Bill Blake’in Theatre & the Digital adlı kitabı gösteri sanatları ile dijitalin ilişkisini araştıran uygulamalı ve teorik çalışmalar açısından yol gösterici bir çalışma. Kitabın bahsine ilk kez Ömer Faruk Kurhan’ın “Dijital Tiyatro ve Direnişin Sahnesi” başlıklı yazısında rastlamıştım. Bu kitap daha sonra Artizan bünyesinde yürütülen Gösteri Sanatları ve Dijital çalışmasında gündeme geldi. Günkut Güven ve Mehmet Can Engül kitap üzerine yapılan tartışmalardan hareketle bir yazı dizisinin ilk yazısını hazırladılar. Ben de dansçı, müzisyen ve tiyatroculardan oluşan 13 kişilik bir ekibe1 bu kitabın sunumunu yaptım. Sunumu dinleyenler arasında Mimesis Tiyatro Çeviri/Araştırma Dergisi’nde çeşitli düzeylerde sorumluluk alan insanların olması sunum sonrasında araştırmaların nasıl ilerleyebileceğine dönük bir fikir teatisine vesile oldu. Bu yazıda kitapta önemli gördüğüm bazı değerlendirmeleri aktardıktan sonra 10 Mayıs 2021’de yapılan sunumun ardından gerçekleşen tartışmaları özetleyeceğim.

Kitabın İçeriği

2014 yılında yayımlanmış olan kitabın temel özelliği, tiyatro ile dijitalin ilişkisinin nasıl kurulduğunu avangard ve deneysel üretimler üzerinden incelerken aydınlanma değerlerinin nasıl canlandırılabileceğine dair bir tartışma yürütmesi. Bill Blake’in deyimiye kitap sanatsal ilerleme ve kültürel özgürleşme adına yapılabilecekleri ele almaktan çekinmeyen bir tiyatro hakkında. Bu anlamda da kökleri birinci nesil avangardlardan Bertolt Brecht ve Antonin Artaud’ya dayandırılabilecek iki ana hattın izini takip ediyor. Biri ilerlemeci paradigmaya önem verirken diğer yaklaşım da ilerlemecilik karşıtlığını öne çıkarıyor.

Belirteceğim tartışma noktalarının daha anlaşılır olması için bu iki yaklaşımın yazar tarafından nasıl tanımlandığını biraz daha açalım: İlerlemeci paradigma doğaya, topluma ve sanata dair daha iyi olanın tahayyülü ile üretimi bu yöne doğru motive ederken seyircinin de bu değerler kümesine katkıda bulunmasını talep eder. Dijital, bunun için çok uygun bir yakıttır aslında. Çünkü dijital dönemin öne çıkan değerleri olan küresellik, çoğulluk ve kapsayıcılık daha demokratik, katılımcı ve çoğulcu bir toplum idealine doğru adım atmaya çalışan sanatçıların sahiplenebileceği değerlerdir.

Electric Company Theatre – At Home with Dick & Jane

 

Kitapta ele alınan Electric Company Theatre ve Neworld Theatre’ın çalışmaları bu bağlamda değerlendirilmiş. Bu ekipler rasyonaliteye önem veriyor ve ürettikleri her tekil eserin tanımladıkları toplumcu misyon ile tutarlı olmasına özen gösteriyorlar. Dolayısıyla parça ile bütün arasında bir tutarlılık arayışındalar. Blake incelemesinde bu çalışmaların tiyatroların misyon tanımları ile çelişkiye düştüğü noktaları irdeliyor. Örneğin At Home with Dick & Jane projesinde Electric Company Theatre’ın seyirci ile buluşma yönünde yeteri kadar çaba harcamaması kumpanyanın “toplumla güçlü bağlar kurma” misyonu ile çelişki arz ediyor. Yazar Podplays projesini de birçok yönden değerli bulurken kendini “didaktik olmayan politik odaklı bir tiyatro” olarak tanımlayan Neworld Theatre’ın güncel meseleleri gündeme almayı ertelemesini eleştirmiş. Ancak bu tiyatroların arayışlarının değerli olduğunu belirtmekten de geri durmamış.

Elevator Repair Service – Shuffle

 

Diğer yandan Blake, kökleri Antonin Artaud’ya dayanan, sanatta rasyonalite ve bilimin reddini öne çıkaran bir avangard ekolün de olduğunu belirtiyor. Burada sanatsal inanç, kendini adama, ruhani ve içgüdüsel bir arayış önemli görülüyor. Deha eseri buluşların sanatçının kontrolünde olmadığını, sanatçının yapması gerekenin rasyonel olmadan denemeye devam etmek olduğunu vurgulayan bir görüş bu. Elevator Repair Service ve Future Perfect işbirliği ile gerçekleştirilen Shuffle performansı kitapta bu bağlamda inceleniyor. Bu performansın anlam arayışını boşa düşürecek düzeyde rastlantısallığa bağlı olmasını eleştirmiş Blake.

İlginç olan, yazarın İlişkisel Estetik kavramını dijital ile tiyatro arasındaki ilişki ele alınırken anahtar kavramlardan biri olarak önermesi. İlişkisel Estetik, dijital ortamı kullanan yeni sanatsal arayışların, işbirliğine verdikleri önem ve interaktif hikaye oluşturma özellikleriyle sanatı sosyal pratik hakkında olmaktan çıkarıp, sanatın kendisini sosyal bir pratiğe dönüştürmelerine vurgu yapıyor. Burada geliştirilen yaklaşım ile Hans-Thies Lehmann’ın Post Dramatik Tiyatro kitabında öne sürdüğü kavramsallaştırma arasında bir köprü var. Blake, Post Dramatik Tiyatro’da tiyatro ve yeni medyanın arasında birbirini iyileştiren, tamamlayan bir dinamiğe işaret edildiğini hatırlatmış. Hatta bu dinamiğin Lehmann’ın Post Dramatik Tiyatro dediği şeyi tanımlayan temel bir özellik olduğunu belirtmiş. Post Dramatik Tiyatro hem sanatında hem de algılanışında hiper-tiyatral olan tiyatrodur, gerçek dünyayı temsil etme derdini bir kenara bırakmıştır, tiyatral zaman ve uzamın sarmalayan (immersive), kendine referans veren (self-reflexive) deneyimine ulaşmayı hedefler. Blake, Post Dramatik Tiyatro’nun bu yönü ile bağlantı kuran İlişkisel Estetik kavramının dijital ile ilişki kuran öncü tiyatro girişimlerinin kendi handikaplarını aşabilmesi için önemli olduğunu belirtiyor.

Mission Business, ZED.TO (Kurgusal ByoLogyc firmasının tanıtım etkinlikleri)

 

Kitapta gelişkin bir interaktif transmedia deneyimi olarak tanımlanan ZED.TO projesinin bu yönde atılmış önemli bir adım olduğu vurgulanmış. Örneklerin detaylı incelemesi için “Dijital ve Tiyatro İlişkisi Üzerine” başlıklı yazı dizisi takip edilebilir.

Blake Aydınlanma döneminin din-siyaset ilişkisi, ifade ve eleştiri özgürlüğü, bilim ve toplumda sanatın rolü üzerine olan argümanlarının halen geçerliğini koruduğunu vurgulamış. ZED.TO örneğinde olduğu gibi “yeni avangard” olarak tanımlanabilecek bu çalışmaların Aydınlanma’nın “sanatlar yoluyla başarılan ilerleme” fikrini diriltebileceği umuduyla kitabı sonlandırmış. Açıkçası yazarın bu yönelimini içinde bulunduğumuz dönemde çok önemli buluyorum. Aydınlanma değerlerinin canlandırılmasına yapılan vurgu, dijital tiyatronun hangi yönde ilerleyebileceğine dair önemli bir ipucu sağlıyor.

Tartışma

İlk önemli tartışma avangard tiyatro anlayışı üzerine yapıldı. Theatre & the Digital’da dijital ile ilişki kuran üretimlerin “Yeni Avangard”ın gelişimine fırsat verdiğinden bahsediliyor. Burada tarif edilen avangard yaklaşımlarla birinci ve ikinci nesil avangardlar arasındaki farklar nelerdir? Geçmişte tarihsel avangard üzerine çalışma yürütmüş olan Fırat Güllü tartışmaya katkıda bulunması için Mimesis’in 16. Sayısı’nda yer alan Richard Schechner’in “Beş Avangard… Ya da Hiçbiri?” başlıklı makalesine işaret etti. Schechner kendisinin de dahil olduğu ikinci nesil avangard tiyatrocuları tanımlarken 68 Gençlik Hareketi’nin sürdürdüğü politik mücadelenin bir aracı olarak bir üslup ürettiklerini belirtiyor. 90’lı yıllardan itibaren adı geçen güncel avangard sanatçıların ise bu üslubu estetik açıdan çok ileri götürdüklerini ve onda mükemmelleştiklerini teslim ederken esasen onu öldürdüklerini söylüyor. Çünkü o denemelerin toplumsal mücadeleden koparılmasının avangardın ruhuna aykırı olduğunu vurguluyor. 2021 yılı itibariyle dijitali de kullanan avangard denemeleri incelerken bu bakış açısı ölçü alınabilir: Bu girişimler politik bir mücadelenin unsuru olarak mı gerçekleşiyor, yoksa salt tüketime yönelik yeni form arayışları mı söz konusu. Örneğin Theatre & the Digital’da değerlendirilen Shuffle projesinde bir bilgisayar algoritmasının üç romandan seçtiği pasajların belli bir sırayla oyuncular tarafından okunduğu, seyircilerin de oyuncularla birlikte ortaya çıkabilecek olan anlamın peşinde sürüklendiği bir deneyim söz konusu. Bu deneme aşağı yukarı yüz yıl önceki Dadaistlerin denemelerini andırıyor. Onlar da geleneksel tiyatronun kalıplarının nasıl kırılabileceğini araştırıyorlardı. Dadaistler performanslarında torbanın içine dağınık yerleştirilmiş kelimelerden rastgele bir seçki yapıp o rastlantısal metni okuyup burada bir estetik var mıydı, diye soruyorlardı. Fakat bunu toplumun da üzerinde bir estet olarak sunulan yaratıcı yazar kavramıyla alay etmek için yapıyorlardı. Buradaki politik öz kaybedildiğinde bunların tamamı “biçimler”e dönüşmüş oluyor. Bill Blake’in Theatre & the Digital’da aydınlanma değerlerine referans vermesi ve seyircinin rolüne vurgu yapması bu anlamda kritik. “Yaptığımız şeyin amacı nedir?” sorusu dijital tiyatro üretimlerinin gündeminde olması gereken bir soru. Tam da bu noktada Türkiye’de zaman zaman belli gündemlerde yoğunlaşan direniş kültürü ile dijital tiyatro sahnesinin ilişkisinin değerlendirilmesi önem kazanıyor. Gezi Direnişi’nde öne çıkan gösteri-eylem pratikleri ile Boğaziçi Direnişi’nde gündeme gelen dijital tiyatro örnekleri toplumsal mücadele ile bağlantı içinde kendi sanatsal estetiğini üretebilecek bir avangard çıkışın nasıl yapılabileceğine dair fikir veriyor. Tabii bu arayışın direnişin kendi toplumsal kurumlarını oluşturmasıyla bağlantılı olarak ele alınması gerektiğini belirtelim. Nitekim Boğaziçi Direnişi’nin asgari müşterekler temelinde bir araya gelen kendi alternatif örgütlenmesini yaratabildiği ölçüde dijital tiyatro alanında çeşitlenen üretimlere ev sahipliği yapabileceğini de akılda tutmak gerekir.

Tartışmada öne çıkan bir diğer başlık da dijital tiyatroda zaman, mekan, seyirci ve performans unsurlarının değişiminin nasıl gerçekleştiğinin belirlenmesi oldu. Bu anlamda kitapta referans verilen Post Dramatik Tiyatro kitabını ve tiyatroda son yirmi yılda meydana gelen değişimleri incelemenin önemli olduğu konuşuldu. Dramatik temsile önem veren sanat çevrelerinin dijital üretimler bağlamında mekan, zaman ve performansın değişen doğasını anlamaya yönelik çalışmalar yürütmeleri hem kuramsal hem de pratik açıdan verimli sonuçlar üretebilir. Theatre & the Digital kitabının önsözünü yazan Matt Adams, Peter Brook’un Boş Mekan çalışmasından hareketle bu unsurları ele almış. Brook, tiyatro faaliyetinin gerçekleşmesi için verili bir zaman ve mekanda, temsil icra eden bir oyuncunun ve izleyen bir seyircinin varlığının yeterli olduğunu belirtir. Adams dijital ağlarla donatılmış bir dünyada bu dört unsurun tümünün değişime uğradığını söylüyor. Fiziksel mekan, sanal ya da çevrimiçi mekan ile birlikte hibrit bir şekilde başkalaşırken interaktif seyir içinde oyuncu-seyirci ayrımı bulanıklaşabiliyor ya da yer değiştirebiliyor. Dijital olarak aktarılan performans içeriği canlı yayında dahi farklı bir zamanda izleyiciye ulaşıyor. Mimesis Dergisi’nin geçmişte bu tür araştırmaların, tartışmaların kamusallaşması anlamında önemli bir pozisyonu olduğu, bu yönelimin derginin yayın politikası açısından hatırlanmasının önemli olduğu konuşuldu.

Yukarıdaki tartışma bağlamında yürütülecek çalışmalar Dijital kavramının içeriği ve Dijital Tiyatro’nun tanımı anlamındaki bulanıklığın giderilmesine de vesile olabilir. Theatre & the Digital kitabında özel olarak bu konuda net bir tanım yapmaktan kaçınılmış. Dijital kavramının ve tiyatro ile ilişkisinin sürekli olarak değişim geçirdiği, dolayısıyla genel bir tanım yapmak yerine örneklerin incelenmesi yoluyla tiyatro ile dijitalin kurduğu ilişkinin araştırılmasının en doğru yönelim olacağı belirtilmiş. Bu yaklaşım doğru olmakla birlikte bir zorunluluğun da ürünü aynı zamanda. Çünkü insanlık olarak bilgisayar dediğimiz makineyi yakın bir zaman önce ürettiğimiz düşünülürse bu konuda daha keşfedilecek çok şeyin olduğunu söyleyebiliriz. İnteraktif anlatı, siber alanda anlatı konularında önemli çalışmalar yürütmüş Janet Murray Hamlet on the Holodeck kitabında bu konuya ilginç bir yaklaşım getiriyor. 20. Yüzyılın başından beri öykü formlarının çok biçimli olmaya başladığını, tek-sıralı zaman çizgisi (uni-sequential timeline) yerine çok-sıralı zaman çizgisine (multi-sequential timeline) sahip çok biçimli öykü yapılarının geliştirildiğini belirtiyor. Bu öykü biçimlerinin temsil edilebilmesi için sinemanın olanaklarının yetmediğini, zamansal ve mekansal olarak farklı noktalardan yine birçok farklı noktaya ilerleyen bu öykü biçimlerinin temsili için en uygun aracın bilgisayar olduğunu öne sürüyor. Günümüzde geliştirilen ve seyircinin tercihlerine göre farklı dallara ayrılarak ilerleyen interaktif filmler-diziler ya da dijital oyunlar buna örnek verilebilir. Aslında insanlık 20. yüzyılla birlikte özellikle 1950’lerden itibaren bilgisayarla girdiği iletişimle bağlantılı olarak öykü yapılarını da dönüştürmeye başlamış. Ayrıca Murray matbaanın icadı (1450) ile ilk roman olan Cervantes’in Don Quijote’unun ortaya çıkması (1605) arasında yüz yılı aşkın bir zaman dilimi olduğunu hatırlatıyor. İnsanlık anlatı geleneğini bu yeni ortama nasıl adapte edeceğini bulabilmek için bu uzun zaman zarfında çeşitli denemeler gerçekleştirmiş. Bu açıdan bakarsak bilgisayar ortamında hikayelerimizi paylaşmanın olgun formlarını bulmamız için de biraz zaman ihtiyaç var, diyor Murray. Henüz yolun çok başındayız.

1 Ayhan Akkaya, Banu Açıkdeniz, Burcu Yankın, Bülent Sezgin, Cüneyt Yalaz, Diler Özer, Duygu Dalyanoğlu, Eray Mungan, Feryal Öney, Fırat Güllü, Özgür Eren, Selda Öztürk, Sezin Gündoğan, Ülker Uncu