel dokularını bu semtin ruhuna işledi.
Bağlarbaşı’nda, Çerkesçe konuşulan evler, Nart efsaneleriyle büyüyen çocuklar, geleneksel düğünlerde oynanan danslar, söylenen şarkılar ve sofralarda yer alan yemekler bugün hâlâ Kafkaslar’a bir selam göndermekte.
Bağlarbaşı çevresi aynı zamanda Çerkes aydınlarının ve örgütlü yapıların, derneklerin geliştiği bir alandı. 20. yüzyıl başlarında İstanbul’da faaliyet yürüten Çerkes Teavün Cemiyeti, kültürel canlanmanın merkezlerinden biri oldu. Derneğin etkisiyle bölgede Çerkes dili ve tarihine dair dersler düzenlendi, yayınlar çıkarıldı. Eğitimli Çerkes kadın ve erkeklerin yer aldığı bu çevre hem kimliklerini korumanın hem de Osmanlı modernleşmesine katkıda bulunmanın yollarını aradı. Bugün unutulmaya yüz tutmuş bazı Bağlarbaşı konakları, zamanında bu entelektüel sohbetlerin mekânıydı.
Günümüzde Bağlarbaşı’nda Çerkes kültürü fiziksel olarak pek görünür değil. Kentleşme ve artan betonlaşmaya bağlı olarak azalan bahçecilik; asimilasyon ve yerel tarih anlatılarında yer bulamama gibi nedenlerle bu kültür, dışarıdan bakıldığında adeta “sessizleşmiş” bir konumda gibi algılanabilir. Ancak yakından gözlemlendiğinde, hâlâ bölgede yaşayan aile kültürü, mahalle kültürü ve sağlam bir işleyişe sahip dernek çalışmaları sayesinde Çerkes kimliğinin, dilinin, kültür ve geleneklerinin yaşatılmaya çalışıldığını rahatça görebilirsiniz.
İstanbul Kafkas Kültür Derneği’ni ziyaret…
1950’li yıllardan bu yana faaliyette olan İstanbul Kafkas Kültür Derneği (İKKD), Çerkes kültürünü yaşatan, yayan, genç kuşaklara aktaran, etkinlikleriyle anadili eğitimini desteklemeye çalışan; dernekten öte, bir akademi, hatta okul diyebileceğimiz bir kurum. İlk durağımızın, tarihi yarım asırı aşan, böylesi köklü bir kurum olması bizler için de heyecan vericiydi. Daha önce farklı kanallardan ilişkimiz bulunan İKKD’ye ilk kez bu kadar kapsamlı ve kurumsal bir ziyarette bulunacaktık. Bu organizasyonda, halihazırda birlikte sanat faaliyetleri yürüttüğümüz ve kendisi de bir Çerkes olan tiyatrocu arkadaşımız Aysel Yıldırım’ın İKKD bünyesindeki Worşer tiyatro grubunun eğitmenliğini yapmaya başlamasının payı büyüktür.
21-22 Haziran tarihlerinde ziyaret ettiğimiz dernekte her iki gidişimizde de oldukça sıcak karşılandık. Çok paylaşımcı ve katılımcı bir ortam vardı. Özellikle genç jenerasyondan Çerkeslerin dernek içerisinde aktif olduğunu görmek, kurumsallaşma geleneğinin başarıyla sürdürülebildiğinin en güzel örneklerinden biriydi.
İlk gün, Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nden genç dansçı ve müzisyen arkadaşlarımız ile Kardeş Türküler Projesi’nden Feryal Öney’i de yanımıza alarak, dernek bünyesinde faaliyet gösteren Mahalli dans topluluğunun etkinliğine katıldık. Tanışma ve sohbetlerden sonra geceye özel konuşmalarla etkinlik başladı. Ardından Mahalli ekibinden bir koro ve müzisyenlerle birlikte anavatana özlemi anlatan “Daymokh” şarkısını ve Büyük Çerkes Sürgünü’nde İstanbul’a gönderilen Çerkeslerin ayrılık acısını anlatan “Yistambulako” ağıdını seslendirdik.
Mahalli dans topluluğundan gençlerin merkezde rol aldığı, bir mahalle ortamının canlandırıldığı danslı müzikli bölüm ise gecenin en hareketli bölümüydü. Hem kurumdaki Çerkeslerle yaptığımız sohbetlerde hem de gece boyunca kendi gözlemlerimizden hareketle, dansın Çerkes kimliğinin inşasında hayati bir role sahip olduğunu söyleyebiliriz. Kuşaktan kuşağa aktarılan danslar, kültürün, tarihin ve geleneklerin belki de en önemli taşıyıcılarından. Bu nedenle, dernek bünyesinde Çerkes danslarına özel bir ihtimam gösterildiğini, Çerkes dans kurslarının bulunduğunu da ekleyelim. Ayrıca Mahalli dans topluluğu yanında profesyonel dansçı ve müzisyenlerden oluşan Mazenef Kafkas Halk Dansları Topluluğu, Marje Çerkes Dans Atölyesi, çocuklar için açılan Mafe Dans Grubu gibi birçok oluşumu da bünyesinde barındırıyor İKKD.
Mahalli dans topluluğunun gecesi bizlerin temel dansları tanıması ve icra etmeye çalışması açısından büyük bir şans oldu. Dansa, düğünlerin başlangıç ve bitişlerinde oynanan Wuic ile başladık. Çerkeslerin en eski danslarından bir tanesi olduğunu öğrendiğimiz Wuic’in, kadim Nart mitolojisinin müziği ile aynı melodilere sahip olduğu da karşılaştığımız bilgiler arasında. Kadın ve erkeklerin eşleşmesi ile icra edilen bu çift oyununun diğer oyunlara göre daha basit adımları olduğunu söyleyebiliriz. Geceye katılan Çerkeslerin adımlarına ayak uydurmaya çalışarak biz de bu dansa dahil olduk. Wuic’dan sonra sırasıyla Kafe, Şeşen, Apsuwa ve Tleperuj dansları yapıldı. Danslar boyunca erkekler ve kadınlar karşılıklı dizilmiş bir şekilde duruyordu. Her iki tarafta da dans etmek üzere ortaya çıkacak kişileri yönlendirmekle ve koordinasyonu sağlamakla görevli kişiler bulunuyordu. Aslında her şeyin son derece organize ve kurallı şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. Hatta bizim ilk anda fark etmediğimiz, ancak dikkatli bakılınca anlaşılabilecek farklı kurallar olduğunu da sonradan öğreniyoruz. Örneğin eğer birisi dans ortamından ayrılacaksa ortamdakilerden veya görevliden müsaade isteyerek ayrılmalı. Çerkesler için gündelik yaşamdan tutun dans ortamlarına kadar her şeyin bir kural dahilinde ilerlemesi önemli; bu kurallar bütününe Xabze adını veriyorlar. Bu kurallara dogmatik ve katı değil, devingen ve değişebilir şeyler olarak yaklaştıklarını ifade ediyorlar.
Geceye ve danslara geri dönecek olursak; ikinci sıradaki ve Çerkes dansları denilince akla ilk gelen danslardan biri olan Kafe’de (Qafe) önce iki erkek merkeze yerleşiyor, ardından iki kadın gelip erkeklerin karşısına yerleşiyor. Kısa bir selamlaşma hareketinden sonra, “Ağlatan Kafe” olarak bildiğimiz sakin ritimli naif Kafe müziği ve dansı başlıyor. İzlediğimiz oyunların hepsi ikili eşler şeklinde oynanıyor. Kapanışta yapılan Wuic’dan önce yer alan Tleperuj dansı ikili eşlerin ortada dağınık şekilde oynadığı, enerjik hareketlerin olduğu bir dans. Ortam bu dansta âdeta panayıra dönüşüyor. Gece boyunca danslar canlı müzik eşliğinde yapıldı elbette. 4 kişiden oluşan orkestrada iki akordeon ile ritim enstrümanlarından phaçiç ve adaul vardı. Enstrümancılar birkaç mola dışında uzun saatler çaldılar. Müziklerin geneli enstrümantaldi; sözlü olanlar ise dans eden erkek topluluğu tarafından seslendirildi, kadınlar şarkılara alkışlarla eşlik etti. Geceye her yaş grubundan insanın katıldığını gözlemledik; danslarda ise elbette gençler çoğunluktaydı. Herkesin büyük özen ve enerjiyle katıldığı bu geceden bizler de çok keyif aldık, güzel dilekler eşliğinde, ertesi gün görüşmek üzere ayrıldık.
Söyleşi zamanı…
Kardeş Türküler konseptli çalışmalara başlayalı ve ilk dans-müzik gösterimizi hazırlayalı beri 30 yılı aşkın bir süre geçmiş durumda. Dile kolay, 30 yıl! Aslında bir kuşağın ciddi anlamda yaş almasına tekabül ediyor. Peki bugünkü genç kuşaklar bu dramaturjiye nasıl yaklaşıyor? Kurumsallaşma sıkıntısı çeken ve altyapısını tam anlamıyla oluşturamayan kültürel çoğulcu çalışmaların, devlet desteğinin de sınırlı boyutta olduğu düşünüldüğünde, “devamlılık” tutturması çok zor. Bu anlamda, bu çalışmaların ve kültürel çoğulcu bakışın gençler arasında yayılması; dernek-toplum-cemaat benzeri yapılardaki faaliyetlerin yeni kuşaklara aktarılması ve sürdürülebilir hale gelmesi; anadili ve kültür-sanat alanındaki birikimlerin artırılması… gibi pek çok gündemimiz var. Hem bu gündemleri konuşmak hem de bu alanlardaki deneyimlerini dinlemek üzere ziyaretimizin ikinci günü de İKKD’nin kapısındayız.
Dernekten Bleğoj Caner Şık, Ğukepşokue Zeynep Erdem, Hajkasım Emel Özgül Özdemir ve Melgoş Yüksel Nuri Güneş ile bir yuvarlak masa etrafında buluştuk. Bu arada bir not iletelim, katılımcılarımızın isimlerini okurken belki dikkatinizi çekmiştir; her Çerkesin Türkiye’de kullanamadığı ama anavatanda geçerli olan bir aile ismi varmış, Türkiye’de geçerli isim-soy isimlerinin önüne ekledikleri bu aile isimleri sayesinde akrabalarını bulabiliyorlarmış… Söyleşi boyunca tüm katılımcılarımızın, derneğin geçmişten bugüne faaliyetlerini, Çerkes toplumlarının gündemlerini ve geleceğe dönük perspektiflerini öğrenmek üzere sorduğumuz sorulara içtenlikle cevap vermesi, sohbetimizin daha samimi geçmesini sağladı. Hem söyleşiyi yürüten bizlerin hem de söyleşimize katılan Çerkes dostlarımızın farklı kuşakları da kapsayacak şekilde buluşup konuşmaya özen göstermesi de not edilmesi gereken noktalardan biriydi.
Çerkes toplumlarının Çerkes kimliğini koruma ve geliştirme yönündeki temel yapılarının dernekler olduğu söylenebilir. “Şehirlerdeki köyümüz” olarak tanımladıkları ve Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış Çerkes/Kafkas dernekleri, kültürel faaliyetlerin yürütüldüğü ve siyasi hak taleplerinin iletildiği kurumlar olmanın yanı sıra, Çerkeslerin birbirleriyle iletişim halinde kalmalarını sağlayan bir ağ olarak da açıklanabilir. Söyleşimizde Yüksel Bey ve Emel Hanım, yalnızca yurt içinde değil yurtdışındaki derneklerle ve Kuzey Kafkasya’daki Cumhuriyetlerde bulunan kurumlarla da organik bir ilişki içinde bulunduklarını, kültür-sanat ve eğitim alanında buralarla önemli temaslara sahip olduklarını aktardılar. Özellikle ’91 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte anavatana erişimin kolaylaştığını, artan bu kültürel etkileşimin anadilinde şarkılar, danslar vb. konularda kendilerine olumlu bir etkisi olduğunu ifade ettiler. Dernekte aktif olarak çalışmalar yürüten ve aynı zamanda bir üniversite öğrencisi olan Zeynep ise, dernekler yanında üniversitelerdeki ÜNİKAF Topluluklarının da Çerkes/Kafkas gençlerin birbirini tanıması, aktif bir iletişim ağı içinde sosyalleşebilmesi ve dil, kültür, kimlik konularında bilinçlenebilmesi açısından önemli faaliyetler yürüten oluşumlardan biri olduğunu anlattı.
Çerkeslerin en önemli gündemlerinden biri anadili ve anadilinde eğitim konusuydu. Çerkesçe isimlerini kendi kimliklerine yazdırmalarının yasak olduğu, Çerkes müzik kasetlerini gizli saklı aldıkları dönemlerden bugünlere uzanan anadili mücadelesi -ülkemizde anadilinde eğitim hakkı konusunda bir ilerleme olmaması nedeniyle- birçok toplum gibi Çerkeslerin de hâlâ en can yakıcı gündemlerinden biri. Söyleşi boyunca bu konuda ne kadar hassas olduklarına bizler de şahitlik ettik. Caner, İKKD bünyesinde anadilinde eğitim konusunda dönem dönem girişimlerde bulunduklarını, alternatif eğitim modelleri geliştirmeye çalıştıklarını da aktardı. Bunlardan biri, kendisinin de yürütücüsü olduğu Nanu Çocuk Oyun Grubu. Çocuklara oyunlarla anadilini öğretme etkinlikleri düzenlediklerini anlatırken Caner’i büyük bir merakla dinliyoruz, çünkü güzel sonuçlar alınabilecek bu tarz alternatif modellerin, anadilini yaşatmaya çalışan tüm halklara çok faydası olacağına inanıyoruz. Farklı toplumların, ortak gündemler etrafında toplanıp sorunlarına birlikte çözüm aramasına en güzel örneklerden biri olabilir anadili, anadilinde eğitim…
Söyleşi boyunca Çerkes Soykırımı’nın tanınması taleplerinden anadili mücadelesine, çok geniş bir yelpazede seyretti sohbetimiz. Yazıda kısaca bahsetmeye çalıştığımız tüm bu konulara video çekimlerimizde uzun uzun yer vermeye çalıştık. Selin Aydınoğlu ve Atıl Ünal yanlarına Olcay Dülger, Oğuz Efe Kırkaya ve Ömer Faruk Yılmaz’ı da alarak, iki gün boyunca tüm bu sürecin görüntülerini kaydettiler. Çerkeslerle başlayan, farklı toplumlarla devam edecek olan bu görüşmelerin kayıtlarını Eylül ayından itibaren bir seri olarak Kardeş Türküler Youtube kanalımız üzerinden yayınlamayı planlıyoruz.
İKKD ziyaretimizde yalnızca birbirimizi dinlemekle kalmadık, geleceğe dönük olarak kültür-sanat alanında neler yapabileceğimizi de konuşmaya başladık. Bu ilk buluşmamız yepyeni dostluklara kapı araladı; eşitliğin, özgürlüğün ve barışın hâkim olacağı bir ortak yaşamı kurmak için ne kadar çok emek gerektiğini de bir kez daha hatırlattı. Büyük acılar yaşamış, yurdundan, ocağından, sevdiklerinden koparılmış koskoca bir halk bambaşka yurtlarda yeniden kök salmak için büyük bir mücadele vermişti. “Karadeniz en çok bize karadır” diyen, Kafkasya’dan kırık dökük takalarla sürülürken binlerce soydaşını Karadeniz’in sularında bırakmak zorunda kalan, “koca bir mezardır Karadeniz”, “her balık bir hatıradır” diyerek belki bir ömür balık yemeyen, sevdiklerini özlediğinde bambaşka coğrafyalardan da olsa göğe, dolunaya bakan bir neslin torunları, büyüklerinden devraldıkları tarihi, kültürü, dili ve direnci yeni kuşaklarına aktarmak üzere mücadele etmeye devam ediyordu. Dostlarımızı dinlemek, çabalarına şahitlik etmek bizler için de unutulmaz bir deneyim oldu.
Dileğimiz odur ki, birliğiniz hiç dağılmasın Çerkes halkları! Kaybettiğiniz o kıymetli neslin hatırası, Karadeniz’in üzerinde parlayan bir dolunay gibi yolunuzu her daim aydınlatsın…