Size Michigan’ın Rothbury kasabasındaki ıssız bir ormanla Teksas’ın Houston kentindeki terk edilmiş bir posta deposunun, düşündüğünüzden çok daha fazla ortak noktası olabileceğini söylesek, ne derdiniz? Görünüşte pek bir ortak noktaları yok belki -en azından tasarlandıkları şekilde kullanıldıkları sürece. Ancak bu iki mekanı birer “boş tuval” olarak düşündüğümüzde, her ikisi de güçlü bir deneyim yaratmak için eşsiz birer imkân sunuyor.

 

MÜZİK FESTİVALLERİNİN KISA TARİHİ

Festival, içeriği ve biçimi sürekli değişen, hızla gelişen bir olgu. Bugünün çok sevilen bir kültürel olgusu hâline gelen festivallerin kökeni M.Ö. 6. yüzyıla, müzik ve yarışmaların yer aldığı Antik Yunan buluşmalarına kadar uzanır. “Festival” terimi, 16. yüzyılın ortalarında İngilizceye ‘feast’ (ziyafet) kelimesinden türeyerek girmiş; çoğunlukla da hasat kutlamalarıyla ilişkilendirilmiştir. 1952 yılında Rhode Island’da düzenlenen Newport Caz Festivali ise Batı dünyasında modern festival kültürünün başlangıcını simgeler. Caz, ‘gospel’ ve ‘blues’ konserleri için Billie Holiday ve Ella Fitzgerald gibi ünlü sanatçıları dinlemeye 13.000 kişi katılmıştır.

Newport Caz Festivali, sabahları yapılan eğitici oturumları ve akşamları sunulan müzik programıyla, karşı-kültür (ana akım kültüre karşı çıkan) gençlik hareketleriyle ilişkilendiriliyordu. O dönem Newport’ta yaşayanlar, gençlerin çadırlarda ya da halka açık parklarda uyumaya razı olacaklarına inanmakta zorlanıyordu. Bu şaşkınlık, 1959’da kardeş bir festival olan Newport Folk Festivali başladığında da devam etti. Festival, Bob Dylan’ın elektro gitarla sahneye çıkması ile ünlendi. Bu, pop kültürde bir dönüm noktası oldu ve ‘rock ‘n roll’ devrimini folk müzik dinleyicileriyle tanıştırdı.

1967 yılında Kaliforniya’da Monterey Pop Festivali düzenlendi. Bu, yalnızca müziğe değil, müzik dışındaki deneyimlere de bilinçli biçimde odaklanan ilk festival olarak tarihe geçti. Everfest’in bir makalesinde de belirtildiği gibi, “bu festival, o dönemin ruhunu o kadar mükemmel bir şekilde yakaladı ki, modern müzik festivallerinin şimdi ulaşmaya çalıştığı ‘orada olmalıydın!’  havasını ilk kez Monterey’in yarattığı söylenebilir.” Festivale katılanların sayısına dair bildirilenler 25.000 ile 90.000 arasında değişiyordu. Sayılardan bağımsız olarak, festival “Aşk Yazı” (Summer of Love) olarak bilinen dönemi başlattı ve güçlü bir sosyal hareketi pekiştirmiş oldu. Bu yalnızca müzikle değil, Amerikan gençliğinin bu yeni kültür etrafında bir araya gelmek istemesine neden olan kolektif bir deneyimle de ilgiliydi.

1968 yılında Milwaukee’de Summerfest adlı festival düzenlendi. Festival, 11 gün boyunca 1.000.000 kişiyi çekerek Kuzey Amerika’da düzenlenen en kalabalık müzik festivali olma rekorunu kırdı.

1969’da ise Woodstock gerçekleşti. Bu an, festival tarihini kökten değiştirdi; şirketler festival kültürünün getirebileceği finansal kazançları fark etti.

1990 yılına gelindiğinde Burning Man kuruldu. Bu etkinlik, “müziğin, sanatın, enstalasyonların, sosyal deneylerin ve eski usul eğlencenin iç içe geçtiği; bunlar aracılığıyla ortaya çıkan topluluk ve yaratıcılığın serbest biçimli ifadesi” olarak tanımlandı.

Zamanı 1980’lerin sonuna doğru hızla ilerletelim…

1980’lerin sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılması, dünyanın kapısını teknonun şekillenmekte olan elektronik estetiğine açtı. Ancak Avrupa’da büyüyen ‘rave’ kültürünü asıl şekillendiren, Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan sosyal müzik hareketleriydi: Chicago ve New York’tan ‘House’ müziği, Detroit’ten ‘Techno’. Elektronik müziğin festival kültürüne dahil edilmesi, 1990’ların başında kök salmaya başlayan uzun bir süreçti. (‘Rave’ kültürünün kısa bir tarihi için şu makaleye göz atabilirsiniz: Kötü şöhretiyle bilinen ‘rave’ kültürü tam olarak nedir? Nasıl ortaya çıktı ve tarihi nedir?”)

‘Rave’ kültürünün ticarileştirilip festival kültürüne entegre edilmesi ise 2000’lerin başını buldu. Bunun sonucunda, ‘rave’ sahnesinin çevresel unsurları (lazer ışıkları, yapay sis ve kostümler) geleneksel festival kültürüne taşındı.

 

DENEYİMİN ÖNEMİ

Harris Poll ve Eventbrite tarafından yapılan bir araştırma, milenyum kuşağının (‘millennials’) “bir şeye sahip olmak”tan çok “deneyim yaşama”yı ve bir şeye erişim”i daha fazla önemsediğini açıkça ortaya koyuyor. Milenyum kuşağının %78’i, bir eşyaya para ödemek yerine bir deneyim için para harcamayı tercih ediyor. Bu oran, 1946-1964 arası doğan ‘baby boomer’ kuşağında %59. Festival kültürünün ticarileşmesi, festivallerin gelir kaynaklarını artırdı; bu da organizatörlerin daha fazla yatırım yaparak katılımcıları çeken yan deneyimler yaratmalarını sağladı. Artık festivaller, katılımcılarını tamamen yeni bir dünyanın içine çekebilmek için etkinliklerini nasıl dönüştürebileceklerini düşünmeye başladılar. 2000’li yılların başında kendilerine “Müzik ve Sanat” ismini veren festivaller oluşmaya başladı. Bu festivaller, büyüyen diğer festivallerden ayrışmak için yoga seansları, gurme yiyecekler, sanat enstalasyonları, oyuncular ve çeşitli özel etkinliklerle kendilerine yan olanaklar sağlıyorlardı. Hatta geleneksel bir festivali unutulmaz, temalı bir deneyime dönüştürmek için özel şirketler kuruldu. Müzik, tek başına en iyi festivallerle rekabet edebilmek için artık yeterli değildi.

FESTİVALLERİN KARŞILAŞTIRILMASI

Bir festival ister doğal bir mekânda, ister insan yapımı bir alanda kurulmuş olsun, kendi temasına uygun biçimde o mekânı dramatik biçimde dönüştürür. Bir festivalin güzelliği, çevresindeki mimariyi yeniden tanımlayıp kendi dünyasını yaratma gücünde yatar. Bu yeni dünya, müzikte, sanatta ve genel atmosferde kaybolmak isteyen, gerçeklikten kaçış arayan kalabalıkları kendine çeker. Ancak bir festival, yalnızca geçici bir kentsel ya da kırsal dekor gibi kurulmuş estetik bir sahne tasarımından ibaret değildir. Aksine, kendi deneyimini tanımlayan ve gerçekliğin sınırlarını zorlayan bir dizi değişkeni hesaba katar.

Aşırı doymuş bir pazardaki rekabet baskısı, festival sektörünün geleceği ile bunun sanat ve teknoloji gibi diğer endüstriler için ne anlama gelebileceği konusunda daha fazla soru sormaya itmiştir. 2015’te kurulan bir müzik festivali olan Day for Night, deneyimini müzik kadar sanat ve teknolojinin entegrasyonuna da dayandırıyor. Kendi web sitelerinde de belirtildiği gibi; “Day for Night, ışığın, mekânın ve sesin sınırlarını keşfeden, görsel olarak sürükleyici bir sanat ve müzik festivalidir.” Bu festivalin ortaya çıkardığı deneyim, katılımcılarda kendi mesleklerine ve sohbetlerine dahil edebilecekleri birçok açık uçlu soru bırakan fütüristik bir izlenim yaratıyor.

Festivalde en çok etkilendiğimiz enstalasyonlardan biri, Kaliforniyalı teknoloji odaklı tasarım stüdyosu VT Pro Design tarafından yaratılan, senkronize şekilde hareket eden dev endüstriyel robotlardı. Stüdyonun sayfasında bu enstalasyonun ardındaki fikir şöyle açıklanıyor:

“Temelinde, bu enstalasyon ışığın varlığıyla yokluğunu ve bunun bir mekânı nasıl tanımladığını keşfetmeyi amaçlıyordu. Ekip, dramatik ölçekle oynamak istedi ve bunu yapmak için iki Kuka 2010 robotunu ‘robotik orkestra şefleri’ olarak kullandı. Bu robotlar, büyük geometrik ışık gölgeleri oluşturan özel tasarlanmış panelleri hareket ettirerek mekân boyunca çeşitli ışık kaynaklarını manipüle etti ve görsel açıdan büyüleyici gölge kompozisyonları yarattı.

Kavramsal olarak, antik dünyanın en çok aranan, sürükleyici deneyimlerinden birini yeniden yaratmak istedik: doğanın ruhani güçlerini harekete geçirerek dönüştürücü bir deneyim yaratan bir ritüeli canlandırmak. Bu ritüel, ‘Telestron’ adlı karanlık bir odada gerçekleştirildi. Burada, en son teknolojiye sahip robotik sistemler ve ışık projeksiyonları kullanılarak seyirci, günün döngüsünü (gün doğumu, öğle, gün batımı ve gece yarısı) bizzat deneyimleyebileceği bir ortama davet edildi. Başka bir deyişle, tam bir ‘Geceye Dönüşen Gün’ (Day for Night) deneyimi.”

Ortaya çıkan sonuç: Parlak bir ışık huzmesi altında, giderek yükselen tedirgin edici bir ezgiyle uyumlu biçimde dans eden iki zarif robot. Mekanik tangoda öyle esrarengiz bir büyü vardı ki, sanki bambaşka bir tür programlanmış romantizmin mümkün olduğunu savunuyordu. Belki de bu etki, endüstriyel görünümlerine rağmen beklenmedik biçimde zarif hareket edebilmelerinden ya da böylesine güçlü makinelerin bir sonraki adımda ne yapacağına dair duyulan meraktan kaynaklanıyordu. Her ne olursa olsun, bu deneyim, çeşitli ortamlarda var olabilecek kadar gelişmiş, zarif bir robot türünün ortaya çıkmasının önünü açtı.

Day for Night’ın cesur ve deneysel ruhu, düzenlendiği endüstriyel ortamın atmosferini de yansıtıyor. Festival, Houston, Texas’ta, tarihi bir posta deposu binasında düzenleniyor.

1.5 milyon metrekarelik iç-dış alan, dört sahneden ve mekân boyunca dağılmış bir dizi sanat enstalasyonundan oluşuyor. Bu ortam, parlatılmamış, saf bir deneyime olanak sağlıyor; ancak ‘Day for Night’ (Geceye Dönüşen Gün) deneyimi, mekânın kapanmasıyla birlikte kesintiye uğruyor. Katılımcılar, ertesi gün festival yeniden açılana kadar geçici konaklama yerlerine dönmek zorunda kalıyor. İşte tam bu noktada, ‘Day for Night’ eksik kalırken, bir başka popüler festival olan ‘Electric Forest’ sivriliyor.

‘Electric Forest’, ilk olarak 2008 yılında bir ‘jam band’/’rock’ festivali olarak organize edilmiş ve 2011 yılında bir elektronik festival olarak yeniden tasarlanmıştır. Sekiz gün, iki hafta sonu süren bu çok türlü (‘multi-genre’) etkinlik, katılımcıların başından sonuna kadar kesintisiz biçimde içinde kaldıkları ve tamamen kapsandıkları bir deneyim olarak kurgulanmıştır. Bu sürekli deneyim, bir topluluk olma hâlinin filizlenmesine olanak tanır. Bu bağlar kamp alanlarında kurulur ve ormanda daha da güçlü bir hale gelir. Festival kendini bir aile olarak tanımlar; #ForestFam etiketiyle paylaşımlar yapar ve bu aidiyet duygusunu pekiştiren içerikler üretir. Day for Night’ı bir galeri gibi düşünürsek, Electric Forest’ı bir ritüel buluşması olarak görebiliriz. Günler geçtikçe festivalin odağı, kurulan enstalasyonlardan ve performanslardan yavaş yavaş katılımcıların kişisel ve kişilerarası etkileşimlerine kayar -ki bu deneyimler, çoğu zaman psikedelik yan etkinliklerle daha da yoğun ve deneysel bir hâl alır.

‘Electric Forest’, grup olma hâline hitap eder ve grubun dinamiklerine göre şekillenir; kesintisiz yapısıyla bu birlikteliği canlı tutar. Bu bağlamda festivalin özünü en iyi yansıtan sahnelerden biri The Hanger’dır. Ormanın içinde, geniş bir açıklığın ortasında yükselen yapı, 1950’ler estetiğiyle yeniden tasarlanmış bir hangar gibi, adeta savaş uçaklarına ev sahipliği yapan bir ahırı andırır. Hangarın etrafında sekiz farklı temadan oluşan alan bulunur; dövme yaptırmaktan araba cilalamak için kullanılan aletlerle masaj yapmaya, absürtlüğüyle kişinin kendini ciddiye almasına olanak vermeyen mekanik bir köpekbalığının yer aldığı bilardo salonuna kadar çeşitli hizmetler sunulur. Bu alanların sunduğu kapsayıcı deneyim, kendilerini dış dünyayı bir süreliğine görünmez kılmaya adamış bir grup karakter sayesinde mümkün olur. Hangarın arka tarafında bulunan bir sahnede DJ’ler ‘vintage swing’ parçalarını yeniden yorumlayabilir, çok müzisyenli gruplar kendi versiyonlarını çalabilir veya bir kadın bu ritimler eşliğinde dans dersleri verebilir. Tüm bu etkinlikler, palmiyeler ve büyük caz grupları devrini (‘the Big Band era’) çağrıştıran ışıklandırmaların eşliğinde, tropikal bir rüya içindeymiş gibi gerçekleşir.

The Hanger’ın güzelliği yalnızca temaya olan tutkulu bağlılığı ve sahnelerin kusursuz sunumundan değil, bu unsurları bir araya getiren deneyimin kendisinden kaynaklanır. Örneğin, bünyesinde barındırdığı performanslardan birinde, kurgusal bir seyahat acentesini ziyaret ederek orman içinde damga toplama görevine başlamak için bir bilet alırsınız. Tüm damgalar toplandığında, ödül olarak gizli barların ve VIP muamelelerin olduğu bir yeraltı dünyasının kapıları size açılır. Bu oyun, Electric Forest’ın kişisel etkileşimi teşvik eden karakterini açık biçimde gözler önüne serer.

Hangarın dışında en beğendiğimiz enstalasyonlardan biri de interaktif özellik taşıyan ağaç kütükleriydi. Eski bir telefon ve bir piyano yanında, çıplak ağaçların kenarında gizlenmişlerdi. Üzerlerinde cam kubbeler bulunan bu kütükler, ilk bakışta pek dikkat çekmiyordu. Başta sanki sabit birer mikrokozmos, minyatür bitkiler ve göletlerle dolu küçük sahneler gibi görünüyorlardı. Ancak kubbelere dokunulduğu anda cıvıl cıvıl renklere bürünüyorlardı. Bir diğer kubbeye dokunduğımuzda o da bir anlığına parlıyordu. Bu neon pırıltılı kubbelerle oynamaya başladıktan sonra etrafımızda başka insanlar da belirdi. Ne olup bittiğini anlatmaya gerek kalmadan, görsel merakları onları bu deneyimin içine çekti ve kısa süre içinde neon bir davul çemberi etrafında sekiz yabancı (iki polis memuru dahil) hayran bir tebessümle bize katıldı. Bu, festivalin teknoloji entegrasyonu yoluyla bir topluluk bilinci yaratma potansiyelini kanıtlayan en güzel ve en çarpıcı anıydı.

TOPLULUK ODAKLI FESTİVAL DENEYİMİMİZİ YARATMAK

Kendi deneyim tasarımı stüdyomuz olan Marcd’ı işleten bizler, bu festivali kendi deneyimimizi yaratmak için mükemmel bir fırsat olarak değerlendirdik. Odak noktamız topluluk fikriydi; zira festivalin büyük bir kısmı kamp alanlarında geçiyordu. Ancak ormanın dışında, diğer katılımcılarla etkileşim kurmak için çok az olanak vardı. Bu nedenle kamp alanları arasında bir bağ kurmak amacıyla Impeez’i tasarladık: seçtiğimiz belli kamp alanlarına on tane sevimli, minik maskot yerleştirdik.

‘Impy’ olarak adlandırdığımız bu maskotların işlevi, Electric Forest’taki katılımcıların kişiliklerini yansıtan muhtelif personalara bürünmek ve tüm bir kamp alanını temsil etmekti. Başlangıçta karakterleri ormanın tuhaf cinleri olarak tasarladık. On maskotu tamamladıktan sonra, her birini Maya’da modelledik ve ‘render’ aldık, ardından Rhino’da 3D baskıya uygun hâle getirdik. Bütün maskotların kişiliklerini destekleyecek aksesuarlar tasarladık ve bunları da modelledik. Nihai tasarım, tüm malzemeleri içinde taşıyabilen, aynı zamanda Impy’nin diğer kampçılarla birlikte kamp yapabileceği bir çadıra dönüşecek içi boş bir bir çadır/kutu (‘prism’) şeklindeydi. Karakterleri, aksesuarları ve kutuları bastıktan sonra her şeyi elde boyadık ve dağıtıma hazır hâle getirdik.

Impeez’ler ve aksesuarlarının yanı sıra, her biri için karakter kartları tasarladık; kartlarda orman cinlerinin eylemleri ve kamp alanına nasıl katkıda bulunacakları yazıyordu. Bir Impy, kamp alanındaki insanları temsil edebiliyor veya kamp alanında eksik olan ve tamamlanmak istenen bir kişiliği simgeleyebiliyordu. Etkinlikler başlamadan önce sabahları kamp alanlarını gezdik ve on kamp alanına giderek maskotları seçmelerine yardımcı olduk. Projenin en heyecan verici kısmı, katılımcıların kartları okuyup hangi karakterin kendi kamp alanlarını en iyi şekilde yansıttığına karar verdikleri anlardı. Festival boyunca bu kamp alanlarından insanlarla tanıştık, onlar da Impy’lerinin gittiği yerlerin fotoğraflarını bizimle paylaştılar.

Impeez’ler kamp alanlarında çok iyi karşılanmış olsa da, bu proje ‘Day for Night’ gibi kurulmuş bir düzende başarıya ulaşamazdı; çünkü Impeez’lerin odağı, sorulan sorulardan ziyade topluluk fikrini ve itkisini derinleştirmek üzerineydi. Bu bakımdan, çağdaş ideolojilere meydan okumaya odaklanan ‘Day for Night’ gibi bir festival, ‘Electric Forest’ ile keskin bir tezat oluşturur. Daha çok zaman ve kaynağımız olsaydı, interaktif ağaç kütükleri örneğinde olduğu gibi bir yol izlerdik (topluluk odaklı ‘Electric Forest’ ile galeri tarzı ‘Day for Night’ arasında bir köprü kurardık). Neticede kütüklerin başarısı, çevresiyle etkileşim hâlindeki teknolojilerin kullanımıyla merak uyandırarak insanları kendine çekme becerisine dayanıyordu.

Festivaller, kültürel ideolojilerin sürekli olarak gelişen ve değişen yansımalarıdır; gerçekleştiği zamanın sadece birkaç yıl ilerisinden bir gelecek sunar. Genellikle gerçekliğin sınırlarının çok ötesinde var olduğu için, içinde bulunduğu zamanla sınırlanmayıp, ne olabileceğini gösterir. Topluluğu oluşturan insanlar, deneyimi yaratan enstalasyonlar ve sürekli dönüşen mekân sayesinde festival, kısa süreliğine de olsa daha iyi bir dünyayı deneyimleyebileceğimiz bir ütopya hâline gelir. Bu kısa zaman diliminde festival, yeni ya da tanıdık bir dünya, bir kaçış ya da rahatlama, bir fantezi ya da bir topluluk olarak birçok biçim alır. Ancak en önemli işlevi, çağdaş normları, teknikleri, yöntemleri ve kültürel görüşleri sürekli olarak sorgulama eğilimidir. Bu festivallere olan talep arttıkça, onları müzik, sanat ve teknoloji arasındaki etkileşimleri sorgulamaya ve bu alanların gelecekteki ilişkilerini modellemeye uygun platformlar olarak kullanmamız önemli olacaktır.

Marcd olarak amacımız, insan deneyimini dijital olarak manipüle edilmiş ortamlar üzerinden geliştirmeyi denemek. Gerçek ile sanal arasında gidip gelerek, fiziksel varlığı sorgulamaya başlıyor ve daha geniş bir kitleyle etkileşim kuruyoruz. Özellikle tuhaf fiziksel deneyimleri paylaşma eğilimi ve bu yeni “2,5 boyutlu alanların” inşa edilmiş dünyayı anlama biçimimizi nasıl zorlayabileceği kısmı ilgimizi çekiyor. Mekân yaratımı üzerine deneyler yaparak, özellikle kentsel alanlarda kültürel boşlukları köprüleyebileceğimize ve halihazırda bağlantısız olan ağları bir araya getirebileceğimize inanıyoruz.

Bizi çevreleyen ortam üzerinde deneyler yapmayı benimseyen böyle bir zamanın parçası olmaktan heyecan duyuyor ve içinde bulunduğunuz mekanlar hakkındaki fikirlerinizi değiştirebilmek umuduyla sizi biraz rahatsız hissettirmeyi dört gözle bekliyoruz.